Özgürlük Teolojisinin İmkanları Üzerine (16) – İslam ve Felsefe (1)

Abbasi halifesi Me’mun, 7. Abbasi halifesidir ve Harun Reşid’in oğludur. Bu halife bir gece rüyasında Aristo’yu görür. İbn Nedim, el Fihrist adlı eserinde bu rüyayı şu şekilde anlatmaktadır.

“Halife Me’mun rüyasında hafifçe kızıla çalan beyaz tenli, geniş yüzlü, bitişik kaşlı, saçları dökülmüş, ela gözlü ve fiziği düzgün bir yaşlı adam gördü. Yaşlı adam, Me’mun’un yatağının üzerinde oturuyordu. Me’mun şöyle der; ‘O’nun huzurundayken karşısında ezildiğimi hissettim ve sen kimsin’ diye sordum. O; ‘ben Aristo’yum’ dedi. Buna çok sevindim ve şöyle dedim. ‘Ey filozof sana soru sorabilir miyim?’ ‘Sor’ dedi. ‘Hüsn, (iyilik güzellik) nedir’ diye sordum. ‘Akılda iyi ve güzel olan’ dedi. ‘Sonra nedir?’ diye sordum. ‘Şeriatta iyi ve güzel olandır’ dedi. ‘Sonra nedir’ diye sorduğumda, ‘Çoğunluğun nezdinde iyi ve güzel olandır’ dedi. ‘Sonra nedir?’ diye sorduğumda, ‘Sonra, sonra yoktur’ dedi. Aristo’nun kitaplarının çevrilmesinde bu rüyanın büyük rolü olmuştu. Me’mun Roma imparatoruyla yazışıyordu. Bu rüyadan sonra ondan yardım isteyerek, Roma’nın sahip olduğu eski ilimlere ait kitaplardan bir derlemeyi göndermesini rica etti. Roma imparatoru bir süre tereddüt ettikten sonra onun bu isteğini yerine getirdi.”[1]

İyi de bu nasıl olmuştu. Daha sonra ki tarihlerde hummalı bir çeviri hareketine başlanacak ve devlet bütün imkanları, antik Yunan felsefesi kitaplarını çevirttirmek için kullanılacaktı. Bütün bunlar bir gece ansızın görülen bir rüya ile mi başlamıştı. Tabii ki hayır. Biraz evvel söylediğim gibi Me’mun yedinci Abbasi halifesiydi ve Abbasiler kuruluştan itibaren en önemli muhalif grup olan Şiilerle ve Hz. Ali soyu ile mücadele etmek zorunda kalmıştı. Emevilerin yıkılıp, Abbasilerin kurulması sırasında en etkin muhalefeti yapan Ebu Müslim Horasani, ikinci Abbasi halifesi Ebu Cafer-i Mansur zamanında 755 yılında katledilmişti. Daha sonra da en büyük iç mücadeleyi her dönem en büyük mağduriyeti yaşayan Peygamber soyu yani Hz. Ali evlatları ile yapmak zorunda kalmışlardı. İş o hale gelmişti ki başlangıçta sadece Maniheistler için kullandıkları zındıklık suçlamasını bütün muhalif gruplar için kullanmaya başlamışlardı. Cafer-i Mansur’un oğlu Halife Mehdi mücadele yöntemini giderek sertleştirmişti.

“Zındık kavramı öyle görülüyor ki önceleri sadece Maniheistleri tanımlamak için kullanılırken kültürel alandaki çatışmaların şiddetlenmesiyle birlikte akidesinde kuşkuya düşülen herkes (hatta takva ve huşu gösterisinde bulunmayan bütün hasımları) için kullanılmaya başlanmıştır. Halife Mehdi oğlu Hadi’ye vasiyetinde şöyle demektedir. ‘Oğlum eğer bu görev sana kalırsa, işini gücünü bırakmak pahasına o çeteyle uğraş. Onlar öyle bir gruptur ki işin başında halkı zahiren hoş olan; günahlardan uzak durma, dünyada zühd sahibi olma ve ahiret için çalışma gibi şeylere davet ederler. Sonra da kendilerine katılanları önce eti ve temiz suya dokunmayı haram görmeye ve uykuyu terk etmeye daha sonra da biri nur, diğeri zulmet olan iki ayrı ilaha tapmaya çağırırlar.

Abbasiler döneminde karşıt grup taraftarlarının yanı sıra, başta Hristiyanlar olmak üzere zimmiler de zındık adıyla anılır olmaya başlamıştır. Bunlara ilaveten, kötü ahlaklı, içki ve kadına düşkün kimseler, kuşkucular, maddeciler, bağımsız düşünenler ve kelam ehli de zındık sıfatıyla nitelenenler arasına girmiştir.” [2]

Me’mun işte bu şartlar altında halife olmuştu. Me’mun muhaliflerin zorla ve şiddetle yok edilemeyeceğini görmüş ve muhtemeldir ki iki boyutlu bir plan yapmıştı.

Planın ilk ayağında, Şii davasına ve davetçilerine karşı bir ilgi göstermeye başlamış ve veliahtlığı Şiilerin sekizinci imamı olan Ali Rıza b. Musa Kazım b. Cafer-i Sadık’a devrettiğini açıklamıştı. Buradaki asıl maksadı aslında Şia hareketini deşifre edip, tamamen tasfiye etmekti. Bu nedenle Abbasilerin sembolü olan siyah giysilerini çıkarmış, Şia’nın sembolü olan yeşil giysileri giymiştir.

“Me’mun, Müminlerin emiri Ali b. Ebi Talib’in torunlarının Mansur ve sonraki halifelerden duydukları korkuyla gizli ve zahidane bir hayat sürdüklerini görüyordu. Bu hayat tarzı, onları avam nezdinde merak ve tazim konusu haline getiriyor, halk onların sırrına vakıf olmak istiyordu. Çoğu onlar hakkında Peygamberler gibi şeyler düşünüyor, sıfatları hakkında aşırılığa düşerek şeriat dairesinden çıkıyorlardı. Me’mun önce halka fiziksel cezalar uygulayarak vaz geçirmeye çalıştı. Sonra biraz daha kafa yorunca, halkın onların gerçek yüzlerini (aralarındaki fasık ve zalimleri) görmek suretiyle haklarında gerçekçi düşünmeye sevk edilmesini daha uygun gördü. Böylelikle Ehli Beyt halkın gözünden düşecek, haklarında övgüler yergiye dönüşecekti. Me’mun dedi ki : ‘Onlara ortaya çıkmalarını emredersek korkar ve hakkımızda suizanda bulunarak çağrımızı kabul etmezler. Ama onlardan birini ön plana çıkarır ve onu imam olarak takdim edersek belki alışır ve içlerindeki hareketleri açığa vurmaya başlarlar. Böylece avam da onların halini ve gizlenmeleri dolayısıyla bilmedikleri yönlerini görürler. Bundan sonra başlarına geçirdiğim kişiyi ortadan kaldırır ve önceki hale dönerim.’” [3]

Me’mun gerçekten tasarladığı gibi yapmış, İmam Rıza’yı önce veliaht olarak ilan etmiş, istediği sonucu alamayınca İmam Rıza zehirlenerek öldürülmüştür. Me’mun tekrar Abbasilerin siyah kıyafetini giymiş ve yerine de kardeşi Mutasım’ı veliaht ilan etmiştir. Bu ilk hamleyi yaptıktan sonra sıra ikinci hamleyi gelmiş ve Yunan Felsefesi eserlerini tercüme ettirmeye başlamıştır. Bunu da İrfan akımının yerine akıl ve mantığı koymak ve Şia ile bu şekilde mücadele etmek gerektiğini düşündüğü için yapmıştır. Aslında bir iktidar mücadelesinin artçısı olan bu felsefe çalışmaları, hayırlı bir sonuç doğurmuş, belki de yok olup gidecek felsefi metinleri dünyaya kazandırma yolunu açmıştır. Batı aydınlanma fikriyle haşır neşir olduğu dönemlerde bu metinlerden çokça faydalanmıştır. Ayrıca dünya felsefesine Farabi, İbn Sina, El Kindi ve İbn Rüşd gibi değerler kazandırılmıştır. Umumi halk bu tartışmaların içinde yer almamıştır yani felsefe, İslam dünyasının genelinde herhangi bir değişiklik yaratmamıştır fakat dünya tarihine önemli etkilerde bulunmuştur.

Peki, Me’mun neden felsefeye yani evrensel akla başvurmak zorunda kalmıştır?

Cafer-i Sadık (702-765) Şiiliğin en önemli kaynaklarından biridir ve İmamiyye mezhebini sistematik hale getiren kişidir. Onun anlayışı, önce kültürel iktidarın sağlanması sonra da bu kültürel iktidarın ardından siyasal iktidarın ele geçirilmesi biçimindedir. O yüzden hiçbir zaman çatışmayı ön görmemiş aksine sulh içinde yaşamanın önemini vurgulamıştır. Şii alimleri içinde mezhebin disipline edilmesi ve Şia üzerindeki şüphelerin giderilmesi konusunda en çok çabayı sarf eden kişi olmuştur. Kendisinin en önemli takipçilerinden biri olan Ebu’l Hattab’ı kendisi hakkında aşırı ifadelerde bulunması yüzünden yanından kovmuştur. Çünkü yaratıcının Cafer-i Sadık’ta hulul ettiğini ve onun gayb ilmini bildiğini iddia ediyordu. Aşırı söylemleri Şiiliğin dışına çıkarmaya çalışan Cafer-i Sadık bu şekilde Peygamberin varisleri oldukları iddiasını, halkın daha kolay kabul edebileceği bir şekle sokmuştu.

“Cafer-i Sadık imamların çok yüce bir manevi mertebeye sahip olduklarını ve bu mertebenin nübüvvet mertebesine yakın olduğunu söylemekte, imamları Nebi’den tebliğ ediciler konumuna oturtmaktaydı. Dolayısıyla imamların öğretileri bizatihi Nebi’nin öğretileri gibi olmaktaydı. Cafer-i Sadık’ın bu görüşlerini aktaran el-Küleyni, imametin dünyadaki nübüvvet zincirinin bir halkası olduğunu söylemekte ve bunu İmam Cafer-i Sadık’a isnad etmektedir.”[4]

Yani normal olarak nübüvvet dairesi Hz. Muhammed’le bittiği farz edilirken Şia ikinci bir halka açıyordu. Bunlar Nebilerin devamı şeklindeki Veliler ve imamlardı. Ama Cafer-i Sadık bu konuyu çok da halka açıklamak niyetinde değildi takiyye yaparak bu konunun gündeme getirilmemesini istiyordu. Böylece hareketi koruma altına alıyordu. Cafer’i Sadık şöyle der:

“‘Allah’a yemin ederim ki Şia’daki iki kusuru kaldırmak için kollarımı çürütürdüm. Acelecilik ve gizliliğe riayet etmeme’ ve Cafer yine şöyle demiştir. ‘Bizim davamızı yüklenmek sadece kabul ve tasdik etmekle olmaz. Bizim davamızı yüklenmek, aynı zamanda onu gizlemeyi ve ehli olmayanlara açmamayı da bilmektir.’”[5]

Kültürel iktidarı ele geçirmek için nübüvvetin sırlarına sahip olma iddiasıyla birlikte bir takım lakap ve sloganlar da üreten Şia’nın karşısında Abbasilerde aynı şekilde cevap vermek ihtiyacı duymuşlardı. Mehdi ve Kaim düşüncelerine karşı Abbasi Mehdi’si ve Abbasi Kaim’i gibi şeyleri ön plana çıkarmaya çalışmışlardır.

Şiilerin kültürel stratejileri halk kitlelerinin sempatisini kazanmak üzerineydi. Aynı zamanda Cafer-i Sadık mezhebi disipline etmeye çalışıyordu. İşte bu uğraşılar sırasında bir başka isim daha ön plana çıkıyordu. Hişam b. El Hakem, ona birçok kitap isnad edilir. Ama Hişam’ın en önemli tarafı onun Hermetik kaynaklardan çokça beslenmesidir. Aslında aşırı uçlarla birlikte hermetikleşen Şia, Hişam ile birlikte düzenli bir şekilde ve aşırı uçlar olmaksızın hermetikleşmeye başlamıştır.

“Hişam b. El Hakem sayesinde Şia’nın düşünce planında gerçekleşen düzenlemeyle Şii hareketi özellikle Me’mun döneminde illegal örgüt faaliyetinde bir ivme kazanmıştır. Mesele, temelde Hattabiye fırkasının gelişmesi ve İsmailiyye mezhebine dönüşmesi dolayısıyle Batıniyye’nin ortaya çıkışıyla ilgilidir. Ebu’l Hattab (daha sonra kendisinden beri olduğunu ilan etmiş olmasına rağmen) İsmail b. Cafer’le birlikte olmuştur. Ebu’l Hattab onunla gulat arasında köprü vazifesini üstlenmiş üstadın öğrencisine, daha doğrusu ‘manevi baba’nın oğluna yardımı şeklinde yardımcı olmuştur. Ebu’l Hattab’a ilaveten Meymun el-Kaddah’da İsmail’in hizmetinde görev yapıyordu. Meymun babası Cafer hayatta iken ölmüştür. Cafer’de ondan bir süre sonra vefat etmiştir. Meymun, İsmail’in mehdiliğine inanan yeni bir fırka kurmuştur. İsmail’in oğlu Muhammed’in yetişmesinden sonra Meymun onun mehdi olduğunu iddia etmeye başlamıştır. Meymun’un ölümünden sonra hareketi oğlu Abdullah yönlendirmeye başlamış ve hareketi zirveye taşımış, Ubeydiyye Fatımıyye (Fatımiler) devletinin kuruluşuna ön ayak olmuştur. Burada Meymun el Kaddah ile oğlu Abdullah’ın Ebu’l Hattab’ın taraftarlarından olduklarına işaret etmemiz gerekir. Hattabiyye hareketi, Meymun el Kaddah ve oğlunun katılımıyla tarihte İsmailiyye olarak bilinen mezhebin doğuşuna zemin hazırlamıştır. Hattabi-Kaddahi hareketinin Karamitilerin kurucusu olan Hamdan Karmat’ın hareketiyle aynı zamanda faaliyet gösterdiğini ve aralarında etkileşim olduğuna da işaret etmemiz gerekir. Karamitiler, akide ve batıni boyutları bakımından İsmaililik’le aynı düzlemde buluşan bir fırkaydı. Her ikisi da Halife Me’mun döneminde ortaya çıkmışlardı. Bağdadi konuyla ilgili olarak şöyle der: ‘Batınilik davası, Me’mun döneminde Hamdan Karmat ve Abdullah b. Meymun el-Kaddah’la başlamıştır.”[6]

Bir yandan güçlenen Şia, diğer yandan Fatımiler devletinin kuruluşu, bir yandan da Karmati hareketinin güçlenmesi, yani aslında bu korkulu günler Halife Me’mun’un o rüyayı görmesine sebep olmuştur! Çünkü Şia’nın atıl aklına karşı koyabilecek tek bir güç vardı o da evrensel akıldı.

Halife Me’mun tercüme faaliyetini başlattığında Aristo’nun İslam aleminde tanınırlığı oldukça azdı. Bu nedenle uzun bir süre hermetik düşünce İslam aleminin baş tacıydı. Aristo’dan yapılan ilk tercüme es-Semau ve’l alem kitabı olup, Yuhanna el-Bıtrik tarafından çevrilmiştir. Fakat Aristo’nun İslam alemine girişi aşamalı olarak gerçekleşmiştir. Kitabu’l Burhan veya İkinci Analitikler ancak hicri dördüncü asırda olmuştur.

“İslam Mekke’de Allah’ın vasıtaları oldukları iddiasıyla putlara tapma eylemlerinde kendini gösteren ‘avami’ hermesçiliğe karşı bir tepki olarak ortaya çıkmışsa, Me’mun döneminde girişilen diriliş hareketi de nübüvvetin imamların şahsında devam ettiği iddiasına dayanan Şii irfancılığında kendini gösteren alim hermesçiliğe karşı bir tepki olarak gündeme gelmiştir. Diriliş hareketi sayesinde Arap dini makul ile Yunan kökenli Aristocu akli makul arasında tarihsel bir buluşma gerçekleşmiştir. Bu, aynı zamanda İslami Beyani bilgi sistemiyle, Yunan menşeili Burhancı bilgi sistemi arasında bir mutabakatın sağlanması anlamına gelmekteydi.”[7]

Felsefe ve İslam ile ilgili ilk yazımızda felsefenin İslam topraklarına geliş tarihi ve şartlarına bir mercek tutmaya çalıştık. İkinci yazımızda ise ünlü Feylesoflar ve onların hayat ve görüşlerine bir bakış atarak bu faslı da bitirmeye çalışacağım. Doğrusunu ancak Allah bilir.


[1] Muhammed Abid el-Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, sf. 251.

[2] Muhammed Abid el-Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, sf. 254.

[3] Muhammed Abid el-Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, sf. 262.

[4] Muhammed Abid el-Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, sf. 257.

[5] Muhammed Abid el-Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, sf. 258.

[6] Muhammed Abid el-Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, sf. 260.

[7] Muhammed Abid el-Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, sf. 270.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir