Özgürlük Teolojisinin İmkanları Üzerine (14) – İslam Fıkhına Genel Bir Bakış (1)

SÜNNİLİĞİN ZAFERİ

Bu yazı dizisinin başlarında söylemeye çalıştığım bir şey vardı, İslam’da ilk parçalanmalar siyasi parçalanmalar olmuştu, bu siyasi parçalanmalar itikadi tartışmaları başlatmış, bu itikadi tartışmalar da, fıkhı yani günlük ameli oluşturmuştu. Sonuç olarak tarihi seyir anlamında her şeyin başlangıcı siyasi kavgalar olmuştu. Fakat son kertede yani el-Mütevekkil’in, Mutezili düşünürleri sürmesi ve katletmesi sonrasında ortada artık itikadi bir tartışma alanı kalmamış bu tartışmayı el-Eşari bitirerek, bütün alan fıkhi okulların etkisi altına girmişti. Yani 850 yılından itibaren fıkıh her şeyi belirlemeye başlamıştı. Yaklaşık 500 civarındaki ahkâm ayeti üzerinden şekillenen bir dini günlük hayat anlayış hâkim olmaya başlamıştı.

“İslam medeniyetini ürünlerinden biriyle adlandırmak caiz olursa, onun için bir Fıkıh Medeniyeti dememiz en uygun isimlendirme olacaktır. Yunan medeniyeti için nasıl Felsefe Medeniyeti veya çağdaş Avrupa medeniyeti için Bilim ve Teknoloji Medeniyeti diyorsak İslam Medeniyeti için de bir Fıkıh Medeniyeti diyebiliriz. İslam Medeniyetinin düşünsel üretimine nitelik ve nicelik açısından baktığımızda fıkhın tartışmasız birincilik kürsüsüne yerleştiğini görürüz. Fıkıhla ilgili yazılanlar uzunuyla kısasıyla, şerhiyle muhtasarıyla, şerhlerin şerhleriyle sayılamayacak kadar çoktur. Yazılan bu kitapların tamamını sonuna kadar araştırmak dahi imkânsızdır. Yakın zamana kadar Atlas okyanusundan, Körfez’e dek bütün İslam coğrafyasında, hatta Asya ve Afrika’nın çok iç kesimlerinde fıkıhla ilgili kitap bulunmayan bir Müslüman evi bulmak olası değildi.

 Bu özelliklerinden dolayı fıkhın esas hedefi olan, sırf fert ve toplumun fiili davranışları üzerinde değil, aynı zamanda akli davranışları yani düşünme ve düşünsel üretme yolları üzerinde de güçlü etkileri vardır.” [1]

Abbasilerin ikinci devri çok çeşitli şekillerde düşünülebilir. Bu asrın en önemli özelliklerinden biri Abbasi halifesinin gücünün çok düşmesidir ve aynı zamanda İslam devletinin topraklarında birçok bağımsız ya da yarı bağımsız devletlerin ortaya çıkmaya başladığı zamanlardır. Baktığınız zaman bu şekilde bir güç azalması yaşanırken bir yandan da Sünnilik giderek toplum içinde çok güçlü bir konuma gelmeye başlamıştır.

“945 yılında İslam cemiyetinin Sünni çehresi öylesine mükemmel bir tarzda vaz olunmuştur ki, Şii yöneticilerin idaresi altında bile kendi varlığını rahatlıkla idame ettirebilmiştir.” [2]

El-Mütevekkil’in halifeliğinin ilk yıllarında hilafetin siyaseti tamamen değişmiş ve iş başında olan Mutezililer yavaş yavaş tasfiye edilmişler ve sürgüne yollanmışlardı. Hatta Hz. Hüseyin’in Kerbela’daki türbesinin ziyaret edilmesi bile yasaklanmıştı. Bu aynı zamanda güçlü olan Şia’ya karşı alınan tedbirlerden bazılarıydı. 861’de el-Mütevekkil öldürüldü, 870’te el-Mutemid halife oldu. Mutemid’den sonra halk arasında Sünni unsurlar daha fazla arttı ve artık halkın çoğunluğu halifenin de Sünni olması gerektiğini savunuyordu. Bu sırada halifelikte askeri olarak güçlü olan Türgiş Türkleri halifelikte istedikleri atamaları gerçekleştirebiliyorlardı.  Belki de bu yüzden, Türklerin etkisini kırabilmek amacıyla Mutasım zamanında Samarra’ya taşınmış olan başkent tekrar Bağdat’a getirilmişti. 936 yılında merkezdeki çekişme halifeyi çok güçsüz bir duruma getirmişti. Bu yüzden halife özellikle vazifelerinin askeri kısmını sarayın dışındaki bir askeri kumandan olan İbn Raik’a devretmişti.

“945 yılında Buveyhi ailesine mensup Muizzud Devle, ordusunun başında Bağdat’a girdi ve Emirul ümeralık mevkiini ele geçirdi. Bundan sonra yüzyıl boyunca Buveyhilerin egemenliği söz konusuydu. Daha önceki bir tarihte muayyen eyaletlerin valileri, yarı bağımsız olarak tanınmış ve halife, valiliğe bir oğul veya başka bir yakının getirilmesi selahiyetini tanımıştı. Nitekim Horasan’da Tahiriler, Sistan’da Saffariler, Tunus’ta Ağlebiler hep bu şekilde ortaya çıktı. İslam düşüncesinin gelişmesine tesir eden bu eyalet muhtariyetindeki ana cihet, bu tarzın eyalet başşehirlerinde İslami ilim hayatının genişlemesini teşvik etmesi idi.” [3]

Yukarıda belirtilen hem merkezi hem de eyaletleri idare eden kimselere ‘harb efendisi’ deniyordu ve tabirden de anlaşılacağı üzere bu kimselerin sadece askeri yönden kuvvetli olduklarını, herhangi bir fikri temelin olmadığını bize göstermekteydi. Bu yüzden bu tip idarelerde Sünni çoğunluğun olduğu merkezlerde eğer bu ‘Harb Efendi’leri herhangi bir Sünni fırkaya tabi olmamışlarsa orada herhangi bir egemenlik sağlamaları çok zor oluyordu.

“Bu devrin üçüncü önemli bir özelliği, halifenin siyasi gücünün azalmasına mukabil, selahiyetinin dini denebilecek veçhesinde bir artışın mevcudiyeti idi. Gerçekten hilafetin, Şiilerin imamlara isnad ettikleri bazı vasıflar kazandığı görülmektedir. Nitekim daha sonraki bir tarihte, 1100 dolaylarında Gazali, bir imam, halife bulunmadığı takdirde, bütün idari ve mesela evlilik gibi hukuki işlerin hükümsüz olacağını ifade ediyordu. Bu, şeriata dayalı resmi işlerin geçerliliği için, hilafetin zorunlu olduğu anlamına gelir. Her ne kadar halife, burada tetkik olunan devrin sonuna kadar siyasi bakımdan kudretsiz değilse de, onun dini selahiyetinin büyümekte olduğuna dair müphem ilk işaretler mevcuttur ve bütün bunlar, Türk vazifelilerin halifeleri tayin etmeleri veya azletmeleri gibi bir duruma rağmen cereyan ediyordu. Son olarak şu husus da kaydedilebilir, cereyan eden muhtelif olayların hepsine de ‘Sünniliğin tesisi’ dendiğinden, bu hareketin başarısı ayrı istikametteki öteki faaliyetleri de teşvik etti. Hepsinin evveliyatı, fırkalar arasındaki kavga ile birçok yerdeki isyanlardan doğan emniyetsizlik idi. Halk Sünniliğin tesisinin kendilerine emniyet verdiğini hissettiği derecede Sünniliğin muhtelif veçhelerinin daha ileri seviyede bütünleştirilip, güçlendirilmesini görmeyi arzu etti.” [4]

İMAM ŞAFİİ VE ETKİLERİ

Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanların onun sünnetini hatırlaması ve uygulamaya çalışması çok doğaldı. Bu hatırlama meselesi dört halife için de geçerli olmuştu. Aslında sünnet kelimesi, çok çeşitli biçimlerde kullanılmaktaydı ama bugün aldığı hal lafızların görünüşü şeklinde oluşmuştur ve bu aslında Peygamberin kendi dönemiyle bir çelişki oluşturmaktadır. Ama bu hal çok uzun süredir, İslam dünyasında bu şekilde sürdürülmektedir. Aslında ilk fıkıh okullarında her şehrin kendi dini düşüncesinin oluşturanlar, o yerin kendi fıkıh anlayışını Kuran kaidelerinin ışığı altında şekillendirmişlerdi. Zamanla hepsi belli normlar etrafında uzlaşmaya başlamışlardı. Bu ise özellikle İmam Şafii eliyle bizzat gerçekleştirilmiştir. İmam Şafii’nin fıkıh usulünde gerçekleştirdikleri çok önemlidir. Önümüzdeki konularda ondan çok söz edeceğiz. Yerelde uygulanan bu kurallar, örneğin Medine okulunu, Kufe okulunu vb. okulları ortaya çıkarmıştı.

“Hz. Peygamberin sünneti sözü, geçmişte bilhassa faaliyetleri için dini bir temel iddiasında bulunan siyasi önderler tarafından pek çok kullanılmıştı. Nitekim bir sapkın olan El-Haris b. Sureyc bile, adamlarını Allah’ın kitabı ve Peygamberin sünnetine çağırmıştı. Artık bu söz çok şumüllü bir tarzda kullanıldığı için, çok kesin bir manaya sahip olmaktan uzaklaştı. Herhangi bir zümrenin veya hatta bir şahsın gerçek İslami talimat olarak müteala ettiği her şeyi temsil eder oldu. Abbasi devrinin başlarında bu durum, meşhur fakih eş-Şafii’nin (820) eseri ile değiştirildi. eş-Şafii Medine mektebinin mensubu idi, fakat aynı zamanda Ehlu’l Hadis olarak bilinen şahısların görüşlerinden de etkilenmişti. O, hadislerin kadim mekteplerin veya Ashabu’r Rey’in talimatındaki tatminkar olmayan hususların tenkidinde kullanılabileceğini fark etti.” [5]

Söz buraya gelmişken İmam Şafii’nin fıkıh dünyasında yapmış olduğu etkiye girelim ama öncelikle kısaca şundan bahsetmekte fayda var. Bugün hali hazırda Sünni dünya içinde geçerli olan dört fıkhi mezhebin kurucuları olan veya daha doğru bir deyimle o mezhebler kendilerine isnad edilen mezhepler, yani Hanefilik (İmam Azam Ebu Hanife), Hanbelilik (Ahmed b. Hanbel), Malikilik (Malik b. Enes), Şafiilik (Ebu Abdullah Muhammed ibn İdris eş-Şafii), aslında kurucularından ziyade iktidarların onlara isnad etmesiyle fıkhi mezhepler haline dönüşmüşlerdir. Bu kişiler sağlıklarında mevcut iktidarlardan zulüm görmüşler ve bazıları zindanda ömürlerini tamamlamak zorunda kalmışlardır. Kısaca anlatmaya çalıştığım şey aslında bu mezheplerin kurulmasının kendilerine isnad edilen kişilerin herhangi bir mezhep kurmak gibi bir dertleri olmadığı ve işin ilginç yanlarından birinin de örneğin daha sonradan Selefilerin kendilerine örnek alacakları insanlardan biri olan Ahmed b. Hanbel ile Rey’in yani aklın en önemli temsilcilerinden biri sayılan İmam Azam’ın aynı yerde değerlendiriliyor olmasıdır. Bu aynı zamanda Hadis kitapları için de geçerlidir. Bir sürü çelişkili konular ve açıklamalar Kütüb-ü Sitte denilen Hadis külliyatında birbirinden taban tabana zıt bir şekilde neşredilebilmektedir. Aslında burada İmam Şafii’nin önemi bu çok farklı anlayışları belli bir usulde bir araya getirebilmiş olmasında ve bir fıkıh usulü ortaya çıkarabilmiş olmasında yatar.

“Şafii’nin koyduğu kuralların Arap İslam aklının oluşumundaki önemi, Descartes’in koyduğu metot kurallarının özelde Fransız düşüncesi, genelde de Modern batı Rasyonalizmi’nin oluşumundaki öneminden hiç de aşağı değildir.” [6]

  1. ve 9. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında temel iki görüşün aktığını görürüz. Birincisi, Geçmişe çok sıkı bağlı olan ve tek ölçü ve yaslanılacak kaynak olarak görülen İslam’ın mirasını esas alan akım, ikincisi ise aklı önceleyen ve geçmişin ve İslami mirasın anlaşılmasında ve yeni ortaya çıkan konularda aklı esas alan görüştür. Bu akımlar çeşitli konularda kendini farklı şekillerde göstermiştir. Örneğin;

“Tefsir ilmindeki yansıması şöyle olmuştur: ‘eser’le yani Allah Resulü ve sahabeden nakledilen haber ve rivayetlerle tefsir; diğeri ise Re’y’le yani Kuran’i söylemi anlamada dilin kuralları, Arapçanın ifade üslupları ve nüzul sebeplerini göz önünde bulundurarak aklın hükümlerinin ışığı altında içtihatla tefsir yapmak.

 Tefsir ilmi için geçerli olan durum aynı şekilde Hadis ilmi için de geçerlidir. Kimi vardır, Resul(s)’den rivayet edilen her türlü hadisi kabul edip onun sıhhatinden kuşku duymaya cüret edemez. Belki de böyleleri ona hiç kimsenin yalan isnat edemeyeceğini düşünürler. Ama kimi de vardır ki, Re’y’in mantığından hareket ederek hadislerin kabulü için bin bir şart koşar. Dil ve Nahiv sahasında da aynı durum söz konusudur. Merkezleri Kufe ve Bağdat olan, dilbilimci ve nahivciler, rivayet ve kulağa dayanırlarken, Basra merkezli olanlar, dilde ve nahivde re’y ve kıyasa dayanırlar. Gerçi bu mekânsal farklılaşma bizim için pek önem atfetmez, zira fıkıhta re’y ve içtihatı savunanlar, genelde Kufe merkezlidirler. Öte yandan dilde kıyası ön plana çıkaran Basra’da bir hayli hadisçi yaşamaktaydı.

 Mücadele her zaman, ‘eski’ ile ‘yeni’ veya değişmez ile değişebilir arasında olmamış aksine eski veya yeninin kendi içindeki bakış açıları arasında da mücadeleye şahit olunmuştur. Öyle ki herhangi bir alanda re’y’i esas alan bir şahsiyet, başka bir alanda nakil veya eseri temel alabilmekteydi. Hukukta re’y okulunun lideri olan Ebu Hanife, inançta Ehli Sünnettendi, İnanç sahasında Mutezile’nin aklı en çok kullanan adamı Nazzam, fıkıh alanında re’y, kıyas ve icmanın karşısındaydı.” [7]

Görüldüğü gibi itikadi ve fıkhi konularda normlar, bölgeden bölgeye, kişiden kişiye değişmekteydi. Yani fıkıh, kelam ve nahivde tam anlamıyla bir karışıklık hüküm sürüyordu. Bu bir tür temellerin krizi şeklinde ortaya çıkmıştı. Daha önceki yazılarımızda bahsettiğimi gibi kelam sahasındaki karışıklığı Ebu’l Hasan el-Eşari gidermişti. Nahivde ise iki temel okul, Kufe ve Basra okulları hayatlarını sürdürüyorlardı. Fıkıhta ise bu karışıklığı giderecek olan kişi İmam Şafii idi.

“Fıkıh sahasına gelince burada durum tamamen farklıdır. Bu fark ekoller arasındaki mücadelenin şiddeti bakımından değildi. Fark bu alanda etkin olan iki temel akımı temsil eden re’y taraftarlarıyla, hadisi savunanlar arasındaki mücadelenin kopmaya dönüşmesinden doğabilecek muhtemel sonuçların tehlikesi bakımındandı. Hayatın akışında ortaya çıkan yeni husus ve olayları çözüme bağlama ihtiyacının baskısı ile teorik varsayımları da haklılaştıracak bir şekilde uydurulan hadislerle hadislerin sayısı giderek kabarıyordu. Öte yandan re’y’de tabiri caizse tamamen teorik varsayımlar yolu ile sık sık naslardan esinlenmeyi ve selefin yolunu bırakarak salt aklın iyi görmesine dayanmaya başlamıştı. Öyleyse bir yandan hadis uydurma ihtiyacını ortadan kaldıracak, diğer yandan re’y kurumunu açık sınırlara riayet etmeye zorlayacak kurallara dayalı bir araştırma yönteminin tesis edilmesi zorunluydu. İşte bu görevi Muhammed b. İdris eş-Şafii el-Muttalibi üstlenmiştir.” [8]

Önceleri Medine’de olan ve Hadisçilerden ders alan İmam Şafii, daha sonra Irak’a giderek orada, Re’y ehliyle de dersler yapmıştı. Şafii her şeyi düzene sokmak isteyen beyinlerden biriydi ve usulün sınırlarını belirleyip, aklın yasalarını ortaya koymaya çalışmıştı. Muhtemelen kendisindeki bu düzenli olma titizliği aynı zamanda öğrenmiş olduğu Tıp ve Astroloji sahasındaki çalışmalarındaki metodolojiden geliyor olabilirdi. Asıl yaptığı şey şuydu;

“Kuran söyleminde yer alan beyan şekillerinin tespit ve sayımına girişerek bunları beş şekille sınırlar.

 -Allah Teala’nın bizatihi açık olması itibarıyla tevil ve açıklamaya ihtiyaç duymayacak bir şekilde yarattıklarına beyan ettiği naslar;

-Allah Teala’nın kullarına nas olarak beyan ettiği ama tevil ve açıklamayı gerektiren naslar ki bunların açıklamasını Allah Resulü’nün sünneti üstlenmiştir.

-Allah Teala’nın kitapta farz kıldığı, keyfiyetinin Allah Resulü tarafından açıklandığı emirler;

-Kuran’da yer almayan ancak Allah Resulü’nün açıkladığı ve yukarıdaki nasların gücüne ulaşanlar. Çünkü Allah, kitabında Resul(s)’e itaati farz kılmıştır.

-Allah Teala’nın hükmünün içtihatla araştırılmasını kullarına farz kıldığı hususlar.

Bunu gerçekleştirmek ise Arapçanın ifade üsluplarını ve kıyasa dayanarak hüküm ortaya koyma yöntemini bilmekten geçer. Buradaki kıyas hakkında nas veya haberin bulunmadığı bir meselenin nas, haber veya icmada ‘hükme bağlanmış bir örneğe’ dayandırılarak yapılan bir kıyastır. İşte bu noktada re’y’i kanunlaştıran ve hareket alanını belirleyen genel kural devreye girmektedir. Şafii der ki; ‘Hiç kimse ilme dayanmaksızın hiçbir şey için helal veya haram diyemez. İlim ise Kitap veya Sünnet’ten bir haber veya icma veya kıyastır. Şafii işte bu şekilde fıkhın usulünü dört asılla sınırlamış ve bunu yapmak suretiyle Ehli Hadis’le, Ehli Re’y’in yöntemlerinin arasını bulmuştur.” [9]

Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu isimli kitabında Şafii’nin gerçekleştirdiği analitik yöntemi çok güzle bir şekilde tarif etmiştir.

“Şafii, Arap Aklını yatay olarak parçayı parçayla birleştirmeye, yani fer’i asla bağlamaya yönlendirmiştir. Dikey olarak ise bir lafzı, birden çok anlama, bir anlamı fıkhi araştırmalarda birden fazla lafza birleştirmeye yönlendirmiştir. Bu dil ve kelamla ilgili yapılanların aynısıydı. Bu şekilde Arap Aklı, Şafii’nin bu girişimi sayesinde kendini besleyecek enerjiyi bu iki mihver arasında hareket etmekte bulmuş ve onu fıkhi bir akla yani bütün becerisi, fer’lere asıl aramakla, dolayısıyla her yeni meseleye, bu meselenin kıyas edilebileceği geçmiş bir asıl aramakla sınırlı kalan bir akla dönüşmüştür. Bunu yaparken de sürekli nasları temel aldığı için, naslar Arap Aklı’nın ve onun etkinliğinin kaynak otoritesini oluşturmaya başlamıştır. Böyle bir statüsü olan akıl tabii ki ancak başkasının ürettiği vasıtasıyla üretebilen bir akıldır.” [10]

Yukarıda görüldüğü gibi, İmam Şafii’nin tamamen politik olarak yapmış olduğu müdahale yani akılcılarla ve nakilcilerin arasında baş gösterecek olan çatışmanın önüne geçmiş olan ve asırlardır uygulanan yöntem bir sükunet sağlamış ve bu yöntem genel bir kural haline getirilmiştir. Fakat bu yöntem zaman içinde tam anlamıyla bir durağanlığa yol açmış ve aklı tamamen saf dışı etmiştir. Fıkhın yeniden düşünülmesi gereken günümüzde aklın, naklin emrine verilmesi değil aksine nasları akılla değerlendirebileceğimiz bir yöntemin önünün açılması gerektiği kanaatindeyim. Her dönemin kendine has şartları vardır. Bugün aklı öne koymadığımız hiçbir mesele de ilerleme imkânımız bulunmamaktadır ve özellikle bu mesele üzerinde kafa yormak gerekmektedir diye düşünüyorum. Bir daha ki yazımızda fıkıh meselesine biraz daha derinlemesine girmeye çalışacağım.

Doğrusunu ancak Allah bilir.

[1] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.109.

[2] W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.350.

[3] W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.350.

[4] W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.356.

[5] W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.358.

[6] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.114.

[7] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.115-116.

[8] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.116.

[9] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.118-119.

[10] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.121.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir