Özgürlük Teolojisinin İmkânları Üzerine (13) – Eşarilik ve Maturidilik
9. VE 10. YÜZYILDA ABBASİ HALİFELİĞİNE GENEL BİR BAKIŞ
Halife El Memun, Harun Reşid ile İranlı bir cariyenin oğluydu. Harun Reşid’in Arap eşinden olma Emin’den daha önce doğmuştu. Buna rağmen Harun Reşid, tahtın birinci varisi olarak, Arap eşinden olan Emin’i seçti ve 802’de iki kardeşin haklarını resmen açıkladı. Buna göre, El-Memun, Emin’in veliahtlığını ve Bağdat merkez olmak üzere Irak ile batı eyaletlerinin başına getirilmesini kabul edecek, Emin de El-Memun’un Merv merkez olmak üzere doğu eyaletlerinin yönetimine gelmesini onaylayacaktı. Emin’den sonra ikinci veliaht olarak Horasan valiliğine getirildi.
Ama Harun Reşid’in ölümünden (Mart 809) sonra iki kardeş arasında baş gösteren anlaşmazlık kısa sürede bir çatışmaya döndü. El-Memun, kardeşiyle arasında olan halifelik kavgasını Arap kökenli olmayan Şiilere dayanarak kazandı. El-Memun bu işbirliği nedeniyle, stratejik olarak, kendisinden sonra halifeliği, kendi ailesinden biri değil, Ali’nin soyundan gelen ve kızıyla evlendirdiği Ali bin Musa er Rıza’ya bırakacağını söyledi. Abbasilerin geleneksel siyah bayrağı yerine Şiilerin yeşil bayrağını açtı.
Bu tamamen taktik bir hamleydi. Fakat bu hamleye rağmen Şiilere bunu kabul ettiremedi ve onlar Musa er Rıza’nın hemen İmam olarak getirilmesini istiyorlardı. Sünniler de buna daha fazla itiraz ettiler ve El-Memun’un halifeliğini tanımadıklarını ve yerine üçüncü halife Mehdi’nin oğlu İbrahim’i getirdiklerini ilan ettiler. Bu gelişmeler üzerine El-Memun Bağdat’a gitmek üzere yola çıktı ve yolda önce Şii veziri Fazl bin Sehl’i öldürttü. Daha sonra yerine varis ilan ettiği ve kızıyla evlendirdiği Musa er Rıza zehirlenerek öldü. Kendisi Bağdat’a girdiğinde Abbasi’lerin siyah hırkasını sırtına geçirmişti.
El-Memun iktidar olur olmaz, iki meseleyle karşı karşıya kaldı. Birincisi daha önceki yazımızda belirttiğimiz, Süryani Papazlarla olan mucize ve İsa’nın Allah’ın oğlu olup olmadığı hakkındaki tartışmalardı ve hala sürüyordu. Kuzeyde ise Hurremiler isyanı ve başlarındaki Babek meselesi vardı ve Şia’nın halk arasındaki yayılması artıyordu. Bu nedenle iki hamle yaptı, birincisi Mutezile ekolünü iktidarın resmi söylemi haline getirdi. İkincisi de Antik Yunan felsefi eserlerini çevirttirmeye başladı. Özellikle Aristo çevirileri yaptırdı. Bu konuya daha sonraki yazılarımızda gireceğiz fakat şöyle bir ayrıntıyı vurgulayarak bu bahsi şimdilik kapatayım: El-Memun bir gece rüyasında Aristo’yu gördüğünü de iddia etmişti.
“Memun rüyasında hafifçe kızıla çalan beyaz tenli, geniş yüzlü, bitişik kaşlı, saçları dökülmüş, ela gözlü ve fiziği düzgün yaşlı bir adam gördü. Yaşlı adam Memun’un yatağının üzerinde oturuyordu. Memun şöyle der: Onun huzurundayken karşısında ezildiğimi hissettim ve ‘Sen kimsin’ diye sordum. O, ‘Ben Aristo’yum’ dedi. Buna çok sevindim ve şöyle dedim; ‘Ey filozof sana bir soru sorabilir miyim’, ‘Sor’ dedi. ‘Hüsn (iyilik, güzellik) nedir’ diye sordum. ‘Akılda iyi ve güzel olandır’ dedi. ‘Sonra nedir’ diye sordum. ‘Şeriatta iyi ve güzel olandır’ dedi. ‘Sonra nedir’ diye sorduğumda, ‘Çoğunluğun nezdinde iyi ve güzel olandır’ dedi. ‘Sonra nedir’ dediğimde, ‘Sonra, sonra yoktur’ dedi. Aristo’nun çevrilmesinde bu rüyanın büyük rolü olmuştu. Memun Roma imparatoruyla yazışıyordu. Bu rüyadan sonra ondan yardım isteyerek, Roma’nın sahip olduğu eski ilimlere ait kitaplardan bir derlemeyi göndermesini rica etti. Roma imparatoru bir süre tereddüt ettikten sonra onun isteğini yerine getirdi.”[1]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam aklının Oluşumu, s.251.
Bu rüyadan sonra felsefe kitapları İslam dünyasının içine girmiş ve gerçekten bir aydınlanma yaşanmaya başlanmıştı. Şimdilik burada keselim.
El-Memun, Mutezileyi resmi itikadi mezhep haline dönüştürdükten sonra ikinci en büyük hamlesini de Kuran’ın mahlûk olarak kabul edilmesi üzerine yaptı ve bunu devletin resmi görüşü haline getirdi. Kabul etmeyenleri de şiddetli bir şekilde cezalandırdı ve bunun böyle olmasını kardeşi Mutasım’a da vasiyet etti. Bunun en büyük eziyetini de sonradan ortaya çıkacak olan selefiliğin bir tür öncüsü olan Hanbeli mezhebinin kurucusu Ahmet bin Hanbel çekti.
Halife El-Memun hicri 218 yılında Rakka şehrinde iken Bağdat’taki vekili İshak b. İbrahim’e bir mektup göndermiş ve halkı Kuran’ın mahlûk olduğunu kabul etmeye çağırmıştı ve özellikle fakihlerle, muhaddislerin bu konuda ikna edilmelerini istemiş, kabul etmeyenlere her türlü muamelenin yapılmasını emretmişti.
“Bağdat’ta halifenin vekili kendisine verilen emri yerine getirmek için derhal harekete geçti. Fakih ve Muhaddisleri çağırttı. Aralarında Ahmed bin Hanbel de vardı. Onları istenileni yerine getirmezlerse işkence ve ceza göreceklerini ve hiçbir tereddüt gösterilmeksizin Memun’un arzusuna göre muhakeme edileceklerini söyleyerek, tehditler savurdu. Fakih ve muhaddisler istenileni yerine getirdiler ve Kuran hakkında bu mezhebi benimsediklerini ilan ettiler. Ancak dört kişinin kalbini Allah bundan korudu. Onlar cesaret ve ısrarla inançlarından fedakârlık etmediler. Bunlar Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Nuh, el-Kavariri ve Seccadedir. Bunlar yakalanıp elleri kelepçelendi, ayaklarına zincir bağlandı. Ertesi gün olunca Seccade, Halife’nin vekili İshak’ın emrini kabul etti ve bağları çözülerek serbest bırakıldı. Diğer üçü inançlarında direndiler. Öbür gün olunca aynı soru tekrar edildi ve cevap istendi. El-Kavariri’nin tahammülü bitmişti. İstenilen cevabı verdi ve bağları çözülerek o da serbest bırakıldı. Geriye iki kişi kalmıştı. Allah onlarla beraberdi. Bunlar zincirlerle bağlı olarak Tarsus’taki el-Memun’un huzuruna gönderildi. Yolda Muhammed b. Nuh şehid oldu. Ahmed b. Hanbel tek başına inancı uğruna işkence ve zulme göğüs geriyordu. Ahmed b. Hanbel yolda iken Memun’un ölüm haberi geldi. Fakat halife dünyadan ayrılırken kendisinden sonrakilere bir vasiyetname bırakmış ve bunda fakihlerle, muhaddislere Kuran’ın mahlûk olduğunu söyleyinceye kadar işkenceye devam edilmesini vasiyet etmiştir.”[2]Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.587.
“Ölüm haberi ilan edilince Ahmed b. Hanbel Bağdat’a geri getirildi. Hakkında yeni bir haber çıkıncaya kadar zindanda kaldı. Sonra Halife Mutasım karşısına çıkarıldı. Ürkütülüp, korkutulmak için her türlü yola başvuruldu. Fakat hiçbirisi fayda vermedi. Ahmed b. Hanbel’in hiçbir şeye aldırmadan inancında sebat etmesi üzerine tehditler gerçekleştirildi. Onu nöbet nöbet kırbaçlamaya başladılar. Her defasında bayılmadıkça bırakmıyorlardı. Öyle ki kılıçla dürtüldüğü zaman bile bir şey hissetmiyordu. Bu ameliye fasılalarla tekrarlanıyordu. 28 ay kadar zindanda bu işkence devam etti. Ümitleri kesilince onu serbest bırakarak evine iade ettiler. Yaraları iyi olup mescide gelme imkânına kavuşuncaya kadar ders ve hadis okutmaktan mahrum kaldı. İyileşince fetva ve hadis derslerine başladı. Uğradığı mihnet, insanların onu daha çok takdirine sebep oldu. Mutasım’dan sonra el-Vasık halife oldu, işkence vasiyetnamesi yürürlükte idi. Bu sebepten Ahmed b. Hanbel’e tekrar mihnet çektirmeye başladılar. Fakat bu sefer, kırbaçla dövülmesi emredilmedi. Bu halk nazarında onun mevkiini çok yükseltiyor ve Halifenin fikrinin yayılmasına engel oluyordu. Fikirler baskı ve zorla yayılmaz. Ahmed b. Hanbel’in karşılaştığı yeni mihnet onun insanlarla düşüp kalkmaktan, hadis rivayet etmekten ve fetva vermekten alıkoymaktı. El-Vasık ona şöyle demiştir.
‘Senin yanına hiçbir kimse gelmeyecek ve sen benim bulunduğum hiçbir yerde oturmayacaksın’ Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel, el-Vasık ölünceye kadar köşesine gizlenmiştir. El-Mütevekkil Halife olunca bu mihneti kaldırmış, fakih ve muhaddislere yakınlık göstermiş, Mutezililleri de saraydan uzaklaştırarak ellerindeki imkânları almıştır.”[3]Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.588-589.
Yukarıda Ebu Zehra’nın anlatımında da görüldüğü gibi devlet eliyle ve baskı ve zulümle hiçbir fikrin yayılma ve halk nazarında tutulma imkânı yoktur, ne kadar doğru ve haklı olsalar da… Bu nedenle bütün Peygamberler ve özellikle Hz. Muhammed rızayı tesis etmeye çalışmıştır. Peygamberin etkisi çok zaman geçmesine rağmen hala etkisi günümüzde sürdürmektedir. Zor kullanmak toplumu yönlendiren ve insanları hakikat arayışından uzaklaştıran bir şeydir.
Tabi bu sefer işler tersine dönmüş ve Mutezili inançları savunanlar zulüm görmeye başlamış ve halifeliğin uçlarına kaçmak zorunda kalmışlardır. Ayın şeyler felsefecilerin ve kurumsal olmayan ve Sünniliğe yakın olmayan Mutasavvıfların da başına gelmiştir.
El-Mütevekkil zamanında ise bir Sünni ihtilal meydana gelmiştir ve bunun da itikadi bir boyutu bulunmaktaydı.
EŞARİLİK
“Hicri 3. yüzyılın sonlarına doğru ortaya gayret ve metanetleri ile seçilen iki âlim zat çıktı. Bunlardan biri Basra’da ortaya çıkan Ebu el Hasan el Eş’ari, diğeri ise Semerkant’ta bulunan Ebu Mansur el Maturidi idi. İmam Eş’ari ile İmam Maturidi’nin Mutezile mezhebine yakın ve uzak olma derecelerine göre aralarında ihtilaf bulunmasına rağmen, bunların her ikisi de Mutezileye karşı çıkmakta tam bir ittifak halinde idiler.”[4]Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.180.
Aslında Ebu Zehra burada farkında olmadan şöyle bir itirafta da bulunuyor veya bazı şeyleri kendine göre yumuşatıyor diyebiliriz. Şöyle ki El-Eş’ari aslında bütün müktesebatını Mutezile okulundan almış birisi idi, buna karşılık Maturidi, Hanefi mezhebinden olup, bu mektepten ders almıştı. Burada bizim için önemli olan Eş’ari’nin yaptığı şeydir.
“İmam-ı Eşari H.260’da (M.873) Basra’da doğdu. M. 935 yılında vefat etti. İmam-ı Eş’ari ilmi kelamı Mutezililerden tahsil etti. Onun devrindeki Mutezili hocası Ebu Ali el Cübai’ye talebelik yaptı. İmam-ı Eşari konuşmasını çok iyi bildiği ve yaşlı bir kimse olduğu için, hocasının yerine kendisi tartışmaları yürütürdü.
İmam-ı Eş’ari Mutezillilerin sofralarından gıdalanması ve düşünce ürünlerinden faydalanmasına rağmen, Mutezililerden düşünce bakımından uzaklaşmaya karar verdi. Fıkıh ve Hadis âlimlerinin görüşlerine meyletti. Hâlbuki Eş’ari, fıkıh ve hadis âlimlerinin meclislerinde bulunmamış ve akaid ilmini bunların metoduyla okumamıştı. İşte bu nedenle İmam Eş’ari belirli bir süre evinden çıkmadı. Mutezile ve Ehli Sünnet fırkalarının delillerini karşılaştırdı. Neticede belli bir görüşe vardı, bunun üzerine evinden dışarı çıktı, insanları bir araya toplanmaya çağırdı, Cuma günü Basra şehrinde bulunan ‘el-Mescid el-Cam’ adlı caminin minberine çıktı ve insanlara şunları söyledi.
‘Ey insanlar, şüphesiz ki beni tanıyan tanımıştır, tanımayanlara ise şimdi kendimi tanıtacağım. Ben filan oğlu filanım. Kuran’ı Kerim’in mahlûk olduğunu, Allah Teâla’nın ahirette gözle görülemeyeceğini, kötü fiillerin benim gibi kullar tarafından yapıldığını söylerdim. Şimdi ise ben tevbe ettim, kesinlikle vaz geçtim. Mutezililere karşı çıkmaya ve onların rezilliklerini ortaya koymaya karar verdim.
Ey insanlar topluluğu! Bu müddet zarfında sizin gözünüzden kayboldum. Çünkü ben delilleri inceliyordum, bana göre deliller birbirine denk geldi ve bunlardan herhangi biri diğerine tercihe şayan olmadı. Bunun üzerine Allah Teâla’dan bana doğru yolu göstermesini diledim. O da bana şu kitaplara yazdığım itikadı ilham etti. Şu elbisemden soyunduğum gibi, şimdiye kadar inandığım eski şeylerden soyundum’ Eş’ari bunları söyledi ve üzerinde bulunan elbisesini çıkardı, fıkıh ve hadis âlimlerinden oluşan Ehl-i Sünnet vel Cemaat yoluna göre yazdığı şeyleri insanlara dağıttı.”[5]Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.180.
El-Eşari bu konuşmayı yaptığı sırada el-Mütevekkil halifeydi ve Mutezilililer iktidardan düşmüş ve ehli Sünnetin iktidarı başlamıştı. Bu iktidara bir itikadi boyut aranıyordu ve ilacı el-Eş’ari yazıyordu. Kendi yaptığı konuşmada, aslında deliller arasında bir fark bulamamasına rağmen ehlisünneti tercih etmek zorunda kaldığını ve ona göre bir kitap yazdığını itiraf ediyordu. Aksi takdirde kendi kellesi de tehlike altına düşecekti. Kendi konuşmasında da söylediği üzere mesele üç temel üzerinde düğümleniyordu. Birincisi Kur’an’ın mahlûk olup olmaması meselesi, ikincisi, Allah’ın ahirette görülüp görülemeyeceği ve sıfatları meselesi, üçüncüsü de Allah’ın adl olma meselesi yani kötülüğü kişilerden alıp, kader meselesi haline getirmek idi. El-Eş’ari de bunların üzerinden itikadi bir derleme yapıyor ve itikadi mezhepleri Ehlisünnet safına çekiyordu. Kendisinden sonra gelecek olan İmam Gazali’de bütün bu tartışmaları sonlandıracak ve içtihadın önünü kapatıp, zalim dahi olsalar ulul emre itaati bir hüküm haline getirecekti.
“Ebu’l Hasan el-Eş’ari devrindeki kelam anlayışı çerçevesinde imamet hakkında kelami açıklamalar getiren ilk Sünni kelamcıydı. Yani akıl tarafından üretilmiş veya şu ya da bu şekilde şeriattan esinlenmiş olan belirli asıllara ve öncüllere dayalı ilk söylemin sahibiydi. Eş’ari’nin görüşleri konumuz açısından büyük önem arz etmektedir. Bu önem sadece onun görüşlerinin daha sonraki dönemde ortaya çıkacak olan Ehl-i Sünnet’in hilafet teorisine temel oluşturmasından değil aynı zamanda kelamın İmametle ilgili fonksiyonunu, geçmişi meşrulaştırmayla sınırlamasından kaynaklanmaktadır. Bu da sünni siyasi düşünceyi geçmişe dönük bu yönelime mahkûm etmiş ve insanların geçmişteki mücadeleleri tekrar tekrar yaşamalarına ve onun içine çekilmelerine yol açmıştır.
Eşari dört halifenin meşruluklarını Şafii’nin belirlediği dört aslın tümünü kullanarak kanıtlamaya çalışmıştır. Bu bağlamda önce Kuran’ı ele almış ve bazı ayetlerinden zorlama tevillerle Ebu Bekir hilafetine dair ‘işaretler’ çıkarmıştır. Sonra hadise geçerek Hz. Peygamber’in kendinden sonra Halifelerin olacağını haber verdiğini söylemiştir. Onun bu konuda sunduğu hadis şudur:
‘Ümmetimde hilafet otuz yıldır. Ondan sonrası krallıktır.’ Eş’ari bu hadisi rivayet ettikten sonra, ravinin şu sözünü zikreder. ‘Ebu bekir, Ömer, Osman sonra Ali b. Ebi Talib’in hilefetlerini hesapladım ve toplamı otuz yıl buldum’
Eş’ari kitap ve sünnetle yetinmeyip geçmiş siyasetlerin doğruluğunu ve meşruluğunu kanıtlamak için dört temel delilin tamamını kullanmak istemiştir. Bu çerçevede sahabenin Ebu Bekir’e ‘icma’ ile biat ettiklerini zikretmiş ve bu meselede Ehl-i Sünnet karşıtlarına cevap vermiştir. Ardından da şunu ifade etmiştir. ‘Sıddık’ın imameti sabit olduğunda, Faruk(r)’un (Hz. Ömer), imameti de sabit olur. Çünkü onu imamet için vasiyet etmiştir. Osman(r)’ın imameti de sabit olur. Çünkü onun imameti de şura ehli tarafından akd olunmuştur. Ali(r)’nin ki de sabit olur çünkü onun imameti de Ehl-i hal vel akd tarafından akdolunmuştur.’ Eş’ari dördüncü aslı yani içtihadı da unutmayarak şöyle demiştir. ‘Ali, Zübeyir ve Ayşe arasında olup bitenlere gelince bütün bunlar tevil ve ictihad sonucudur. Ali imam, diğerleri de ehli ictihaddırlar. Efendimiz Ali ile Muaviye arasında geçenlere gelince, bunlar da tevil ve içtihattır.
Eşari bu sözleriyle Ehli Sünnetin hilafetle ilgili teorisinin temellerini atmış diğer bir deyişle onların eski siyasi tavırlarını Şafii’nin usulüne dayanarak teorik bakımdan temellendirmiştir. Eş’ari bu teşebbüsüyle siyasi kelamı geçmişin meşrulaştırılması haline getirmiştir. Tıpkı Şafii’nin içtihadı, rey’in kanunlaştırılması haline getirmesi gibi. Yani El-İbane müellifi Eş’ari, er-Risale müellifinin eksiğini tamamlamış olmaktadır. Aslında bunun için tam olarak bir eksiklik diyemeyiz. Çünkü mesele bir ihtiyaç ve zaruret meselesidir. Geçmişin meşrulaştırılması Şafii döneminde henüz Eş’ari dönemindeki kadar acil bir ihtiyaç değildi. Er-Risale yazarının döneminde Şii muhalefet hayli zayıftı ve Abbasilerle bir uzlaşma içindeydi. Ama el-İbane sahibinin döneminde Hilafeti ciddi biçimde tehdit edecek kadar büyük bir siyasi güç haline gelmişlerdi. Şiiler Sünni hilafet devletinin doğu kesimlerinde giderek artan nüfuzlarıyla beraber Mısır’da da kendilerine ait bir devlete (Fatımiler) sahiptiler. Dahası siyaset ve inanç alanındaki inançlarının teorik temellere kavuşmasını çok sağlam bir şekilde bitirmişler ve imamet inancını namaz, zekat ve hacdan aşağı kalmayan derecede dini bir esasa dönüştürmüşlerdi. Hatta imametin nasla olduğu şeklindeki görüşleri İslam dünyasının birçok beldesinde devlet otoritesi tarafından desteklenmeye başlanmıştı. Böyle bir ortamda, Sünni imamın ehli sünnet akaidini yükseltme ve yeni tehditlere karşı güçlendirme görevini üstlenmesi gerekiyordu. İşte bu görev İbn Haldun’un ifadesiyle ‘Kelamcıların imamı’ olan Ebu’l Hasan el-Eş’ari’ye nasip olmuştur.”[6]Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.127-129.
Cabiri’den yaptığım bu uzun alıntıyla da anlıyoruz ki, İmam Eşari’nin ortaya çıkması ve Ehli Sünnetin iktidarının sağlamlaştırılması tamamen siyasi bir hamleydi ve o günün iktidarının bir ihtiyacıydı. Eşarilikle ilgili şimdilik burada yazımızı bitirip kısaca Maturidiliğe de değinelim.
MATURİDİLİK
Muhammed b. Muhammed b. Mahmud yani bilinen adıyla Ebu Mansur el-Maturidi, Semerkant’ta doğmuştur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 944 yılında vefat etmiştir. Yahya el Belhi’nin talebesidir ve Hanefi fıkhını ondan okumuştur.
El-Maturidi, el-Eş’ari’den daha farklı bir yol izlemiştir. Hanefi âlimlerinin kahir ekseriyeti el-Maturidi’nin görüşleri ile Ebu Hanife’nin görüşlerinin birleştiğini söylemektedirler. Bu meseleler şunlardır: Allah Teâla’nın sıfatları, imanın mahiyeti, Allah’ı bilmenin akıl yolu ile mi, yoksa nakil yolu ile mi olduğu meselesi, insanın yapmış olduğu işlerin, kendiliğinden iyi veya kötü olup olmaması, Allah Teâla’nın bütün mahlûkat üzerindeki mutlak hâkimiyetini kabul etmekle beraber, kulun fiilinin, kulun kendisine nisbetinin derecesi, kaza ve kader meselesi ve benzeri konular.
Maturidiler ile Eş’ariler arasında çok büyük farklar olmadığı düşünülür ama durum aslında tam öyle değildir. İkisi de Mutezile’nin görüşlerine karşı görüşler öne sürmüşlerse de metod bakımından birbirlerinden oldukça farklıdırlar.
“Eş’ariler, Allah Telala’yı bilmenin nakil yoluyla vacip olduğunu kabul ederlerken, Maturidi’ler, Ebu Hanife’nin metoduna uyarak, Allah’ı bilmenin akıl ile vacip olduğunu söylemişlerdir. Eş’ariler şeran bir delil olmadıkça eşyanın akıl ile idrak edilebilecek bir iyiliği bulunduğunu kabul etmezler. Maturidiler ise, eşyanın aklı ile idrak edilebilecek, kendiliğinden bir iyiliğe sahip olduğunu kabul etmişlerdir.
Bu sebeple şu neticeye varırız ki; Maturidi’nin metodunda, israfa kaçmaksızın ve tökezlemeksizin, aklın büyük bir otoritesi bulunmakta, Eş’ariler ise, nakil ile bağlı kalmış, nakli delilleri geçmişteki uygulamalarla desteklemişlerdir, öyle ki araştırıcı bir kişi, Eş’arilerin fıkıh ve hadis âlimleriyle, Mutezililerin arasında orta bir yol tuttuklarını, Maturidilerin ise, Eş’ariler ile Mutezililer arasında bir yol izlediklerini görür.
Müslümanların mümin olduklarında ittifak ettikleri şu dört fırkanın bir meydanda bulundukları kabul edilecek olursa, meydanın bir ucunda Mutezile, diğer ucunda hadis alimleri, ortanın Mutezile tarafında Maturidiler, hadisçiler tarafında ise Eş’ariler görülür.”[7]Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.198-199.
Maturidi akli delilerden giderek uzaklaşan ve sadece nakli delillerle ve geçmişe atıfla aklın bizi fitneye sürükleyebileceğini söyleyen hadis ve fıkıh alimlerinden uzaklaşarak Kitabı Tevhit kitabında şöyle demiştir.
“Akli araştırmayı inkâr edenin, akli araştırmayla elde ettiği delilden başka bir delili yoktur. Bu da bu gibi insanlara, akli araştırmanın zorunlu olduğunu söylemeye mecbur kılar. Bunlar akli araştırmayı nasıl inkâr edebilirler? Hâlbuki Allah Teâla kullarını, akli araştırmaya davet etmiş ve onlara düşünmeyi ve muhakeme etmeyi emretmiş, onları öğüt ve ibret almaya mecbur kalmıştır.”[8]Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.199.
Görüldüğü gibi Maturidi, Ebu Hanife’nin akıl ekolünden geldiği için kelam ilminde akli yöntemlere başvurmayı bilmiş fakat ifrat ve tefritten oldukça kaçınarak, daha sonra Türklerin resmi mezhebi olacak olan Hanefiliğe çok büyük katkılarda bulunmuştur.
Bu yazımızı burada keselim, daha sonra ki yazılarımızda özellikle Türklerin Müslümanlaşması ve Anadolu macerasında, Maturidiliğin yeri konusunda tekrar ve daha geniş olarak, Ebu Mansur el-Maturidi’nin ‘Kitabu Tevhit’ isimli kitabından çok daha ayrıntılı bir şekilde bu ekolü anlatmaya çalışacağım.
Doğrusunu ancak Allah bilir.
Dipnotlar
↑1 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam aklının Oluşumu, s.251. |
---|---|
↑2 | Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.587. |
↑3 | Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.588-589. |
↑4, ↑5 | Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.180. |
↑6 | Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.127-129. |
↑7 | Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.198-199. |
↑8 | Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s.199. |