Özgürlük Teolojisinin İmkanları Üzerine (1)
Ey Nesimi Can Nesimi ol gani mihman iken
Yarın şefaatlarım Ahmed-i Muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol Gani Settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylem
Seyyid İmameddin Nesimi
Bu seriye giriş anlamı taşıyabilecek Kurtuluş Teolojisi ve Dini Taban Cemaatleri adlı yazıyla Latin Amerika’ya tarihsel ve sosyolojik bir göz atmış, “Kurtuluş Teolojisi” bahsiyle bir dönem çok etkin olan ve şu anda artçı tesirlerini gösteren bir özgürlük mücadelesini, bunun sosyolojik ve dini tabanları üzerinde etkilerini anlatan bir yazı kaleme almıştım. Yazının sonunda da böyle bir halin bu topraklarda yeşerebilme imkânlarının var olup olmadığı ile ilgili sorgulamayı bir sonraki yazımızda yapabileceğimizi söylemiştim. Üzerinden zaman geçmiş olsa da bu seriyle “Böyle bir teolojinin imkânları İslam içinde var mı?” sorusuna odaklanacağım.
Yazımızda şöyle bir pasaj vardı.
“Gustavo Gutierrez’in görece erken düşüncelerinde teolojik kavramlarla gayet güzel ifade edilmişti.
‘Bir dünya inşa etmek, bir ilk aşama veya sıçrama tahtası değil, kurtuluşun kendisidir. Eğer kurtuluştan kastettiğimiz şey daha az insan olma halinden daha çok insan olmaya bir geçiş ise, kardeşlik temelinde adil bir toplumun yaratılması, insanlığın kurtuluşudur. Bu nedenle Kurtuluş sadece bir dini kavram değildir.’
Gutierrez bu şekilde, Eski Ahid ve Yeni Ahid’in şeriatını tek bir paragrafta izah ediyordu. Yani Eski Ahid’in, (Tevrat) bu dünyaya dönük şeriatı ile, Yeni Ahid’in, (İncil) öbür dünyaya dönük şeriatını tek bir söylem içinde birleştirmiştir. Tanrı’nın ve Hükümdarın hakkını ayıran ve burada dünyayı ve ahreti birbirinden farklılaştıran söylem, ikisini aynı vücutta birleştiren bir söyleme dönüşmüştür.”
Evet, bu çok önemliydi, öğreti olarak insanı bu dünyanın günahından kurtarmak üzere gelen Hz. İsa’nın kendisini feda etmesi üzerine kurulan İncil, bütün inananlarına “Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin.” diyordu. Yukarıdaki pasajda ise Gutierrez inananlarına direnişi tavsiye ediyordu. Bir yandan Oscar Romero dönüyor ve askerlere “Üstleriniz size öldürme emri verdiğinde, siz Tanrı’nın öldürme emrini ‘öldürmeyeceksin’ sözünü hatırlayın” diyordu. Diğer yandan bütün Rahipler ve kardinaller daha az insan olma halinden, daha çok insan olma haline geçmek için halkı bir direnişe davet ediyordu. Bu temel Hristiyan inancının ve özellikle Katolik dünyanın söylediklerine ters bir haldi.
Peki İslam için ne söyleyebiliriz? İslam’ın içinde böyle bir direniş mesajı var mı? İslam bizim için ne murad ediyor? Biz Müslümanlar olarak bize şah damarımızdan daha yakın olan bir Allah’a inanıyor ve ona iman ediyoruz. Yani tek tek birey olarak bizim her halimizi bilen, bütün kainatı ol deyince oldurmuş, eşi ve benzeri olmayan, evveli ve ahiri olmayan, bizi ezelde yaratıp, ahirde yanına alacak olan, her zerrenin sahibi olan bir Allah’a iman ediyoruz ve ahiret günü iman ve amelimizden dolayı hesaba çekileceğimizi biliyoruz. İslam bizim için ne sadece bu dünyayı, ne de sadece ukba’yı düzenleyen bir din değildir. Bizleri her iki âlemde de yaşarken yapmamız ve yapmamamız gerekenler konusunda uyaran ve 24 saatimizi Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamamızı emreden bir hayat biçimidir. Biz, bir tek Allah’a inanırız ve ondan başkasının otoritesini kabul etmeyiz. Ondan başkasına kulluk yapmayız ve ondan başkasından korkmayız. Allah’ın yarattığı hiçbir varlığın otoritesine inanmayız. Bu bir Müslüman’ın kabaca inanması gereken ve kabul etmesi gereken prensiplerdir. Biz Müslümanlar bu prensipleri Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehadet ile ifade ederiz. İşte her kim ki Kelime-i Şehadet’i diliyle söyler ve kalbi ile tasdik ederse İslam dairesi içine girmiş olur. Bundan sonra o kişinin imanını sorgulamak bize düşmez o ancak kalplerde ne olduğunu bilen Allah’ın tasarrufu dâhilindedir ve yargılayacak olan O’dur. Bizim inancımıza göre “Allah’ın Resulleri (Allah hepsine salat ve selam eylesin) değişik dinlere mensup değillerdi. Hiçbiri kendi kavmine, kendisinden önce gelmiş olan resulün dinini terk etmeyi emretmemiştir. Çünkü Peygamberlerin dini birdir. Buna mukabil her resul kendi şeriatına davet etmiş, kendinden önceki resulün şeriatına uymaktan nehyetmiştir. Zira resullerin şeriatları çok ve muhteliftir. Bundan dolayı Allah Kuran-ı Kerim’de ‘Sizin her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı.’ (Maide 5/48), buyurmuştur. Allah bütün Peygamberlere tevhid demek olan dinin ikamesini, dinlerini tek bir din kıldığı için de ayrılmamalarını emretmiştir. ‘O, size dinden Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimizi; dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye kanun yaptı.’ (Şura, 42/13) ‘Senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki ona, benden başka hiçbir ilah yoktur, ancak bana ibadet edin diye vahyetmiş olmayalım.’ (Enbiya 21/25), ‘Allah’ın yarattığı değiştirilemez din budur’ (Rum 30/30), Yani Allah’ın dini değiştirilemez. Nitekim din, tebdil, tahvil ve tağyir edilmemiştir. Şeriatler ise tebdil ve tağyir edilmiştir.”[1] İmam-ı Azam’ın Beş eseri, El Alim Vel Müteallim, s.10-11. Biz ancak insanın amellerine bakıp iyi bir insan mı, salih bir Müslüman mı ona bakabiliriz. Bu bakımdan öncelikle tevhid meselesine bakmamız gerekiyor, nedir Tevhid?
“Benim Dünya görüşüm Tevhid’den ibarettir. Elbette bir inanç olarak tevhid, bütün muvahhidlerin ittifak ettiği bir konudur; ama burada bir dünya görüşü olarak bahsediyorum tevhid’den. Benim görüşüm ve tevhidi dünya görüşünden amacım, bütün dünyanın, dünya ve ahrete, fizik ve fizik ötesine, madde ve manaya, ruh ve cisme ayrılarak değil, tek vahdet olarak algılanmasıdır. Yani tüm varlığın tek bir küll, tek irade, akıl, duygu ve hedef taşıyan, diri ve şuurlu tek bir gövde olarak algılanmasını amaçlıyorum. Çokları inanmaktadırlar tevhide, ama sadece bir dini, felsefi bir görüş olarak: Allah birdir, birden çok değildir. Sadece bu kadar, fazlası yok. Ama ben tevhidi bir dünya görüşü olarak anlıyorum ve İslam’ın onu bu kavramla söz konusu ettiğine inanıyorum.”[[Ali Şeriati, İslam Bilim 1, s.48]]
Hz. Ali diyor ki, “Allah, eşyanın dışındadır; ama yabancı değildir. Eşyanın içindedir; ama onunla aynı değildir.” [2]Ali Şeriati, İslam Bilim 1, s.49
Bu müthiş bir ifadedir. Her şeyin içinde olan fakat aynileşmeyen, aynı zamanda her şeyin dışında olan ama yabancılaşmayan bir yaratıcı tasavvuru.., Bence bizim inancımızın temelleri burada yatmaktadır. Seyyid Nesimi bu bağlamda şöyle der:
“Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam
Cevher-i la mekan benem, Kevn-ü Mekan’a sığmazam”
Bu inanç üzere olan bir toplum Halife Ömer’i kılıçlarıyla hizaya getireceklerini ifade edebilir, çünkü onlar için sadece Allah rızası önemlidir.
Devam edecek olursak, İslam görüldüğü üzere sadece bir tapınak dini değildir; aynı zamanda İslam dini insanların sadece sosyal adalet peşinde koştuğu, dünyayı düzeltmekle uğraşan bir din de değildir. Bu ikili bir şeydir, bir mümin bir yandan kendini ıslah ederken bir yandan da toplumu için uğraşır, diğergâmdır. Bir yandan hayatla ilgili mücadelesini sürdürür, diğer yandan ibadetleriyle imanını ahlakı ile bütünlemeye çalışır. İslam insanın her şeyine düzenleme getiren bir haldir, yaşama biçimimizdir, 24 saatimizdir. Emr-i bil maruf, Nehy anil münker’dir.
Allah bizim her anımıza şahittir, iyi ya da kötü yaptığımız bütün amelleri bilir ve bütün bunlardan sorumluluklarımız ortaya çıkıyor. Yani gecenin de, gündüzün de yeryüzünün de, gökyüzünün de her şeyin sahibi, mülkün sahibi yüce Allah’tır. Bütün kullarına karşı çok merhametli ve çok bağışlayıcıdır. Biz buna inanırız, bugün yaşadığımız modern dünyada bir kulun bu şekilde Allah’a bağlanma, ona tevhidi bir iman taşıma ve birbiriyle ve Allah’ın yarattığı bütün diğer canlı cansız mahlûkatla bir arada yaşayabilme imkânı var mıdır?
MODERN DEVLET VE ETKİLERİ
Konuyu açmak için öncelikle modern devlet kavramına ve bizim hayatımıza nasıl etki ettiğine bir bakalım.
Belirli bir toprak bütünlüğü üzerinde egemenliğe sahip ve bir hükümetle yönetilen insan topluluğu, modern devletin vazgeçilmez unsurlarıdır.
“Modernlik ruhu ve uygulanımlarının geliştiği toplumlar, harekete geçirmekten çok çeki düzen vermenin peşindedirler.”[3]Alain Tourrane. Modernliğin eleştirisi s. 49
Günümüzde modern devlet, varlığını sürdürebilme, geleceğine ilişkin planlar yapabilme, bu planları uygulayabilme, egemenliğini tehdit edecek bütün gelişmelere karşı anında tepki geliştirebilme ve önlemler alabilme yeteneğine sahip egemen bir siyasal varlık olmak zorundadır. Çünkü yurttaşın A’dan, Z’ye bütün yaşam biçimini kontrol etmek zorunluluğu duyar, kendi inisiyatifi dışında bir yaşam biçimi oluşmasını önlemek üzere inşa edilmiştir.
“Modern devleti kendisinden önceki sosyal örgütlenmelerden ayırt eden en temel özelliği, merkezileşmiş ve kapsayıcı bir iktidar yapısına sahip oluşudur. Başka bir deyişle, modern devlet, kendisinden önce gelen siyasal örgütlenme biçimlerinden farklı olarak çok merkezli ve çoğulcu iktidar yapısından, bölünmemiş, tek (mutlakçı) bir iktidar merkezine yönelir”[4]Christopher Pierson Modern Devlet, 2000, s. 28
“Modern devletin belirli bir toprak parçası üzerinde tek egemen oluşu, yani merkezi otoriteyi oluşturması, bununla bağlantılı ikinci bir özelliğini daha ortaya koyar. Modern devlet belirli toprak parçası üzerinde egemen olmakla kalmaz; bu toprak parçası üzerindeki tüm sosyal ilişkileri de düzenler. O halde modern devletin merkeziliğini yalnızca belirli bir toprak parçası üzerindeki egemen güç oluşuna bağlamak, bizi hatalı bir sonuca götürür. Aksine modern devletin merkeziliği, kamu yararına olsun ya da olmasın, coğrafi sınırları belirli bir mülki bölgede (territory) yaşayan herkesi kapsamasını ve sosyal ilişkilerin düzeni açısından belirleyici olmasını ifade eder. Başka bir deyişle, modern devletin kuralları, coğrafi alanın değil, bireyleri birbirlerine bağlayan sosyal bağların bir fonksiyonudur” [5]Norman P.Barry Modern Siyaset Teorisi, s.72
Yukarıdaki paragraflarda da görüleceği üzere Modern devletler “ahir zaman tanrıları” gibi hareket etmektedir. Yani vatandaşının doğumundan ölümüne kadar bütün planlamasını yapmakta, onu izlemekte, onu uyumlu bir vatandaş haline getirmek için gerekli planlamaları ve çalışmaları yapmaktadır.
Müslümanlar olarak Allah’a göre değil, modern devletlere göre yaşamaktayız. Doğduktan sonra evde ne kadar kalacağımızı, ne zaman okula gideceğimizi, hangi tür okullarda okuyacağımızı, hangi tahsili alarak hangi mesleği seçeceğimizi, ne zaman evleneceğimizi, nasıl bir işte çalışacağımızı, hangimizin ne kadar vergi verip, daha makbul vatandaş olacağını, kimin ne zaman askerlik yapacağını, kimin bu görev esnasında ölüme gideceğini, kimin askerlik dahi yapmayacağına, nereden nasıl ev, araba bilumum eşya alacağımızı, ne zaman çocuk sahibi olacağımızı aslında sermaye ile birlikte modern devletler belirliyor. Nerede ibadet yapacağımızı, üstümüze başımıza ne giyeceğimizi, kaç yıl çalışacağımızı her şeyi ama hayatımıza dair her şeyi modern devletler belirliyor. Bizler tek ve sonsuz kudretteki Allah inancıyla özgürleşmek isterken, modern zamanlar ve modern devletler bizi köleleştirmektedir. Çünkü biz Müslümanlar, daha Allah rızasını kazanmaya sıra gelmeden, devletin rızasını kazanmak peşinde koşuyoruz.
Modern devletin bize biçtiği din hakkında da biraz bahsedelim ve diyanet meselesine hafif bir giriş yapalım. Çünkü bildiğiniz gibi Latin Amerika’daki mücadelenin bir ayağı dindar köylüler, şehirliler, yerli kökenli insanlar iken diğer ayağında yani teoloji ayağında rahipler, kardinaller var. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, daha önce tariflediğim üzere tevhidi inanç biçimi aslında bu konuda bize herhangi bir teolojik çalışmayı öngörmez. Daha açık ifadeyle teoloji oluşturmak din adamlarının işidir ve İslam’da din adamı sınıfı yoktur. Fakat maruz kaldıklarımız tam olarak öyle olmamaktadır ve Emevi saltanatından buyana din meselesi her zaman kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır. Bu durum mesela Osmanlı’da sarayda Şeyhülislam’lık kurumunu meydana getirmiştir. Ondan önce ise Selçuklu Devletin’de Nizamülmülk’ün bu konudaki çalışmalarını görmekteyiz. Gazali’de uzun müddet bu çalışmalara katılıyor fakat saraydaki entrikalar öyle bir hal alıyor ki, bütün malını mülkünü satıp bağışlıyor ve Mekke’ye hacca gidiyor. Nizamiye medreseleri ise bütün dini politikayı belirler hale getiriliyor. Pe ki fetvayı kimler veriyor ve fıkhı kimler yapıyor? Elbette konusunda “derinleşmiş” din alimleri yapıyor ama bunlar İmam-ı Azam gibi devletten bağımsız çalışan alimler mi yoksa talebesi Ebu Yusuf gibi devlete bağımlı gibi mi hareket ediyorlar? Bu alimler maişetini temin eden kurumun lehinde kararlar almak zorunda kalıyorlar ve adaleti tahrip ediyorlar. Şu durumda şöyle soralım, modern devlet, yani bizim en mahremimize bile karışan devlet, din alanını düzenlemeye yeltenmez mi? Elbette yeltenir ve bu niyetlenme bizde Diyanet İşleri Başkanlığı’na veya işte İlahiyat Fakültelerine denk düşer. Pe ki bizde Diyanet İşleri Başkanlığı ne yapar?
Rahmetli Necip Fazıl; Diyanet İşleri değil, Cinayet İşleri Başkanlığı derdi. Tabii o daha çok bizim Diyanet’in ölülerle ilgili yaptığı çalışmalarla böyle dalga geçiyordu ama kurum gerçekten bu sözü hak ediyor.
Şöyle bir örnekle anlatayım, bir Cuma günü camide namazı bekliyoruz, imam bir yandan vaaz vermeye devam ediyor, ezana neredeyse 5 dakika ya var, ya yok, diyor ki:“Dışarıda dilenciler var, her Cuma buraya geliyorlar, dileniyorlar. Ben ilmihale baktım, onlara sadaka vermezseniz her hangi bir günaha girmezsiniz, kardeşim hep geliyorlar. Vatandaşın huzurunu kaçırıyorlar, insanlar doğru dürüst namazını kılamıyor.” Şöyle içimden bir ya sabır çektim. Namaza durduk, imam hutbe vermeye başladı, sona doğru gelirken dedi ki:“Muhterem Müslümanlar, Camimizde şöyle şöyle işler var, onlar için bir yardımda bulunur musunuz?”
Şöyle bir düşündüm, Diyanet’in imamı dışarıda gördüğüm sadaka bekleyen insanları, birkaçı da Suriye’den savaştan kaçmış kadın ve çocuklardı, bir lokma ekmeğe muhtaç oldukları belli olan insanlara yardım etmemeyi ilmihale bağlayıp günaha girmezsiniz diyor. Sonra caminin, betonuna, tesisatına, eften püften şeylerine para isteyip bizi hayır yapmamız için teşvik ediyor. Eğer bir din adamı artık, kendi camisi önünde muhtaç durumdaki insanlardan rahatsız hale gelmişse, onun vicdanını ve inancını sorgulaması gerekmez mi? Eğer bir Müslüman kapısının önünde insanlar açlıktan dilenirken o gönül rahatlığıyla namaz kılıyorsa onun amelinin Müslümanca olup olmadığının sorgulanması gerekmiyor mu?
Oysaki aynı imam bize ölüm döşeğindeyken evindeki son parasını fakir fukaraya gönderen Hz. Peygamber’den bahsetmiyor mu? Pe ki bu bahsettiği şeyi kendisi anlamayan bir imam bize nasıl bir ışık tutabilir? Görünen odur ki maalesef dinimiz hızla sadece bir tapınak dini olma yolunda ilerlemektedir.
Günümüzde Birleşmiş Milletler verilerine göre, dünyada 840 milyon kişi açlık sınırında yaşam mücadelesi veriyor. Günde 24 bin insan açlıktan ölüyor. Yoksulluğun en az yaşandığı Amerika kıtasında bile, bugün 31 milyon insan, bir sonraki öğünde yemek yiyip yiyemeyeceğinden emin değil. Devlet İstatistik Enstitüsü Hane Halkı Bütçe Anketi’ne göre, ülkemizde en yoksul yüzde 20’lik kesim, aile başına yalnızca bin 625 dolar tüketim harcaması gerçekleştiriyor. Ankete göre, en zengin yüzde 20’lik dilim ise, ortalama 10 bin 944 dolarlık harcama yapıyor, en yoksul dilimdeki aileler ise ayda ortalama 135 dolara geçinmeye çalışıyor. Yani günde 1 dolara geçinen 14 milyon insan var. Ortalama hane sayısının 4.3 kişi olduğu dikkate alındığında en yoksul yüzde 20’lik dilimdeki ailede kişi başına günlük tüketim harcamasının 1 dolar dolayında olduğu belirlenmiş. Buna göre, 13 milyon 925 bin kişi, uluslararası standartlara göre, “açlık sınırı” olarak kabul edilen günlük 1 dolarla geçinmiş. 28 milyon yoksul var. Yine ankete göre, nüfusun yüzde 40’ını oluşturan yaklaşık 20 milyon kişi günde 2 doların altında kalarak, uluslararası standartlara göre, “yoksul” sınıfına giriyor. En varlıklı yüzde 20’lik gruptakiler ise, günde kişi başına 7 dolar dolayında tüketim harcaması yapıyor. Buna göre, refah düzeyinde en yoksul-en zengin kesim arasında 6 katlık bir fark oluşuyor.
Şu anda Türkiye’de 1 milyondan fazla taşeron işçi var ve bunların hemen hemen tamamına yakını asgari ücretle ev geçindiriyor, yani açlık sınırının altındaki bir rakam üzerinden maaş alıyor. Bu ülkede günde yaklaşık 5-6 civarında işçi iş cinayetlerinden hayatını kaybediyor. Mesela bu yılın ilk on ayında 255 kadın öldürülmüş durumda, memleketin her tarafından hak ihlalleri haberleri geliyor. Şu anda sokaklarda yaşayan insanların sayısı yönünden tatmin edici hiçbir rakam yok ama en azından benim gözlemlediğim, savaştan kaçan mültecilerle beraber çok ciddi sayıda insan sokaklarda yaşıyor.
Yukarıdaki rakamları daha da çoğaltabiliriz. Şu anda dünyada insanlar müthiş bir adaletsizlik içinde yaşamaya devam ediyor ve biz Müslümanlar bundan rahatsız olmuyoruz, böyle bir şey olabilir mi? Biz Müslümanlar eğer modern devletlerle ve kapitalizmle hesaplaşmazsak, korkarım ki hem bu dünyamızı hem de ahretimizi kaybedeceğiz. Hani biz diyarı Dicle’de bir kurdun kaptığı koyunun hesabını sorulduğu bir dindendik? Hani bizim Peygamberimiz kimsesizlerin sahibiydi? Hani Hz. Ebubekir bütün varını yoğunu İslam yolunda harcamıştı da sonra bir kadının keçisini sağarak hayatını devam ettiriyordu? Kendi halifeliği sırasında öldürülen Yahudi bir kadının derdinden Hz. Ali “İnsan bu dert yüzünden ölse herhalde kınanmaz.” demiyor muydu?
Bir Müslüman için hem hayat, hem ahiret ayırt edilmez. Tıpkı Kuran’ın namaz emirlerinde olduğu gibi namaz ve zekatı ya da infak etmeyi veya Allah yolunda harcamayı birlikte emretmez mi?
“Onlar ki gaybe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar.” (Bakara, 2/3)
“Hem namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, rüku edenlerle birlikte siz de rüku edin.” (Bakara, 2/43)
“Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, namazı kılan, zekatı veren, Allah’a ve ahiret gününe iman edenlerdir. İşte onlara büyük bir mükafat vereceğiz.” (Nisa 4/162)
“Erkek ve kadın bütün müminler birbirlerinin dostları ve velileridirler. İyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirirler, namazı kılarlar, zekatı verirler, Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunları Allah rahmetiyle ağırlayacaktır. Çünkü Allah azizdir, hakimdir.” (Tevbe, 9/71)
Namazlarımızı kılarken, gözümüzün önündeki yoksulluğu sorgulayıp, bunun yok edilmesi için mücadele etmiyorsak, sosyal adaleti sağlamanın yolarını aramıyorsak, biz nasıl hesap verebiliriz?
Hani eski bir söz vardır. Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, her an ölecekmiş gibi öbür dünya için çalışmak lazım diye. Bizim zamanımızın Müslümanları bu dünya için çalışmayı para biriktirmek, öbür dünya için çalışmayı gidip sadece namaz kılmak, oruç tutmak gibi anlamış olsalar bile bu söz bizim ilerleyeceğimiz yolu belirliyor. Bizler bu dünyada ki haksızlıklar için sonuna kadar mücadelemizi bir yandan sürdürürken, bir yandan da salih amellerimizi ve ibadetlerimizi yerine getirmemiz gerekiyor ve bunu da sadece Allah’ın rızasını kazanmak için yapmak durumundayız. Bu bizim özgürlük mücadelemizdir. Pe ki bu söylediklerimin İslam tarihinde karşılığı var mı, bu soru doğal olarak sorulabilir. Bu meselelerle de bir sonraki yazımızda girelim.
Son söz olarak mevzuyu Aliya İzzetbegoviç’ten bir alıntıyla bağlayayım.
“Hayat inanan ve salih ameller işleyenler dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur.”