Mazlumder Çatışma ve Çözüm İzleme Grubu’dan Sinan Kızılkaya İle Süreci Konuştuk, Barış İhtimallerini Aradık
-Mazlumder Çatışma ve Çözüm İzleme Grubu, ne zaman, nasıl motivasyonlarla kuruldu, nasıl çalışıyor?
-Grubumuz çatışmaların yeniden başladığı Temmuz 2015’in ardından Diyarbakır’da sanırım Eylül ayında gerçekleştirdiğimiz genişletilmiş bir MYK toplantısında kurulmuştu. O dönem yeniden başlayan çatışmalar endişe vericiydi. Çünkü nispi bir sükunet dönemi ve ön-müzakere sürecinden sonra bu noktaya gelinmişti ve bu tür durumlarda hep olduğu gibi yeniden başlayan çatışmaların daha şiddetli olabilme ihtimali görünüyordu. Bu ihtimal karşısında özellikle çatışmaların yoğun olduğu illerden gelen arkadaşlarımız duruma müdahale edebilecek bir mekanizmanın kurulmasını istiyor, tarafları yeniden müzakere pozisyonuna çekecek bir baskı oluşturmanın imkanlarını sorguluyorlardı. Durumu sadece izlemek tatmin edici birşey değildi ve tarafların bu çatışma sürecinde gerçekleştirmesi kuvvetle muhtemel olan ihlallere karşı uyarı rolü oynayacak, en azından toplumun etkilenme düzeyini aşağıya çekmeye çabalayacak sorgulayıcı bir göz gerekiyordu. Grup bu amaçla, MAZLUMDER’in çatışma sürecine ve bu süreçte barış imkanlarına odaklanan gözü olmak için kuruldu. Fakat tahmin edemeyeceğimiz kadar uzun süren ve hırpalayıcı geçen bir çatışma dönemi yaşadık. Maalesef toplumun bu çatışmadan etkilenme düzeyi öngörülebilecek olanın çok üstünde bir düzeyde gerçekleşti. Sürecin bu şekilde uzaması bizim enerjimizi de zaman zaman tüketti ve bir çok olaya, bölgeye yetişemedik. Nihayetinde sınırlı bir ekiple ve tamamen gönüllülük üzerinden faaliyet gösterebilen bir kurumuz. Birçok olayda MAZLUMDER’in gönüllülerinden destek alarak saha raporlamalarını yürütmeye gayret gösterdik fakat talep edeceğimiz desteği verebilen insanlar da zamanla birçok yerde birbirine benzer şekilde cereyan eden olaylar karşısında aynı faaliyetleri yürütmenin sonuçsuzluğu karşısında tükendi. Aslında bu kadar yoğun ve uzun süren bir çatışma süreci için anlaşılır bir durum bu. Yine de temelde iki şeyi yapmaya çalıştık. İlk olarak yaşanan ihlallerin olaylar veya alanlar özelinde bir raporlarını çıkarmaya çalıştık. İkinci olarak, çatışmanın sürdürülemezliğine ve müzakere pozisyonuna dönmeye yönelik çağrıları sürekli kılmaya çalıştık.
“Araya bir mesafe girmeden, insanlar kendi duygularıyla girdikleri mücadeleyi bir istikrara kavuşturmadan ve kendilerini emniyetli bir noktada görmeden herşeyi öğrenebilmemiz mümkün olmayacak.”
-Çatışma ve Çözüm İzleme Grubu’nun belgeleme ve raporlama faaliyetleri, hangi tekniklerle nasıl bir zeminde yürüyor, neyi amaçlıyor?
-Öncelikli olarak şunu anlamaya çalışıyoruz: aslında ne oldu? Bizzat sürecin mağduru olan sivil halkı merkeze alarak ve çoğunlukla onların beyanlarına dayanarak sürecin genel bir resmini çıkarmaya çalışıyoruz. Bunun için ilk olarak olay mahallinde yerleşik olan ahaliyle yüzyüze görüşerek onların dilinden olayların akışını netleştirmemiz gerekiyor. Mümkün oldukça fazla kişiyle görüşerek resmi tamamlamaya çalışıyoruz. Rivayetler ve şahitlikler arasında gidip gelen aktarımlar arasında bu çok kolay başarılabilecek birşey değil. Çünkü çatışma ortamının kendisi insanların bütün olayları sırayla izlemesine imkan verecek görüş açılarını yok eden mahiyette. Kendisini ve ailesini korumak için sürecin tamamını gözlemlemekten vazgeçebiliyorlar ve sonrasında olup biteni anlamlı bir anlatıya dönüştürmek, olayı yaşayan kişi için de bir mücadele meselesi haline geliyor. Ama buna rağmen çoğu insanın bizzat deneyimlediği, şahit olduğu sürüyle durum var karşımızda. Aynı zamanda bu deneyimlerin açık kaynaklardan izlenebildiği haliyle olay akışıyla, coğrafya ile, çatışma sonrası mekan içindeki izlerle karşılaştırılmasını sağlayacak veri setleri oluşuyor. Bu bakiye elimizdeyken olay bölgesinde aynı zamanda idari temsilciler ile görüşmeye çalışıp sürece dair onlardan bilgi almaya çalışıyoruz, fakat bu genelde akim kalan bir çaba oluyor çünkü idari temsilciler devleti savunma refleksiyle insan hakları örgütlerine karşı ketum veya önyargılı olabiliyorlar. Ama buna karşın çatışma bölgelerinde bulunan siyasi parti temsilcileri biraz daha açık oluyorlar, bu bölgelerde yerleşik bir parti teşkilatına sahip olan HDP / BDP, HÜDAPAR ve Ak Parti temsilcileri ile görüşmeye çalışıyoruz. Diğer taraftan Belediye, Oda veya Baro temsilcileri gibi taşrada nisbi bir önemi olup bütün süreci gözlemlemek ile mesul aktörlerle görüşüp onların verdiği bilgiyle ihlal üreten bu süreçlerin nasıl şekillendiğine dair bir resim çıkarmaya çalışıyoruz. Bu görüşmelerin neredeyse tamamı çatışma sonrasında gerçekleştiği için çatışma gerilimini de doğal olarak taşıyor ve elbetteki aktörlerin ve kişilerin sürecin belirsizliğine dayanarak taşıdıkları endişelere bağlı olarak şekillenen bilgi aktarım süreçleri oluyor. Bu nedenle dikkat etmemiz gereken birşey de, bütün aktarımların anlatıcının güvenliğini ve emniyet hissini zedelemeyecek bir form içinde biriktirilmesi. Ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, çatışmanın hemen ertesinde ortaya çıkan veya çıkardığımız hiçbir anlatı henüz yaşananın hakikatini hakkıyla ifade edebilecek bir mahiyette değil. Araya bir mesafe girmeden, insanlar kendi duygularıyla girdikleri mücadeleyi bir istikrara kavuşturmadan ve kendilerini emniyetli bir noktada görmeden herşeyi öğrenebilmemiz mümkün olmayacak. Buna rağmen şimdiden yaşananın ne olduğuna dair bir hafıza biriktirmek gerekiyor. İhlalleri henüz engelleyebilecek bir kamuoyu baskısı oluşturamıyorken yaptığımız işin belki de en iyi ve gerekli sonucu bu olacak. Mağdur olmuş kişilerin kendi hikayelerini konuşabilme hakkı ve kendi hakkını takep etme imkanına destek vermek için bu hafızanın birikmesi şart. Nihayetinde yaptığımız işin eldeki tek sonucu da galiba bu.
“Bu raporlarla hiçbir tarafı tatmin etmek mümkün değil.”
-Sahada ve sonrasında raporlama esnasında karşılaştığınız güçlükler neler, raporlara nasıl tepkiler alıyorsunuz? Kandil, Erdoğan, Avrupa, İslami kesimler yaptığınız bu işe ne diyor?
-Raporlama işinin kendisi eğer taraflardan birine mutlak şekilde tabi değilseniz çatışma devam ederken çatışan tarafların pek hazzettiği birşey değil. Maalesef bu işin doğası böyle. Bu raporlarla hiçbir tarafı tatmin etmek mümkün değil. Çünkü biz, doğası gereği ihlal üreten güç örgütlenmelerinin birbiriyle çatıştığı ve bunu yaparken aynı zamanda haklılığına dair bir söylem kurmaya, bu söylemle hegemonyasını güçlendirmeye çalıştığı bir alanda faaliyet gösteriyoruz. Ortaya yeni ve farklı bir olay anlatısı çıktığında bu anlatı doğal olarak güç örgütlenmelerinin hakikat anlatılarını parçalayan bir işlev görür. Ne kadar küçük ve etkisiz bir kuruluşun şahitliği olsa da.. Bir tarafta büyük öznelere karşı böyle bir zorluk var ama diğer taraftan da sahada beraber mekana baktığımız ve hikayesini dinlediğimiz insanların, küçük öznelerin beklentileri var. Onlar da kendi mağduriyetlerinin, deneyimlerinin ifade edileceği formu belirlemek istiyorlar. Bu nihayetinde gayet meşru bir müdahillik talebi ama hakikatin ortaya çıkması için mümkün olduğunca farklı şahitliklerin birbiriyle karşılaştırılabileceği bir saha süreci gerekiyor ki çatışma sonrası dinamikler genelde buna izin vermiyor ve biraz önce söylediğimiz gibi insanların emniyet arayışları da bize aktarımlarını belirleyebiliyor. Bu arada şunu da atlamayalım, büyük özneler nasıl tepki veriyor diye sormuştunuz. Sanırım Aralık 2015 idi, Silvan raporumuz Kandil tarafından gayet sert bir tepkiyle karşılaşmıştı, buna karşın Nisan 2016’daki Cizre raporuna ise Ankara sert tepki verdi. Avrupa için birşey söyleyemem çünkü buradan orayı takip etmem mümkün olmadı ama İslami kesimleri sordunuz, işin bu kısmı maalesef hayal kırıklığı. Çünkü çoktandır olay mahallini keşfe çıkmak ve doğrudan orada meskun insanlarla görüşüp bilgi almak yerine ana-akım medyada üretilen söylemin etkisinde kanaat edinmek gibi bir tercihte bulundular. Bunun bir imkansızlık ya da zorunluluk değil tercih olduğunu kendi deneyimlerimize dayanarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Mesela çatışma sonrası her coğrafyada yürütülegeldiğine şahit olduğumuz sosyal yardım faaliyetlerinin bile İslami gruplar tarafından bu alanlarda hiç icra edilmediğini görmek ciddi bir hayal kırıklığı. Bu kapasiteleri ile alakalı değildi, daha çok resmi politikanın arzu etmediği alana girmeme tercihi idi. Üzücü olan ise bu tercihin uzun vadede İslamilik iddiasına ve kardeşlik söylemine nasıl bir zarar vereceğini görememeleri.
“Kobane’den beri devam eden Suriye içi bir çatışma hattı Türkiye’nin içine can yakıcı şekilde taşındı.”
-Sizin yaklaşımınıza göre Barış sürecinin akamete uğramasında hangi etmenler etkili? Kobane, Dolmabahçe, 7 Haziran, Suruç gibi olaylardan hangisi daha çok etkiliydi?
-İnsan hakları için çabalayan bir örgütün sözünü konuştuğum için şimdilik siyasi bir yorum yapmaktan imtina ederek, belirttiğiniz olayların Kürtlerin çoğunluğu nezdinde nasıl yorumlandığına dair genel birşeyler söyleyebilirim. Kobane’ye yönelen saldırıya karşı Kürt toplumu ciddi bir yoğunlukla hareketlenmişken Ankara’nın aldığı pozisyon ciddi bir öfke doğurmuştu ama sonrasında gelişen uzlaşma bu öfkeyi kısmen soğurdu. Bu uzlaşmanın o dönem için ilerletici olabileceği de tahmin ediliyordu fakat ardından gelen Dolmabahçe’nin reddi şaşkınlığa neden oldu. Çünkü insanlar çoğunlukla müzakerenin nasıl yürüdüğünü ve konuşulanın aslında ne olduğuna dair birşey bilmediğini söyleyip emin olamadıklarını farkettirseler de Dolmabahçe’deki görüntüyle bir eşiğin aşıldığını düşünüyorlardı. Orada okunan metinden bağımsız olarak artık yeni bir aşamada olduklarını söyleyebiliyorlardı. Fakat Dolmabahçe’nin Cumhurbaşkanı tarafından reddi Kürtlerin çoğunluğu için güvensizlik hissini tetikledi. Ama bu da seçim sürecine yapılan duygusal yatırım ile durdurulabiliyordu. Ve 7 Haziran Kürtler için, siyasi sonuçlarının ne olacağını henüz belli değilken bile ciddi bir rahatlama getirmişti. Bu sonuçlar toplumun tamamı için maalesef siyasi bir kazanca dönüşemedi ve kimin aslında hangi hatayı yaptığından bağımsız olarak Kürt sorununu çözebilme eşiğinden geriye düşmemize neden oldu. Buradan iki siyasi güç arasında mutabakat çıkabilirdi ama mutabakat çabasının şekillenmesi geciktikçe de bir gerilime neden oldu. Bunu toplumun içinde gezdiğinizde rahatlıkla görebiliyordunuz. Hatta o dönem genel hissiyat şuydu; şimdi değilse ne zaman? Tam da bu gerilimin üstüne Suruç saldırısı geldi, Kobane’den beri devam eden Suriye içi bir çatışma hattı Türkiye’nin içine can yakıcı şekilde taşındı. Aslında daha önce de bu gerilim taşınmıştı Diyarbakır saldırısı ve bazı küçük olaylar ile ama Suruç bütün hikayenin merkezine oturacak ve büyük aktörlerin rollerini belirleyecek güçte bir olaydı. Hükümet bu saldırı sonrasında taziye sunmayı ve yasa iştirak etmeyi başaramadı ama bununla beraber düşünmemiz gereken bir olay daha var ki, iki gün sonra Ceylanpınar’da bu gerilimle alakasız iki polisin gece vakti evinde öldürülmesi sonrasında PKK bu cinayet karşısında pozisyonunu kınama yaparak barıştan yana koruyamadı. Bu iki olay birbiriyle ilişki içinde tarafların çatışma potansiyellerini hiç azaltmadıklarını aksine bütün müzakere boyunca güçlendirdiklerini bize kanıtladı. Ardından gelişen süreç maalesef çatışmanın yeniden başlaması oldu ve güçlenmiş çatışma potansiyelleri sanırım son çatışma sürecinin uzamasının temel etkeniydi.
“Sonuçta insanlar tekerrür eden bu öfkeli ve nefret dolu yazıların muhatabı olarak, kendilerine yönelik fiillerin cezasız kalmasını anlamlı kılacak bir yorum peşindeler ve bu yorum doğrudan kürtlüklerine yönelen bir saldırı olarak anlam kazanmaya başlıyor.”
-Çatışmanın kentlere taşınmasının insani ve maddi boyutlarını anlatabilir misiniz?
-Kentlerin boşalması ve buralardaki toplumsal, kültürel, iktisadi düzenlerin yeniden kurulması mümkün olmayacak şekilde tahribine şahit olduk. Ağustos – Eylül 2015’deki ilk şehir içi çatışmalar başladığında tahribin bu kadar büyük olacağını kimse tahmin edemiyordu. İlk çatışmalar ve sokağa çıkma yasakları süresince kentlerin boşalması yavaşça ilerliyordu ve boşalma oranları da nispeten azdı. Mesela o dönem Cizre ve Nusaybin’deki sokağa çıkma yasaklarının başlangıcında kenti boşaltan nüfus % 15 civarında idi. Yasağın sonuna doğru bu % 25 civarına yükselebiliyordu. İnsanlar çatışmanın bir süre devam edip sonra duracağını ve gündelik hayatlarına geri dönebileceklerini tahmin ediyordu, bir süre sabretmeleri yeterli olacak gibi görünüyordu. Bu dönemde çatışma sonrası mekansal tahribat da telafi edilebilir düzeyde idi. Fakat özellikle seçim sonrası 3 Kasım’da başlayan Silvan yasağı sonrasında şiddet düzeyinin yükseldiğine tanık olduk. Sokağa çıkma yasağının süresi 11 gündü ama tahribat seçim öncesi ile kıyaslandığında daha yüksekti. Ardından Aralık ortasında başlayan Diyarbakır- Sur ve Cizre yasakları ve çatışmaları geldi ki, bunlar süre itibariyle 75 günü aşkın yasaklardı ve ağır silahların kullanıldığı, ordunun şehir içi çatışmalara müdahil olduğu bir dönemdi. Bu yasakların başlangıcında meskun ahalinin alanı terk etme oranı yükselmişti, %25’ler ile başlayan terk oranı yasak ilerledikçe % 75’i buldu ki özellikle Sur’daki çatışma alanları sonuna doğru tamamen insansızlaştı. Kullanılan ağır silahların etkisiyle bütün yerleşim alanı neredeyse bir daha kullanılamayacak şekilde tahrip oldu ve sonrasında da buralar maalesef insanların yerleşimine kapatıldı, çatışma izlerini silmek üzere bütün mimarinin tasfiyesine giden bir yıkım kararı işletildi. Özellikle Cizre bodrumlarında ölen insanların hikayesi yavaşça bütün topluma izletildiği için daha sonraki yasak ilanlarında insanların şehirleri boşaltması çok hızlı oldu. Sanırım bodrum cinayetinin gün gün şahidi olunması, olay nasıl geliştiğine ilişkin insanların bütün tereddüdüne rağmen herkeste dehşet etkisi uyandırdı. Bunun etkisini Şubat ortasında başlayan İdil yasağından itibaren görmeye başladık. Yasak ilan edilir edilmez şehrin neredeyse %90’ına yaklaşan bir kesimi ilçeyi terketti. Bunlar içinde gidecek hiçbir yeri olmayan ve çevre köylere yakın yerlerde çadırda yaşamayı tercih eden aileler de vardı. Son dalga ise Mart 2016 ortasında Nusaybin, Şırnak ve Yüksekova yasaklarının ilan edilmesiydi ve buralarda da benzer bir durum gördük. Şehirlerin bu şekilde boşalması ilginç şekilde tahribatın artmasına neden oldu. Çatışma sonrası gördüğümüz bir çok mahallede çatışmayla ilişkisi kurulamayacak şekilde ev içlerine girildiğini ve eşyaların tahrip edildiğini, mahremiyete saldırı anlamına gelecek izler bırakıldığını gördük. Bunların ciddi bir kısmı çatışma bitiminin ardından kontrolsüz olduğu belli bir öfke ile yapılmış. Evlerine dönebilen insanlar da geride kalan izleri yorumladığında bunu varlığına yönelik bir hınç ve nefret olarak yorumluyordu. Yine çatışma sonrası bütün bölgelerde gördüğümüz duvar yazıları, ki bir kısmı ev içi duvar yazısıydı, nefret içeren yazılamalardı. Tek başına bu yazıların her yerdeliği toplum içinde gitgide yayılan ve kendini büyüten bir hikayenin kurulmasına neden oluyordu. Sonuçta insanlar tekerrür eden bu öfkeli ve nefret dolu yazıların muhatabı olarak, kendilerine yönelik fiillerin cezasız kalmasını anlamlı kılacak bir yorum peşindeler ve bu yorum doğrudan kürtlüklerine yönelen bir saldırı olarak anlam kazanmaya başlıyor. Bunun geleceğimize bırakacağı iz elbetteki çok ciddi bir mesele. Bu arada şunu da hatırlatmalıyız ki, burada tahrip olan sadece mekansal yapılar değildi, burada kurulu olan bütün sosyal hayat bir daha inşa edilemeyecek şekilde dağıldı. Bu yıkılan alanlarda yaşayan insanların iş ilişkileri, geçinme düzenleri, komşuluk ilişkileri, dayanışma ağları parçalandı ve göç ettikleri yerlerde bir süre sığınmacı olarak yaşamak durumunda kaldılar. Öyle görünüyor ki yakın vadede kendileri için yeterli olacak bir kazanca erişmeleri de mümkün olmayacak ve kendi düzenlerini kurmaları çok uzun bir sürece yayılacak. Uzun bir vakit ciddi düzeyde derin bir yoksulluğu hissederek yaşayacaklar ve yaşadıkları çevre dağıldığı için kendi kurdukları, biriktirdikleri sosyal ve kültürel sermayeden yoksun bırakılmış olmalarına da öfkeyle bakacaklar. Şunu da düşünelim, çatışmaların yoğun olarak yaşandığı ve tahribatın yüksek olduğu neredeyse bütün alanlar, 90’ların kırsal savaşında köylerini göç etmeye mecbur bırakılan ailelerin gelip yerleştiği, yeniden şekillendirdiği alanlardı. 20-25 yıllık aradan sonra ikinci kez göç etmek ve herşeylerini kaybettiği için hayatını yeniden kurmak mecburiyetinde kalan bir topluluktan bahsediyoruz. Bu topluluk bir kez daha yalnızca kendi emeğine bağlı olarak bir hayat kurabilecek durumda ve kamudan bir destek alamıyor. Ama bu sefer yeni kentsel ve iktisadi koşulların yoksulluğu şiddetlendirdiğini ve içinden çıkılamaz hale getirdiğini de unutmamalıyız. Gidip bir yerde gecekondu kuramayacaklar, iki hayvan besleyip küçük bostan ekecek alanı artık bulamayacaklar ki bu ilk kez deneyimleyecekleri birşey olacak. Oysa 90’lardaki göç sonrasında nakdi ilişkilere bu kadar bağımlı olmama imkanları kısmen vardı.
“90’larda çocuk iken göç eden ve daha sonra kentsel yoksulluğu yaşayan kişiler, yaşadıkları süreci anlamlandırmaya çalışırken çok sert cevaplar ürettiler.”
-Kamuoyunda TMK mağduru çocuklar olarak bildiğimiz bir kuşak özyönetim çıkışlarında aktif rol aldı ve ciddi bir devlet şiddetiyle karşı karşıya kaldı, Cizre örneğindeki gibi korkunç katliamlarla yüzleşti. Bunun geride kalanlara etkisi ne olacak, toplumsal karşılığı nedir?
-Meselenin nasıl tanımlanacağı ve nasıl anlamlandırılacağı ayrı bir mesele. Zaten ana-akım medyadaki bihaberliği bir tarafa bırakırsak toplum içinde olup bitenin nasıl yorumlanacağına dair süregiden bir tartışma var. Kısa vadede nihayete erecek gibi görünmeyen bir tartışma ve muhtemelen farklı cevaplar ve kavrama siyasetleri de ortaya çıkacak. Fakat birşeyi biliyoruz ki, 90’larda çocuk iken göç eden ve daha sonra kentsel yoksulluğu yaşayan kişiler, yaşadıkları süreci anlamlandırmaya çalışırken çok sert cevaplar ürettiler. Özellikle 2005 ve sonrasında çocuk failliğinin burada siyasete müdahil olma tarzının doğrudan memleket siyasetine bir cevap olduğunu söyleyebiliriz. Muhtemelen son bir yılda bildiği hayatı, tanıdığı çevresi darmadağın olan ve yoksunlukla, yoksullukla yüzyüze kalan çocuklar ve gençler de yaşadıklarına anlam vermeye ve bir cevap üretmeye çabalayacaklar. Bunun hepimizin hayrına bir cevap olmasının ise onların kudretini aşan bir şey olduğunu en başta bilmeliyiz. Siyaset bu noktada birarada komşu olarak yaşayabileceğimizi işaret eden bir cevap üretebilirse elbetteki bu çocukların ve gençlerin müdahillik tarzları da farklı olur ama buna yol verecek bir siyaset kısa vadede gelişmezse sert bir cevapla karşılaşabiliriz. Çatışan taraflar bu arayışlarla nasıl ilişki kurmayı tercih edecek veya çatışan tarafların sunduğu çerçeveler bu kuşağın anlam arayışına yeterli olacak mı, bunu şimdiden bilmemiz mümkün değil. Ama şunu ısrarla söyleyebiliriz, son bir yıl içinde şahit olunan şehir çatışmaları ile hayatlarını kaybedenlere ait hikayeler, arkasından gelen yerinden edilme ve yoksullukla beraber yeni kuşağın zihninde keskin bir yere sahip olacak ve bu kuşağın ürettiği cevap hepimizin geleceğine etki edecek.
“Öcalan’ın mesajı sonrasında, çoğunluk masanın yeniden kuruluşuna dair umudunu biraz daha erteledi.”
-Abdullah Öcalan’ın Kurban bayramında kardeşi aracılığıyla yaptığı açıklama bölgede nasıl yankı buldu, sizce bu masanın yeniden tesisine sebep olabilir mi?
-Bu merakla beklenen birşeydi. Çünkü savaşa taraf olmayan etkin bir aktör olarak savaş dalgasını tersine çevirecek bir güç atfediliyor. Ama insanlar genel olarak henüz onun müdahil olamayacağının da farkında. Çünkü öncesinde tarafların çatışma pozisyonundan çekildiğine ilişkin bazı işaretler gerekiyor ki henüz bu işaretler gelmiş değil. Kürt toplumu çoğunlukla masanın yeniden kurulacağını düşünüyor ya da ümit ediyor ama bu arada son bir yılda yaşadıkları yıkıcı tahribatın niye kapılarına geldiğine dair de bir hesap sormak istiyorlar. Doğrudan çatışan taraflara bu hesabı soracak güçte değiller maalesef. Belki de bu yüzden savaşa taraf olmayan aktörlerden bunu bekliyor ki, maalesef Öcalan haricinde böyle bir güç atfettiği ya da görebildiği bir yer yok. Öcalan’ın mesajı sonrasında, çoğunluk masanın yeniden kuruluşuna dair umudunu biraz daha erteledi.
“Bir noktadan sonra her insan grubunun sadece kendi muhatap olduğu şiddete bakarak yolunu çizdiği, tutum aldığı bir noktaya gelebiliriz.”
-Bölgede özyönetim çıkışları Batı’da ise asker, sivil hedef gözetmeksizin düzenlenen bombalı araçlı saldırılar sizce radikal bir kopuşu, kelimenin gerçek anlamıyla bir bölünmeyi dayatır mı?
-Bunu öngörmek hiç kolay değil. Çünkü bölünme sadece duygusal bir durum değil ama birleşme de sadece duygulara dayanmıyor. Şiddetin konuşan tek enstrüman olduğu bir yerde hepimizin hayatı, bütün toplumun geleceği korku ve nefret etrafında şekillenecek. Bir noktadan sonra her insan grubunun sadece kendi muhatap olduğu şiddete bakarak yolunu çizdiği, tutum aldığı bir noktaya gelebiliriz. Ama o noktadan uzaklaşma imkanımız var ve bunun için şiddetin geri çekileceği, herkesin herkesle konuşabileceği bir zeminin inşa edilmesi için çağrılar yapıyoruz. Doğru olan tek yol da bu. Aksi takdirde bu şiddetle gelecek bölünme de korku nedeniyle devam edecek birleşiklik de hayrımıza değil. Şunu unutmamak gerekir ki, Türkiye toplumu bir barış inşa etmenin mümkün olabileceğini gördü. Bir önceki barış sürecinin bütün sıkıntılarına rağmen, tarafların savaş pozisyonundan barış pozisyonuna yeniden geçtiği bir anda bunun hayırlı birşey olduğunu bu topluma anlatabilmek için birikmiş bir tecrübemiz artık var.
“Kurani bir ilke olarak, herşeyden önce yaşananın ne olduğunu kendi çabamızla öğrenmek zorundayız”
-Çatışma ve Çözüm İzleme Grubu’nun perspektifiyle barış sürecinin tekrar devreye girebilmesi için Müslüman kamuoyuna, Sünni Türk halkına düşen rol nedir?
-Doğrusu kimseye bir rol atfedebilecek konumda değiliz. Ama kendi durduğumuz yer itibariyle temel bir ilke olarak, hayrın sulhta olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Ana-akım medyanın herkesin zihnini şartladığı ve devletin anlattığı hikayeye inandırdığı şu dönemde de müslüman bir ahdin bu savaşa taraf olamayacağını düşünmek istiyoruz. Çünkü devam ettikçe herkesi daha da fazla kirletecek ve sonraki nesillere kötü bir miras bırakacak bir çatışma bu. Yanyana duran iki müslüman topluluğun birbiriyle komşuluğunu zora sokacak bu çatışma asla mübah görülemez. Herkesin mükellef olduğu bir şey var, asgari insani ve islami bir tutumun ayakta tutulması. Herkes şunu biliyor olmalı ki, doğası gereği ihlal üreten devletin ve bağlı olduğu güç grubuna göre hakikat anlatısı üreten medyanın aktardığından başka bir gerçek yaşanıyor olabilir. Yaşanan şey her ne ise, müslüman bir topluluğa bunun yüklediği bir sorumluluk vardır. Hakikatin ne olduğunu gidip yerinde görmek, mağdurdan dinlemek ve geri dönüp bunu mensubu olduğu cemiyete anlatmak. Bu aynı zamanda her müslüman topluluğun sırtında olan bir farzıkifayedir. Kurani bir ilke olarak, herşeyden önce yaşananın ne olduğunu kendi çabamızla öğrenmek zorundayız. Ve yaşanan şey bizim adımıza, müslümanlar adına, türkler adına yapılan bir işse, o işin içindeki kötülükten müslümanların, türklerin mesul tutulmaması için en azından bir grup müslümanın ya da türkün itiraz etmesi gerekir. Devlet gücünün işleyişini durduramıyor olabiliriz ama buna itiraz eden bir grubun varlığı, o gücün zalimce işleyişini sınırlayacaktır. Tam da bunun için müslüman kamuoyundan gelecek bir itirazın, devletin anlattığından başka bir hakikat anlatısının büyük bir değeri olacaktır. Böyle bir itirazın şekillenmesi sağlanabilirse, bu hem savaşın tahribatını sınırlayacaktır hem de yeniden bir komşuluğun inşasını kolaylaştıracaktır. Elbette ki bu ülkede bir barış inşa edilecekse, sünni türk toplumunun müdahil olduğu, destek olduğu bir durumu kurmamız gerekiyor. Kardeşlik yeniden inşa edilecekse bunun tek yolu var, devletin hegemonyasından sıyrılıp kardeş ve komşu olduğunu iddia ettiği topluluğun eşiğinden geçmek, sofrasına oturmak ve onunla hemdert olmak. Buna niyetlenen küçük bir grup insan bile olsa gelecek için umut verir ve barışın toplumdan devlete doğru yükselen bir talep olmasını kolaylaştırır.
adalet için mücadele edenler her zaman zora talib olanlardır emeğinize sağlık