Öldürülenlerin Zaferi, Yaşama Tutunanların Hezimeti: Hiç Bu Kadar Ölmemiştim
RAMAZAN KARABULUT
“Sadıklar da ölür. Yerine iş adamı Ömer Hamza olarak yaşamını sürdürürler.”
Çok az roman vardır ki, ideolojileri hamasete sapmadan, hem birinci dereceden yaşantılarla içeriden anlatabilsin hem de bireylerin değişimi üzerinden dönemlerin siyasi tahlillerini yapsın ve bunların üstüne bize bir de sosyolojik okuma şemaları bahşedebilsin. Suat Yalçın’ın “Hiç Bu Kadar Ölmemiştim” romanı bu çok azlar listesine girecek romanlardan biridir. Böylesi romanların kıymetinin bilinmesi açısından iki farklı örnek vereceğim.
- Orhan Pamuk’un “Kar” romanı, Kars’ta İslamcılara, milliyetçilere karşı hayali bir askeri darbe üzerinden İslamcısıyla, Kürt Soluyla ve Milliyetçisiyle bölgedeki halkın çocuklarının ideolojik eğilimleriyle ilgili bir sosyo-psikolojik çözümleme sunar. Burada eleştirilmesi gereken, birilerinin saplanıp kaldığı gibi Orhan Pamuk’un askeri darbe kurgusunu gerçek gibi öne sürmesi değildir. Yazarın olayların dışında ve üzerinde gözlemci bir Beyaz Türk oluşudur. Yani Orhan Pamuk oraların Azeri’si, Kara Türkü, Kürt’ü, sağcısı, solcusu ve İslamcısı değildir. Bu haliyle “Kar”ın birinci dereceden içeriden anlatım vasfını hak eden bir roman olduğu söylenemez.
- Vedat Türkali’nin “Yalancı Tanıklar Kahvesi” isimli romanı ise ideolojik hamaseti bir kenara bırakarak sol ve İslam’ı birbirine yaklaştıran düşünceler öne sürmesi bakımdan bir dönüm noktası romandır. Ancak darbe öncesi ve sonrası siyasi olayların içeriden birinci elden anlatımı da başarılı olsa da yazarın kimi roman kahramanlarının kılığına girerek görüşlerini bildiriyor olması belirli bir sol bakışı önceleyen didaktizmden kendisini kurtaramamıştır.
Suat Yalçın’ın “Hiç Bu Kadar Ölmemiştim” romanı, siyasi olaylardan bahsederken kendisinin bizzat yaşantısından yola çıkarak anlattığını sezinlediğimiz hem birinci dereceden müşahit bir anlatım hem de belirli bir ideolojinin neferlerinin dönem dönem başkalaşım kaderini herhangi bir öğretinin önyargılarına saplanmadan kurgulayabilen bir dramadır.
Romanın geçtiği dönem, 12 Eylül öncesi yetmişler, darbenin artçılarının sürdüğü seksenler, solun özellikle de Doğu’da Kürt solunun yeniden güçlendiği, faili meçhullerle de anılan doksanlar ve romanın final dönemi olan ikibinlerdir. Yazar, bu dört dönemde geçen roman aktörlerinin benimsedikleri ideolojilerinin dramatik değişimini, kişiliklerinin nerelere evirildiğini trajik bir öyküleme ile bizlere anlatır.
Roman, Eylül darbesi sonrası insanların kendi gölgesinden bile korkarak fısıltıya yaşadığı 1984 akşamı Murat’ın can ciğer dostu Sadık’tan gelen bir mektupla başlar. Sadık, kazandığı üniversite sınavından sonra sırra kadem basmış ve nerelerde olduğu bilinmemektedir. Murat bu mektuptan Sadık’ın nerede ve nasıl bir sorunun içinde olduğunu anlayamaz ve o tarihten itibaren Sadık’a karşı üzerine düşeni yapmadığını düşündüğünden içinde yıllarca süren bir vicdan azabı besleme başlar. En sonunda 1997’de dayanamaz ve Sadık’ı aramak için yollara düşer. Romandaki asıl dram Murat’ın bu arayışıyla başlar. Esasen bir mektupla gelişen bu arayış serüveni bende Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanındaki Turgut Özben’in bir mektupla dostu Selim Işık’ın intiharına kadar dayanan serüvenini araştırmasını çağrıştırdı. Ancak bu iki romandaki arayışlar ironik karşıtlıklar oluşturmaktadır. Tutunamayanlar’da Selim Işık’ın intiharı, ideolojik masumiyetin de ölümünü simgeleyen altmışlar döneminin kapanışıdır. Turgut Özben, küçük burjuva yaşam bataklığından kurtuluşu okul arkadaşı Selim’in yaşama tutunamama nedenlerini araştırmakta bulur. Ancak “Hiç Bu Kadar Ölmemiştim” romanındaki Murat belki de Turgut Özben’le benzer kurtuluş saiklerinden yola çıkarak Sadık’ın yaşama tutunabilme nedenlerini araştırmaktadır. Turgut’un yolu, Selim’in yaşama tutunamayan masumiyetiyle sonuçlanırken; Murat’ın yolu Sadık’ın yaşama tutunabilen kirli pazarlıklarıyla nihayet bulur. Bu arayışta Murat, arkadaşlarının içler acısı kişilik parçalanmalarıyla yozlaşan benlikleriyle karşılaştıkça hayata, insanlığa, dostluğa, ideolojilere ve kendine karşı can yakıcı sorgulamalar geliştirir.
Kim derdi ki Seyyid Kutub, Mevdudî okuyan, İstanbul’da okuyacak parası bile olmayan, radikal İslamcı, Mardinli bir Kürt çocuğunun gün gelecek MİT teşkilatının ileri gelenleriyle “kırk katır mı kırk satır mı?” türünden bir pazarlıkla her şeyini satıp-savıp uluslararası bir ajan, Ortadoğu’da devlet lehine çalışan bir kontrgerilla ve giderekten derin devlet yapılanmalarıyla iş tutan bir iş adamı olacağını? Sadık iken Ömer Hamza olacağını?
Sadık’ın kadim dostu Murat “Hatırladın mı Sadık, senle bizim dükkânda okumalar yapıyorduk. Kuran okuyorduk, Kutup’un kitaplarını okuyorduk hatırladın mı?” şeklinde bir sorgulama yürütür. “Nasıl hatırlamam tabi ki hatırlıyorum.” -“Sonra İran devrimi olmuştu da sen nasıl heyecanlanmıştın, hatırladın değil mi? Sonra bir gün amcamın sana verdiği nasihatler bütün bunları hatırlıyor musun?” -“Nasıl hatırlamam Murat, rahmetli ne kadar da haklıymış, bu İranlılar sinsi ve sapıklık içinde bir milletmiş!” -“Bir kere amcam İranlılar hakkında hiç böyle bir şey söylememişti. Bunu sen şimdi böyle söylüyorsun, amcam sadece itikadi olarak onlarla bir yerde kopacağınızı haber vermeye çalışıyordu. Peki, şimdi sen niye böyle düşünüyorsun çünkü bütün yaşantın değişti. Sosyo-ekonomik durumun değişti, resmen sınıf atladın. Bak oturduğun ofise o günlerde böyle bir şey hayal edebilir miydin?” -“Nerede aklımın ucundan bile geçmezdi, böyle bir şekilde güçlü olabileceğim…”
“Peki, bizim idealimiz neydi, herkesin eşit olduğu, dünyanın Müslüman yurdu olacağı günleri hayal etmiyor muyduk? İslam dünyaya huzur getirmeyecek miydi?” Dostu Murat tarafından böylesi kirli zihniyet dönüşümünün ağır sorgulamasıyla yüzleşen Sadık’ın nihayetinde cevabı şudur: “Ama burada çok büyük işler yapacağız, bilişim, ilaç, enerji ve silah sektörlerinde dünyanın en önemli ülkelerinden biri olacağız.” (Sayfa 242-243)
İşte Sadıkların sadakatini satmasıyla öldürdüğü masumiyetinden geri kalan zalim gerçekler… Zaten Murat, nasıl bir cevap bekliyordu ki? O artık Sadık değildi gerçekten de iş adamı Ömer Hamza idi. Aslında yukarıdaki diyalog 12 Eylül darbesinden yıllar sonra buluşan bir zamanların iki solcu yoldaş dostları arasında da geçebilirdi. Birisi bunca çileye rağmen ilkelerinden taviz vermeyen diğeri de liberalleşmiş, malı kapıp götürmüş, her şeyini pazara çıkarmakla köşeyi dönmüş bir tüccar ya da onun devlet adamı versiyonu olabilirdi. Aralarında şöyle bir diyalog da geçebilirdi.
“Hatırlar mısın Politzer’in Felsefenin İlkelerini, Lenin’in Ne Yapmalı’sını okuduğumuz günleri?”
“Hatırlamaz mıyım senle takılıp sabaha kadar 1 Mayıslarda neler yapacağımızın planlarını kurar sabahlara kadar uyumadığımız o kâfi, her zaman gözlerimin önünde” -“Eee… Şimdi nereye gitti onlar? Hani biz içerideki kapitalizmi, dışarıdaki emperyalizmi asla affetmeyecektik? Hani köydeki ağalardan, şehirdeki burjuvaziden hesap soracaktık? Hani sermaye baronlarını sanık sandalyesine oturtacaktık da onları sadece biz yargılayacaktık? Ne oldu peki? Suçlu sandalyesine onlar mı oturttu bizi? Şimdi onlar mı bizi yargılıyor?” -“Lan oğlum hadi bir değiş be! Bitti bitti anladın mı? Eskiden de böyleydin ama eskiden hadi liseli, üniversiteli çocuklardık da kendimizce ideolojik hayaller kuruyorduk eyvallah. Hayatın gidişatını okuyamıyorsun. Hala otuz yıl öncesinin ergen çocuğu gibi bakıyorsun bu dünyaya. Ülkenin gerçeklerini gör. Artık ben diyalektik palavralarına inanmıyorum. Devrimcilik zarar verdi bu memlekete. Biz ıslah etmeden devirmeye, boyumuzdan büyük işlere kalkıştık…”
Görüldüğü gibi, kavramlar ve algı farklılıklarını hesaba katmazsak tema aynı. Radikal İslamcısı olsun solcusu olsun ergenlik dönemlerinde devlet babasına karşı geliştirdiği Oedipus karmaşası, darbeler gibi geçirdiği büyük kolektif korku travması onu babaya karşı özdeşleşmeye, sevgiye ve aşka itmiştir. Tabi bu babayla olan izdivacın çocukları; sağcılaşma, muhafazakârlaşma, köşeyi dönme, kendini devletin hakim iktidarlarıyla tanımlamaya dönüşen tezahürleri olmuştur. Kısacası bir zamanlar devlet babasına karşı Oedipus cinayeti taşıyan radikal sol, darbeden sonra fabrika ayarlarına geri dönmüş, devletin gönüllü ideolojik aygıtlarından biri haline gelmiştir. Aslında meselenin bundan daha vahim olan tarafı: İş adamı olan Ömer Hamza’nın “Ama burada çok büyük işler yapacağız, bilişim, ilaç, enerji ve silah…” türünden verdiği cevaplar, alçaklıklarla elde ettiği konformizme karşı oluşabilecek vicdan azabını devlet destekli yüceltilmiş bir süper egoyla örtmeye çalışmasıdır.
Suat Yalçın’ın romanında kendi payıma fark ettiğim en göze çarpıcı şey bu trajik olgunun günümüzde de İslamcı camiada kılık değiştirerek sürdüğüdür. Bir zamanlar Anadolu’nun kara bağrında iken adam yerine konulmayan, büyük şehirlerde ve sosyal demokrat Beyaz Türk çevrelerde zenci muamelesine tabi tutulan herhangi bir radikal İslamcı Kara Türk’ün, iktidarla geliştirdiği menfaatçi ilişkiler sonucu sınıf değiştirmesi, iktidar ideolojisinin ajanı haline gelmesi benzer tür ilişkilerin neden olduğu sayısız örneklerden biridir. Hatta bunu yine romanda Murat’ın Sadık’a söylediği enfes bir sözle teyit edebilirim: “Frantz Fanon der ki, ‘Bir köle, kölelikten kurtulmayı özgürleşmek için istemez, efendi olmak için ister. Evet, bizler dünün köleleri, hepimiz kendi çapımızda birer efendi olduk. Oysaki tek ve bir olan Allah’a kulluk yapmayacak mıydık? Ne ara Firavunlaştık, Nemrutlaştık? Bu muydu sözümüz? ….” (Sayfa 243)
Anadolu’nun bir zencisi olan Kara Türk de Beyaz Türk olabilmek için iktidarla böylesi bir ilişki geliştirdi. Aslında bu sosyolojik şemayı kullanarak sadece İslamcılığı değil Türkiye’deki bütün ideolojilerin devletle geliştirdiği ilişki dinamizmlerini okuyabiliriz.
Kim iddia edebilirdi ki, yetmişli yıllarda ülkücülerden dayak yiyen, bir ülkücü militan tarafından öldürülmekten kıl payı Murat sayesinde kurtulan, Ankara Siyasal’da solcu eylemlere adı karışan İbrahim’in gün gelecek dostunu dostuna karşı şantaj malzemesi olarak kullanacak kadar ucu bucağı kayıp bir Makyavelizm’in uçurumuna düşeceğini? Kadim dostlarını gözünü kırpmadan vuracak kadar insanlık onur ve haysiyetinin dibe vurduğu bir senaryonun baş aktörü olacağını? Nereden nereye? Bunlar daha dün; Murat’ı sol kurşunundan kurtaran radikal İslamcı Sadık, İbrahim’i Ülkücü kurşunundan kurtaran ılımlı milliyetçi Murat, İbrahim’le can ciğer ahbap çavuş Kemalist Fuat, Murat’ı solcular tarafından linç edilmekten kurtaran solcu İbrahim değiller miydi? Artık değiller çünkü ideolojinin masumiyetiyle bezenmiş ergen gençlik hayalleri çok gerilerde kaldı. Bir zamanlar kardeştiler ama şimdi ailesine karşı ensest taciz günahı işlemiş bir baba kadar suçlular. Bu bağlamda Murat’ın arkadaşlarını suçlayan çığlıklarını duyar gibiyim.
“…Ulan hayvan herif, Fuat senin en samimi arkadaşındı, kankandı, Nasıl kıyabildin böyle kardeşine, nasıl böyle bir arkadaşlığı yok edebildin? Hiç mi vicdanın sızlamadı şerefsiz…” (Sayfa 227)
“…O kadar insanın ölümünü sıradan şeyler gibi anlatıyorsunuz. Siz ne ara bu kadar şeytanlaştınız…” (Sayfa 234)
Ne ara Firavunlaştık, Nemrutlaştık? Bu muydu sözümüz? ….” (Sayfa 243)
“Üstümü aramana gerek yok ben sizin gibi pusu kurmam, adam satmam, arkadaşım dediğimi, kardeşim dediğimi vurmam, onların ölümleri ve yaraları üzerinden gelecek sağlamam. Ben kardeşim dediğimi asla sırtından bıçaklamam… Benim arkadaşım yıllar önce ölmüş. Burada konuştuğum benim arkadaşım değil, Omar Hamza, yani memleketin en büyük iş adamlarından birisi…” (Sayfa 244)
Kanımca bu memleketin darbelerden sonra insanlığa miras bıraktığı asıl trajedi budur. Cuntanın, iktidara muhalif ideolojilerin bireylerini korku, işkence ve şantajla depolitize ederek satın almasıdır. Egemen siyasanın saflarına çekilen kitlenin Tanrı Devlet tarafından kapitalizmin felsefesi pragmatizmle tepeden tırnağa yeniden programlanan androidler sürüsü olarak piyasaya sürülmesidir. Galiba burada kesin zafer herhangi bir adi pazarlıkta kirlenmeden şehit olarak çekip gidenlerindir. Temiz kalmayı başaranlar ise sürgünde, mahpuslukta, işsiz kalmada ve benzeri inanılmaz çilelerde korkuya karşı imanlı mücadele verebilenler olmuştur. Yaşama içgüdüsünü, çıkar felsefesiyle hayata tutunabilmeyi sürdürenler ise mutlak kayıpla ölmüşlerdir. Burada ufak bir sorgulama yapmak istiyorum. Yine Murat’la Sadık arasında geçen bir diyalogda Sadık Murat’a; “ ….Evet, bu hayat senin hayatın değil, bu hayat senin başarabileceğin bir şey değil, yalnız tekrar edeyim bunu ben tercih etmedim. Hayatta kalma mücadelesi, insanın en temel içgüdüsü beni buralara getirdi…” “Ya gördün mü işte insan bazen çaresiz kalıyor, kader dediğimiz şey bu işte Rabbimizin bize biçtiği elbise bu, ben bu yolda yürüyeceğim ve bunu asla tercih etmedim.” (Sayfa 219)
Gerçekten de zor zamanlarda, benimsediğimiz ideolojilerle koşullar çelişirken yaşam bizi bir tercih yapmaya sürüklediğinde yaşama tutunmak adına inançlarımızdan vazgeçmekten ya da savrulmaktan yana seçimimizi yaparsak; buna kader diyebilir miyiz? Üstelik bu yolun sonu sana ait olan ne varsa pazarlama gibi bir tüccarlığa çıkıyorsa bu yola “Hayatta kalma mücadelesi, insanın en temel içgüdüsü beni buralara getirdi…” diyebilir miyiz? Bu yollara düştüğümüz de “…kader dediğimiz şey bu işte Rabbimizin bize biçtiği elbise bu…” gibisinden oportünizm kokan cümlelerle kestirme yollu durumumuzu kurtarabilir ya da meşrulaştırabilir miyiz?
Türkiye’nin siyasi tarihi darbeler tarihidir. Her darbe dönemi, hayatın insanlığı karşı karşıya bıraktığı denenmeler, seçilmeler ve ayıklanmalar sürecidir. Her darbe halkların sırat köprüsüdür. Bu köprüden geçenler geçtiği yere kadar devrimci, kırıldığı yere kadar mümindir.
Bireysel kanılarım, Suat Yalçın’ın “Hiç Bu Kadar Ölmemiştim” isimli bu muhteşem roman çalışmasının bizi böylesi sorgulamalara davet ettiği yönündedir. Üstelik bu sorgulama sürecinde belirli bir ideolojisi olan kitlenin dramatik değişimini de okuyabilmekteyiz. Bana göre söz konusu romanı özgün kılan ögelerden birisi de bu kadar katlı gerçekleri arı duru, sürükleyici bir anlatımla, günlük diyaloglarla öyküleyebilmesindedir. Suat Yalçın’ın yalana dolana, herhangi bir post modern üst anlatılara ya da meta kurgulara (metafiction) başvurmadan doğrudan ve sade bir Türkçeyle geçmiş siyasi tarihimizden unutulanları hatırlatmasını içeren bu roman çalışmasını kurgusuyla, anlatımıyla hata ve sevaplarıyla genel anlamda başarılı buldum. Ancak Suat Yalçın’ın bu roman çalışmasının bir ilk olmasına rağmen değindiklerimin ötesinde daha birçok taltifi hak ettiğine inanmama karşın birkaç menfi eleştirim olacak. Öncelikle belirtmeliyim ki, olumsuz eleştirilerimi romanın bende uyandırdığı dolu duygular kadar coşkunlukla savunamayacağım çünkü bunlar sadece benim sübjektif kanaatlerimle ilgilidir.
- Yazar, roman dilini, dili, mişli geçmiş zaman kurgusuyla üçüncü ağız anlatım üzerinden yapılandırmıştır. Yazarın alternatif başka bir anlatılara sapmayıp romanın sonuna kadar üçüncü şahıs geleneksel anlatım tekniğinde ısrar etmesi okuyucunun romanı kolaylıkla izlemesi bakımından olumlu bir seçim ancak romanın böylesi bir anlatıyı başat bir yöntem olarak tercih etmesinde zaman zaman anlatımın tekdüzeleşmesi ya da öykülemenin yavanlaşması gibi risklerin oluşmasına neden olmuş. Üçüncü ağız anlatı eğer tarafsız betimleyici, sinema dili gibi objektif dilini koruyabilirse üstünlük vasfını roman boyunca sürdürebilir ve bu şekilde bilinç akışı tekniğiyle yazılmış romanların bile vazgeçilmez alternatif anlatım tekniği olarak kullanılabilir. Ancak romanın bazı yerlerinde üçüncü ağız anlatımı tarafsız betimleyici vasfını yitirerek sanki romanda olaylar geçerken bazen kahramanın mı yoksa roman yazarının mı görüşü olduğu ayırt edilemez olmuş gibi. Bunula ilgili birkaç örnek vermekle yetineceğim:
“Tam okulun içinden çıkarken, kapıda takım elbiseli, boylu boslu yakışıklı bir adamla karşı karşıya geldiler…” (Sayfa 15) Burada adamı yakışıklı bulan romanın aktörü Murat mıdır? Yoksa romanın yazarı mıdır? – “…Herkes tarafından dışlanmayı göze alan bir bilim adamını canlandırıyordu. Çok güzel bir filmdi. İkisi de çok etkilenmişlerdi…” (Sayfa 143) Aynı soruyu buraya da taşımak mümkündür. Filmi çok güzel bulan kim? Muratla Nermin midir? Yoksa yazar mıdır?
Romanın 60. ve 61. sayfalarında psikiyatr doktorla hastası arasındaki geçen diyalog hastayla doktor arasındaki bir ilişkiden çok öğretmenle öğrenci arasındaki ilişkiye dönüşmüş gibi. Bir psikiyatr, hastasının hastalığı ile ilgili tıbbın tedavi tecrübesini, son buluşlarını anlatabilir ama Karen Horney’den başlayıp Adler’e, Jung’a kadar uzanan psikoloji ekollerinin kurucularının davranışların kökenleriyle ilgili farklı görüşlerini içeren bir psikoloji dersi verir mi pek emin değilim. Böylesine bir psikoloji dersi romanın ilgili bölümünü didaktizme düşürmüş gibi.
- Bu romanın aydın insan, görmüş geçirmiş yakışıklı adamı Tarık Amca’sını herkes gibi ben de pek sevdim. Gençlerin ideolojik aşırı eğilimlerini eleştirebilmesi, sağ sol fraksiyonlardaki farklı fikirlere karşı olan tahammülsüzlüklerin, ideolojik hamasetlerin egemenlerin çıkarlarına nasıl hizmet edeceği yönündeki iç görüleri, radikal İslam’ın cahiliye ve örnek sahabe nesli tezini çürütebilmesi, çeviri kitaplarından anlaşılmaya çalışılan ithal Marksizm’in ülke çapında nelere mal olabileceğini irdeleyebilmesi gerçekten de takdire şayan sağduyulu, aklı başında bir insan örneği. Hatta yetmişlerin ideolojik mantaliteleri açısından düşünüldüğünde (şimdi bile) bizde eşine az rastlanır bir insan örneği. Ancak romana yansıması bakımından aynı şeyleri söyleyemeyeceğim maalesef. Buradaki Tarık Amca, Vedat Türkali’nin “Yalancı Tanıklar Kahvesi” romanındaki Nedim Hoca’nın düştüğü pozisyona düşmüş sanki. Her şeyin en iyisini, en sağduyulusunu bilerek eleştiren ve olması gerekeni ortaya koyan güzel insanlar tipolojisi olan Nedim Hocalar, Tarık Amcalar bizim gerçek hayatta özlemini duyduğumuz karakterler olsa da romanı ciddi bir didaktizm tehlikesiyle karşı karşıya getiren ögelerdir. Burada romanları büsbütün işin içinden çıkılmaz kılan asıl tehlike, Vedat Türkali Nedim Hoca’nın, Suat Yalçın’ın da Tarık Amca’nın kılıklarına girip sanki kendi görüşlerini dikte ediyorlarmış gibi bir izlenim bırakıyor olmasıdır.
- Romanın 235. sayfasında güzel bir yemek davetinden sonra kadim dostlar arası kanlı hesaplaşma bölümünü okurken bana eski moda Japon samuray filmlerini ya da Quentin Tarantino filmlerindeki mafya kapışmalarını (özellikle de Rezervuar Köpekleri) anımsatsa da beni heyecanlandıran sahnelerdendi. Dostların leziz bir yemekten sonra söz konusu kanlı hesaplaşmada Sadık’ın İbrahim’i öldürürken Murat’ı öldürmeyip sadece yaralayarak yurda göndermesi, Murat’ın Türkiye’de bir yıl hapis yatarak kurtulması ve yıllar sonra da Murat’ın İbrahim’in ofisinde görüşmeleri doğrusu bana pek ikna edici gelmedi. Sanki mutlu sona hizmet edecek bir film sahnesi monte edilmiş gibi. Üstelik devletin derin yapılanmalardaki hayati sırlara, geçirdiği yaşantılar sayesinde birinci dereceden şahit olmakla ifşa etme potansiyeli taşıyan Murat’ın yaşamasına istihbarat örgütleri izin verir mi? Bilmiyorum. Özellikle Tekfir örgütüne sayısız operasyonlar düzenlerken devletle örgütün sır ilişkisinin farkına vardığından dolayı Binbaşı Fuat’ın öldürüldüğünü göz önünde bulundurursak…
Belki de Sadık, Murat’ı da öldürmeliydi. İnanılmaz trajik bir son olurdu ama sanki daha ikna edici olurmuş gibi. Böylesi bir son tamimiyle bana ait bir hüsnü zandır. Eleştirilebilir.