Ali Rıza Temel – Vahşi Kapitalizmin İflası ve diğer yazıları
ALİ RIZA TEMEL
- Vahşi Kapitalizmin İflası
Servet, insan hayatının temel unsurlarındandır. Maddi imkanlar olmadan yaşamak mümkün değildir. Fert ve toplumların temiz ve rahat bir hayat sürebilmeleri helâl ve temiz kazançlarla mümkündür. Servetlerin nereden ve nasıl kazanılacağı, nerelere ve ne şekilde harcanacağı konusu fevkalade önemlidir.
Günümüz dünyasına hakim olan kapitalist ekonomi üç prensibe dayanmaktadır.
1-Şahsi menfaat,
2-İnsafsız rekabet,
3-Sınırsız hürriyet.
“İnsan insanın kurdudur, bırak yapsınlar, bırak geçsinler” anlayışına sahip bu ekonomi anlayışı dünyamızı kurtlar sofrasına çevirmiş. Kuzulara hiç bir hayat hakkı tanınmamıştır. “Sen çalış, ben yiyeyim” felsefesi, yiyenler ve bakanlardan oluşan bir dünya kurmuştur. Bu durum tabiî olarak “kimi yer kimi bakar, kıyamet ondan kopar” neticesini doğurmuştur.
Haddi zatında servet vücuttaki kan gibidir. Kanın ulaşmadığı organlarda hayatiyet kalmaz. Servetin sadece zenginlerin tekelinde olması, fakirlerin ölmesi demektir. Bu durumu önlemek için Yüce Mevla şöyle buyurmuş: “Servet sırf zenginleriniz arasında dolaşan bir güç ve iktidar aracına dönüşmesin” (Haşr, 7)
İslamiyet servetin tabana yayılması için zekat, miras, vasiyet, keffaret, vakıf, tasadduk, teâvün gibi vesileler ihdas etmiş, helâl kazanç yollarını açmış, hayırlarda yarışmayı teşvik etmiştir.
Buna mukabil servetin haksız şekilde belli ellerde toplanmasına yol açan faiz, rüşvet, kumar, haksız rekabet ve israf gibi haram yolları kapamış, böylece sömürüye geçit vermemiştir.
Şahsi menfaat, insafsız rekabet ve sınırsız hürriyet esasına dayalı vahşi kapitalist sistem ticari hayatı yalan ve yaldızlı reklamlarla adetâ sihirbazlığa çevirmiş, faiz ve kumar silahıyla dünyanın canına okumuştur. Gözleri ve gönülleri mal hırsıyla perdelemiş, bir avuç kapitalistin faiz, kumar, borsa ve döviz oyunlarıyla ekonomiyi allak bullak ettikleri, dünyamızı içinden çıkılmaz bir kaosa sürükledikleri her dönemde görülmüş, bunların yüzünden büyük ekonomik krizler yaşanmıştır. Bugünlerde yine dünya çapında böyle bir kriz yaşanmaktadır. Bankalar, büyük şirketler, holdingler birer birer iflas etmekte, bu iflaslar bütün dünyaya bir deprem etkisi halinde dalga dalga yayılmaktadır. Yaşanan bu felaketin sorumluluğu vahşi kapitalist düzendir. 2006 Nobel barış ödülü sahibi ekonomi profesörü Muhammed Yunus şunları söylüyor: “Aç gözlülük dünya ekonomisini bitirdi. Kapitalizm kumarhaneye dönüştü. Doymak bilmezlik piyasaları etkiledi. Spekülasyonlar felaket getirdi.”
Faiz, kumar, borsa ve döviz oyunları üretim yerine paradan para kazanmayı ön plana çıkardı, gerçekte olmayıp sadece kağıt üzerinde, panolarda, bilgisayar ekranlarında gözüken hayali ve sanal varlıklar gerçek varlıkları tüketti, günümüz tabiriyle “piyasa oyuncuları” da oyunu kaybetmeye başladı. Faiz, borsa, döviz üçlüsüne dayanan üç kağıtçılık kumarhaneyi kumarbazların başına yıktı.
Allah faizi kumarı boşuna yasaklamadı. Bunların fert ve toplumlar için felaket sebebi olduğu belli iken, bu felaketi yaşamadan önce görmek ve uzak durmak gerekmez mi? Nasihate kulak tıkayıp musibetlerle uyanmak ne zamana kadar sürecek? Akıllı insan bir delikten iki defa ısırılmaz. Faiz ve kumar şimdiye kadar fert ve toplumlara müsbet anlamda ne kazandırdı? Batan şirketler, sönen ocaklar, yıkılan yuvalar kimin ve neyin eseri?
Faiz borcu yüzünden bağımsızlıklarını kaybeden, hatta satılığa çıkarılan (İzlanda gibi) ülkelerin, çıkarılan savaşların, kıyılan canların, çiğnenen onurların, açlığın, yoksulluğun hesabını kim verecek? Sırf hürriyet gerekçesiyle müdahale edilmeyen ekonominin sonu nereye varır? Para ve iktidarı ele geçirenler karşısında zayıfların hakkı nasıl korunur? Rahmetli Cemil Meriç’in dediği gibi Liberalizm; Hür bir kümeste hür tilki rejimidir. Yani tavuklar da, tilkiler de hür. Fakat tilkilerin hürriyeti karşısında tavukların hür olması neye yarar?
Biz “Kominizm anlayışıyla piyasaya müdahale edilsin, ferdi mülkiyet önlensin, her şey devletleştirilsin” demiyoruz. Bu anlayışın da yürümediği zaten komünizmin yıkılışıyla ortaya çıkmıştır. Komünizm adalet adına hürriyeti, kapitalizm ise hürriyet namına adaleti katletti.Adaletsiz ve hürriyetsiz yaşamak insanca bir yaşayış değildir. İnsanlık illa da bunlardan birisini tercih etmek zorunda mıdır? Hürriyetsizlik ölüm, adaletsizlik zulümdür. İnanlar adalet ve hürriyetin diriltici iklimine çağıran Allah’ın çağrısına kulak vermelidirler. “Ey iman edenler! Size hayat bahseden bir dirilişe çağırdıklarında Allah’ın ve Rasûlünün davetine icabet edin”(Enfal, 24)
İslama göre kişiler, kurumlar ve devletler istedikleri şekilde istedikleri yerlerden kazanç sağlayamadıkları gibi istedikleri şekilde istedikleri yerlere para harcayamazlar. Kazanılan yer ve yılların mutlaka helâl olması nasıl şartsa, harcanan yer ve yollarında aynı şekilde helâl olması gerekir. İslamda ticari hayat şu ölümsüz prensibe dayanır “Ne haksızlık yapar, ne de haksızlığa uğrarsınız” (Bakara, 279)
Kapitalizmin bel kemiğine korkunç sömürü aracı olan faiz İslama göre en büyük günahlardan sayılmış, faiz yiyenler bir bakıma Allah ve Rasûlüyle harbe tutuşmuş kimseler olarak tanımlanmışlardır. Faizciler Allah’ın fakir kullarına faiz silahıyla harp açmış cânilerdir. Allah’ın hayra kullanmaları için emaneten verdiği servet stokunu şerde kullananlar öncelikle Allaha isyan etmiş, ona karşı cephe almış kimselerdir. Onlar faizle fakirleri çarptıkları gibi Kur’an ifadesiyle kendileri de kabirlerinden şeytan çarpmış gibi kalkacaklardır. Allah ve Rasûlüyle savaşa kalkanlar asla kazanamamışlardır. Dünyada kazanmış göründükleri de aslında kayıptır. Zira başta ebedi kazancı kaybetmişlerdir.
Allah faizle elde edilen kazançların bereketini giderir. Sadakaların bereketini artırır. Dünyamızın varlık içine darlık yaşaması bu bereketsizliktendir. Bereketsizliğin baş sebebi olan faiz öyle yaygınlaşmıştır ki âdeta Hz. Peygamber (s.a.v)’in haber verdiği günleri yaşamaktayız “İnsanlar öyle bir zamana ulaşacaklar ki, o zamanda faiz yemeyen kalmayacak, öyle ki, doğrudan yemeyene buharı ulaşacak” (Ebu Davud Hadis no, 3331)
Bediüzzaman faiz ve faiz kurumları için şunları söyler: Faiz tembellik verir. Çalışma şevkini söndürür. Faizin hem kapıları hem de kapları olan bankaların her faydası beşerin en zararlı kısmınadır. Onlarda gavurlardır. Gavurların içinden de en fena olanlarınadır. Onlar da zalimlerdir, zalimler içinde ise en fenalarınadır. Onlarda sefihlerdir. İslâm alemine ise zararı mutlaktır. Kur’anın adaleti dünyanın kapısında durup faize: yasaktır der. Beşer bu emri dinlemedi, bir sille yedi. Daha müthişini yemeden bu emri dinlemeli.
Bu zamana kadar yaşanan maddi-manevi felaketlerden ders alınarak faiz, kumar ve aldatmaya dayalı vahşi kapitalizm terkedilmeli, onun yerine alın terine, hakka, adalete, paylaşmaya, yardımlaşmaya dayalı bir düzene geçilmeli. Bu düzenin çerçevesi bir tek ayetle çizilmiştir”“İyilikte ve takvada yardımlaşın, günah işlemekte ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın”(Mâide, 2)
(Kaynak: Altınoluk, Sayı: 273, Kasım 2008, s. 20, http://www.altinoluk.com/dergi/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d273s020m1)
- Zenginlik mi? Esaret mi?
Arapçada ğına olarak ifade edilen zenginlik; muhtaç olmamak, kendi kendine yeterli olmak anlamına gelir ki, bu mânâda zenginlik sadece Allah’a mahsustur. İnsanların zenginliği ise mallarının çokluğu ve ihtiyaçlarının azlığı nisbetindedir. Mülkün gerçek sahibi Allah’a nisbetle herkes fakirdir. Nitekim yüce Mevla şöyle buyuruyor: “Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise müstağnidir, hiç bir şeye muhtaç değildir, övülmeye lâyıktır” (Fâtır, 15) Allah’ınSamed oluşu da mutlak ihtiyaçsızlığı ifade eder.
Göklerde ve yerdeki her şey Allah’a ait olmakla beraber, yüce Mevla insanları imtihan etmek için bazılarını servet itibariyle bazılarına üstün kılmıştır. Haddi zatında sahip olduğumuz her şey birer emanettir, kalıcı değildir. Yunusumuz bunu ne güzel ifade etmiş:
“Mal sahibi mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan.”
Normal bir hayatın sürdürülebilmesi için belirli ölçüde servete sahip olmak şarttır. Kur’an tabiriyle mallar “geçim kaynağıdır” (Nisa, 5) Hayatın idamesi için şart olan servete karşı olmak düşünülemez. Bütün mesele bu servetin efendisi veya kölesi olmak meselesidir.
Yetecekle yetinmemek en korkunç fakirliktir. Bir kimse servet içinde yüzdüğü halde kendini ihtiyaç içinde hissediyorsa zararlı bir fakir demektir. Arap şairinin dediği gibi “mal çok olduğu halde insan fakir olabilir,” karnı tok olduğu halde gözü aç olanların zengin olması mümkün değildir.
İlk İslam filozofu ve meşşai okulunun kurucusu Kindi’ye sormuşlar: “Falan adam zengin” demişler. O da; “çok malı olduğunu biliyorum, ama zengin mi, fakir mi bilmiyorum. Çünkü servetini nasıl kullandığı hakkında bir bilgim yok” demiş. Sevgili Peygamberimiz gerçek zenginliği şöyle tarif etmiş: “Zenginlik mal çokluğuyla değil, bilakis gönül tokluğuyladır” (Buhari, Rikak 15, Müslim, Zekat 12)
Gözü tok olan kimse kanaatkâr olur, hırs ateşi içinde yanmaz. Servetini artırmak için hileye, haram yollara, entrikaya tevessül etmez. Allah’ın verdiğine razı olur, aç gözlünün aksine huzur içinde onurlu bir hayat yaşar.
Serveti birinci gaye kabul edip, bütün mesaisini haram-helal ölçülerine riayet etmeden servet biriktirmeye sarfeden kimse zavallı bir köledir. Filozof Kindi bunu şöyle özetlemiş “Kanaatkâr olan köle hür, tamahkâr olan hür ise köledir.”
Arzu ve ihtiyaçlar çoğaldıkça kölelik bağlarıda artmaktadır.
Anlatıldığına göre Atinalı Sokrat’a: “Neden üzülmüyorsun” demişler, o da: “Çünkü ben kaybedince üzüleceğim şeyleri edinmiyorum” diye cevap vermiş.
Yine anlatıldığına göre adamın biri Roma İmparatoru Neron’a yapımı ilginç, değeri yüksek kristal bir küre hediye eder. Hediye bir topluluk huzurunda İmparator’a sunulur, aralarında o çağın Filozofu da bulunmaktadır. İmparator kendisine sunulan hediyeden büyük bir memnuniyet duyar. Huzurundakiler de hediyenin güzelliği üzerine çok şey söylerler. Bu sırada İmparator Filozofa dönerek: “Bu kristal küre hakkında ne dersin” diye sorar: Filozof: “Bu küre sizde gizli bir ihtayacı ortaya çıkarmış ve sizin de bildiğiniz büyük bir musibete işaret etmiş bulunuyor” diye cevap verir. İmparator: “Bu nasıl olur?” deyince. Filozof: “Kristal küre kaybolsa bir benzerini elde etme imkanı bulunmadığından bu durum sende onun gibi bir küreye sahip olma ihtiyacını doğurur. Şayet bir kazaya uğrayacak olursa ondan mahrum kalma senin için büyük bir musibet sayılır” demiştir. (Kindi, Felsefi Risaleler. sh. 295-296. Tercüme. M. Kaya)
Rivayet edildiğine göre İmparator, istirahat edeceği odaya yolladığı eşyalar arasına bu küreyi de koydurmuş, fakat gemi batmış. Kürenin izine rastlanamamış, ömür boyu küreyi kaybetmenin üzüntüsünü yaşamış. Şayet küreye hiç sahip olmasaydı kaybetmenin üzüntüsünü yaşamayacaktı.
Bir şeye sahip olamamanın üzüntüsü, sahip olup da kaybetmenin üzüntüsünden daha hafiftir. Çocuğu olmayan üzülür. Fakat çocuğunu kaybeden mahvolur.
Kaybedilir endişesiyle hiç bir şeye sahip olmamak elbette düşünülemez. Zaten ölümle her şey elden çıkmış olur. Mesele hiç bir şeye sahip olmamak değil, temel ihtiyaçların dışındaki şeylere gönül bağlayıp onların kölesi olmamaktır.
Konumuzla ilgili enteresan bir olay aktaralım:
Olayın kahramanı Avusturyalı Karl Rabeder isimli milyoner bir kişi. Bu zat, kendisini mutsuz yapan servetinden kurtulmak için kendisine tek kuruş bırakmamak üzere üç milyon Euro’luk varlığını Latin Amerika’da kurduğu yardım kuruluşuna bağışlıyor. Fakir olduğu için para hasretiyle yanıp tutuşmuş, çok servet ve lüksün mutluluk anlamına geldiğini düşünmüş fakat zamanla bu düşüncenin yanlış olduğunu görmüş, daha çok para kazandıkça huzurunu kaybetmiş ve kendi kendine: “Artık buna bir dur demelisin. Lükse ve tüketime son vermelisin, gerçek hayata başlamalısın” demiş. Bu karara Hawai adalarında üç haftalık beş yıldızlı bir hayat yaşadıktan, sınırsız para harcadıktan ve etrafında bir tek gerçek insan görmedikten, paranın şımarttığı sahte dostlarla, rol yapan insanlarla birlikte olduğunu farkettikden sonra varmış. Cesaretle ruhunun ve kalbinin sesine kulak vererek kölelikten kurtulup hürriyete kavuşmuş. Önceleri servet peşinde koşarak mutluluğu yakalayacağına inanıyormuş.
Tıpkı eskiden italyan çiftçilerin eşeği kandırdığı gibi servet hırsı kendini kandırmış.
İtalyan çiftçileri eşeğin burnuna yarım metre uzunluğunda bir çubuk, çubuğun ucuna da eşşeğin sevdiği bir tutam ot bağlarlar. Eşek tuzağın farkına varamadığı için bir adım sonra ota kavuşacağını düşünerek hızlanır, çiftçiler böylece isteklerine ulaşır eşek de bir ömür boyu koştuğuyla kalırmış.
Karl Rabeder kendisini ot peşinde koşan, fakat bir türlü kavuşamayan eşek gibi hissetmiş. Mutluluk otuyla kandırılmaya son vererek yükten ve esaretten kurtulmuş.
Materyalizmin, vahşi kapitalizmin hakim olduğu günümüz dünyasında Karl Marksın tabiriyle “Yahudilerin kıskanç tanrısı para” sekülerleşti ve tüm dünyanın tanrısı(!) oldu. Kapitalistlerin nazarında paranın açmadığı kapı yoktu. Kapitalizm bir nevi “dünyevi din” haline geldi. Kapitalizm dünya cennetine giriş biletlerini parayla satıyor. Onun sahte cennetine ancak parası olanlar girebiliyor. Kapitalist dünyada kimi çok çalışarak kimi de çok çalarak bu cennete girmeye çalışıyor.
Sırf nefsani duyguları tatmin etmek için para peşinde koşmakla, serap peşinde koşmanın arasında fark yoktur. Susuz adamın tuzlu su içerek susuzluğunu gidermeye çalışması gibi bir ahmaklık söz konusudur. İnsanların refah seviyesi arttıkça huzurlarının da aynı oranda arttığı görülmemektedir. Para ancak temel ihtiyaçlarını karşılama noktasına varıncaya kadar fakirler için mutluluk sebebi olur.
Mutlulukla ilgili bilimsel çalışmaların öncülerinden Ricard Layard bir çok ülkenin mutluluk göstergelerini incelediğinde şu ilginç sonuca ulaşıyor: “Kişi başına ortalama gelir 20.000 doları geçtikten sonra paranın mutluluk üzerinde hemen hiç bir etkisi yoktur.”
Para insandan üstün değildir. İnsani değerler parayla satın alınmaz, para kazanmak için değerlerimizi dostlarımızı, çoluk-çocuğumuzu, insanlığımızı, huzurumuzu kaybetmeyelim. Zira para bu kaybettiklerimizin hiç birini geriye getirmez. Aksine bizi kendine köle yapar. Mevlana’nın tabiriyle servet geminin altındaki su gibidir. Gemi su olmadan yüzmez. Fakat geminin içine sızarsa onu batırır. İnsan mal hırsına kapılırsa su alan gemi gibi mahvolur.
Para bizatihi kötü değildir. Temel ihtiyaçları karşılamak, başkalarına muhtaç olmamak, çevreye faydalı olmak için para kazanmak şarttır. Mehmet Akif’imiz ne güzel söylemiş:
“Kim kazanmaz bu dünyada bir ekmek parası
Dostumun yüz karası düşmanımın maskarası”
Temel ihtiyaçlar karşılandıktan sonra parayı keyf için harcamak yerine fakirler için harcamak mutluluk sebebidir. Memnun edilen fakirler, dullar, yetimler tebessüm ettikçe insanın mutluluğu daha çok artar. Dostluk, güleryüz gibi değerlerin parayla takas edildiği beş yıldızlı kapitalist cennetin aslında yalancı bir cennet olduğu malumdur. Üstelik bu cennet, paraya, nefse kul olmayıp sadece Allah’a kul olanların gireceği ebedi cennet gibi değildir. Bu cennette ne bir korku ne de bir üzüntü vardır. Ama kapitalizmin sahte cenneti fanidir. Ondan geriye geçici zevklerin tortusu ve kaybetme korkusu kalmaktadır.
Mevla helalinden bol kazanç nasib etsin. Bunun yanında gerçek mutluluğa ermek için paranın nerelere sarfedilmesi gerektiğini idrak edecek akıl ve izan da versin. Amin.
Not: Konuyla ilgili olarak 17 Temmuz 2010 tarihli Zaman gazetesinde Florida Ün. Öğrt. Üyesi. Dr. Furkan Aydıner’in “Mutluluk Sadece Fakirlere Satılır” başlıklı yazısını tavsiye ederim.
(Kaynak: Altınoluk, Sayı: 299, Ocak 2011, s. 22, http://www.altinoluk.com/dergi/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d299s022m1)
- Zalime Hasım, Mazluma Hısım Olabilmek
Haksıza ve haksızlığa karşı hakkın ve haklının yanında yer almak müslümanın olmazsa olmaz vasıfıdır. Konusu ne olursa olsun zalime destek olmak, zulmüne ortaklık etmek gerçek bir müslümanın, vicdan ve insaf sahibi bir insanın yapacağı bir iş değildir.
Yüce Mevlâ zulmün her çeşidini yasaklamış, zalimleri korkunç azap ve akıbetlerle tehdit etmiş, onların asla yâr ve yardımcıları olmayacağını belirtmiştir. “Ben zulmü kendi nefsime haram kıldım. Sizin aranızda da yasakladım” (Müslim, Birr 55) buyurmuş. Zulmün yerine adaleti ikame etmiştir. Zaten zulüm adeletin zıddıdır. Adil olmayan her davranış zalimane davranıştır. Mülkün temeli adalettir. Bu temeli dinamitleyen, mülkün zevaline sebep olan ise zülümdür. “Zülümle âbâd olanın, akibeti berbad olur” derler. “Zalimler asla felah bulmazlar.” (Enam, 21)
İmtihan dünyasında Allah zalimlere fırsat verir, herkes kendi karakterine uygun davranışlar sergiler, fakat sonunda dünyada da ahirette de iyi veya kötü şekilde amellerin karşılığı görülür. “Sakın zalimlerin yaptığından Allah’ı gafil sanma! O, sadece onları, gözlerin dehşetten donup kalacağı, bir noktaya dikilip bakacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim, 42) Yüce Mevlâ ihmal etmez imhal eder. “Hiç şüphesiz Allah zalime mühlet verir, yakalayınca da kaçmasına fırsat vermez.” (Müslim, Birr 61) Zalimden yana olmak, Allah’a karşı olmak demektir. Zalimi desteklemek şöyle dursun ona ve fiiline kalben destek olmak bile azap sebebidir. “Zalimlere en ufak meyil göstermeyin, yoksa size de ateş dokunur.” (Hûd, 113) “Biz sana, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hüküm vermen için hakikatin ifadesi olan bu vahyi indirdik. Sakın hainlere taraftar olma.” (Nisa, 105) “Bir kimse zalim olduğunu bildiği halde yardım maksadıyla zalimle birlikte adım atarsa İslamdan çıkmış olur.” (Keşfû’l-Hafâ, hadis no: 2627)
Pek çok âyet ve hadis-i şeriflerden de anlaşılacağı üzere zulme ve zalime destek çıkmak azap ve helâk sebebidir. Destek olmak bir tarafa zulüm ve zalimlere karşı cephe olup savaşmamak bile büyük suçtur. “Allah’a yemin ederim ki; ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zalimin elini tutup zulmüne mani olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allah Teala kalblerinizi birbirine benzetir. Sonra da İsrailoğullarına lanet ettiği gibi size de lânet eder.” (Ebu Dâvud, Melâhim 17)
İslam’da cihadın gayesi zulmü ortadan kaldırmaktır. “Düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.” (Bakara, 193) “Cihadın en faziletlisi zalim sultanın karşısında hakkı söylemektir.” (İbni Mace, Fiten 20)
Peygamberlerin mücadelesi daima zalimlere ve zorbalara karşı olmuştur. Firavunlar, Hâmanlar, Kârunlar, Nemrudlar, Ebû Leheb ve Ebû Cehiller zulüm cephesinin elebaşları, önderleri olarak hakkın ve haklıların karşısına dikilmişler, mazlumlara kan kusturmuşlar, alın teri, kan ve göz yaşı üzerine saltanat kurmaya çalışmışlardır. Buna mukabil bütün peygamberler mazlumların, ezilenlerin, değer verilmeyenlerin safında yer alarak hak ve adaletin zaferi için çalışmışlardır. Müstekbirler karşısında Mustazafların sığınağı olmuşlardır. Bilaller, Habbab b. Eretler, Suheybî Rûmîler, Selman-ı Farisîler gibi bilumum gariban Hz. Peygamberin himayesinde hayat bulmuşlar, nübüvvet limanına sığınmışlardır. Peygamberler tarihinin tamamı bir bakıma zalimlerle mazlumların mücadelesi tarihidir.
Peygamberlerin varisleri olan âlimlerin de mazlumların safında yer alarak hakkın ve haklının mücadelesini bayraklaştırmaları gerekir. Ebu Hanife gibi, Hasan Basrî gibi, İz b.Abdüsselam gibi, zalimlere boyun eğmeyen, hak ve adalet uğruna hapis başta olmak üzere her türlü işkenceyi göze alabilen âlimler var oldukça zalimler daima tedirgin olacaklar, zulme cesaret edemeyeceklerdir.
Yöneticilerin de daima zayıflardan yana olması gerekir. Hz. Ebu Bekir (ra) halife seçilince irad ettiği ilk hutbede şunları söylemişti “Ey ahali! İçinizde en layığı ben değilken üzerinize halife seçildim. İyi hareket edersem bana yardımcı olunuz. Fena harekette bulunursam beni doğrultunuz. Doğruluk güvenlik, yalancılık güvensizlik doğurur. Sizden kuvvetli olanlar, üzerinden başkasının hakkını alıncaya kadar benim yanımda zayıf sayılır. Her zayıf kişi de hakkını alıverinceye kadar benim yanımda kuvvetli sayılır.” Demek ki güçlü olmak haklı olmakla mümkündür. Zalim ne kadar güçlü olursa olsun başkasının hakkını yedikce zayıf sayılır. Arap şairi ne güzel söylemiş “Dağlara ve ovalara sığmayacak kadar ordusu olsa bile, zalim hiç bir zaman kendini güvende hissetmeyecektir.”
Zalimlerin gücü, etrafındaki yağcı ve yalaka gürûhundan, çıkar ortaklığı bulunanlardan ve kalabalıkların ürkeklik ve korkaklıklarından kaynaklanmaktadır. Zülme karşı yiğitce direnen az bir kadro yıkılmaz sanılan zulüm kalelerini yıkmışlardır. Çünkü zalimlerin güçleri emanet güçtür, menfaate dayalı destekler çekilince birden bire aciz ve zavallı duruma düşerler. Tarih böylelerine şahittir. Kendi hayatımız içinde de böylelerine biz de şahit olmuşuzdur.
Bütün mesele haklıların da en az haksızlar kadar cesur ve dirençli olmasıdır. Bu herşeyden önce iman, kendine ve davasına güven meselesidir. Muhammed İkbal ne güzel söylemiş “Topluma kafa tutan bu fakirin iki kelimelik silahı vardır. Lâ ilahe illallah.” Tevhidin bu parolası nice putları yıktı, nice zalimleri dize getirdi.
Milletimizin ve İslam âleminin yiğit ve soylu feryadı Mehmet Âkif’imiz de zulme karşı direnişin sembollerindendir.
“Zülmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam
Hele bak namına haksızlığa ölsem tapamam
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim
Onu dindirmek için kamçı yerim çifte yerim
Adam aldırma geç git, diyemem, aldırırım
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu
İrticaın şu sizin lehçede mânası bu mu?”
Gerçekte dindarlık haksızlığa karşı direnişin sembolü olması gerekirken bazı müslümanların sömürünün, emperyalizmin yanındaymış gibi gözükmesi veya gösterilmesi son derece tuhaf ve üzücüdür. Kur’anî tabirle değil de ekonomik anlamda sermaye ve burjuvazinin yanında olmak Sağcılık, emek ve proletaryanın yanında olmak Solculuk anlamına geldiği için bir zamanlar Lübnan’da savaşanlar, sağcı müslüman, solcu hristiyan gibi garip bir tasnife tabi tutuluyordu. Müslüman için ekonomik anlamda böyle bir tanımlama asla söz konusu olamaz. Uğur, bereket, kitabın sağ elden verilmesi anlamındaki sağcılığa amennâ. Fakat sömürü ve yağmanın yanında yer almak anlamındaki sağcılığa tövbe! Hâşa! “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen bir peygamberin ümmeti, sosyal ilişkilerdeki aksaklıklara karşı duyarsız kalıpda kendini iyi bir müslüman sayması mümkün değildir. Asıl olan solcu veya sağcı olmak değil, haktan ve haklıdan yana olmaktır. Genelde din, özelde İslam her türlü haksızlığa karşı isyandır. Sömürü ve zulme karşı çıkmayıp da acıları unutmak veya hafifletmek için dini, müsekkin ve uyuşturucu olarak kullanmak öncelikle İslama haksızlıktır. Dini, yapılan haksızlıkları meşru gösterme aracı olarak göstermekde ahlaksızlıktır. Zulme uğrayanların haklarını korumak için kurulan hılfu’l fudûl (Erdemliler Teşkilatı)’a peygamber olmadan üye olan ve yine üye olurum diyen bir Peygamberin müntesipleri zalimlerle asla bir safta yer almazlar. Dünyada zalimlerle aynı safta olanlar, zalimlerin yurdu olan cehennemde de beraber olurlar. Allah zalimlerle beraber etmesin. Amin.
(Kaynak: Altınoluk, Sayı: 305, Temmuz 2011, s. 24, http://www.altinoluk.com/dergi/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d305s024m1)
- İki Farklı Zengin
Zengin denince akla ilk gelen kişi Kârûn’dur. Kur’an-ı Kerim’de dört yerde zikredilen bu zat Tevratta Korah diye anılmakta, çölde Hz. Mûsa’nın otoritesine karşı başlatılan isyan da başrolü oynayan kişi olarak bildirilmektedir. (Çıkış, 6/16, sayılar 16/1) Tevratta anlatıldığına göre çeşitli kabilelerden insanları ve cemaatin 250 beyini toplayarak Musa ve Harun’a karşı çıkan Kârûn, böylece Allah’a karşıda âsi olmuş. Hz. Musa’nın duası üzerine adamları ve mallarıyla birlikte yerin dibine geçmiştir. Yahudilerden bir rivayete göre Kârûn Mısır’da Firavunun hazinedarı idi. Serveti o kadar çoktu ki hazinelerinin anahtarlarını ancak 300 katır taşıyabiliyordu. Bu servet onu şımartmış, Tevrat hükümlerini küçümsemeye ve Allah’a isyana sevketmiş fakat sonunda yerin dibine geçmişti.
Kur’an-ı Kerim’de (Kasas 76-82) Kârûn; hazinelerinin anahtarlarını güçlü bir topluluğun taşıyabildiği, mağrur, gösteriş düşkünü bir kişi olarak anlatılır. Kavminin arasında ihtişamla dolaşır, onun bu görkemli hali bazılarının hayranlığını celbeder. Kârûn gibi olmayı temenni ederler. Bazıları ise şımarmamasını, zira şımaranları Allah’ın sevmediğini, Rabbin kendisine ihsan ettiği gibi kendisinin de insanlara iyilikte bulunmasını, dünyadan da nasibini unutmamasını, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamasını öğütler. Fakat Kârûn bu sözlere kulak asmaz, sahip olduğu serveti kendi bilgi ve becerisiyle elde ettiğini söyler, netice de kölesi olduğu servetin kurbanı olarak evi barkıyla birlikte yerin dibine geçer. Kendisine özenenlerde onun helâkı karşısında akıllanırlar, Kârûna özenmelerinden ötürü pişmanlık duyarlar.
Kârûn Mûsa’nın kavmindendi. Bazı rivayetlere göre Musa’nın amcasının oğlu idi. Servetin verdiği şımarıklık ve gurur ona akrabalık bağlarını bile unutturdu, ezilen kavminin yanında yer alacağına Firavunun safında yer aldı. Firavun, Hâman ve Kârûn birbirini tamamlayan üçlüyü teşkil ediyorlardı. Firavun otoriteyi, Hâman bürokrasiyi, Kârûn da sermayeyi temsil ediyordu. Halk ise bu üçlü gücün altında ezilip sömürülüyordu.
Kârûn daima kötü zengine örnek olarak hatırlanmış, şiirlere konu olmuştur. Yunus Emre ne güzel söylemiş:
Ne kadar çok ise malın
Ecel sana sunar elin
Ne assı (kâr) eyledi Kârûn
Bu dünyaya batmış iken.
Bu dünya Kârûn tıynetinde nice zenginler görmüş, servetlerine aldanan, servetleri sayesinde ölümsüzlük vehmine kapılan bu zavallılar kendileri battığı gibi etrafını da batırmışlardır. Mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu, insanlara imtihan için verildiğini, malda fakir fukaranında hakkı bulunduğunu, helal yoldan kazanıp helal yollara sarf edilmesi gereğini bilselerdi sahip oldukları servet felaket değil saadet sebebi olurdu. Bunlar servetin efendisi değil, kulu olan kimselerdir. Allaha değilde servete kul olanların âkıbeti ise daima felaket olmuştur.
Kârûn gibi nankör zenginlere mukabil her şeyin Allah’a ait olduğuna inanan ve serveti Mevlânın lutfu bilip daima şükreden, şımarıp böbürlenmeyen, servetin gerçek sahibi değil emanetçisi olduğunu idrak eden zenginler de vardır.
Hem hükümdar hem de peygamber olan Süleyman aleyhisselam bu türlü zenginler için ilk akla gelen örnektir. Mevla ona, başka hiç kimseye vermediği bir saltanat bahşetmiştir. Cinlere, şeytanlara, rüzgara hükmediyor, hayvanların dilinden anlıyordu. Rüzgar sabah akşam birer aylık yol katediyor. Süleyman peygamberi istediği yere en kısa zamanda ulaştırıyordu. Cinler emrinde çalışıyor, saraylar, surlar, mabetler, havuz gibi çanaklar, sabit kazanlar, timsaller vs. yapıyorlardı. Bir kısmı da denizden kıymetli taşlar ve inciler çıkarmak için dalgıçlık yapıyordu.
Süleyman peygamber malı, Rabbini hatırlattığı için seviyordu. “Hani bir akşam üstü kendisine cins ve rahvan atlar sunulmuştu da: ‘Elbette ben güzel olan her şeyi severim. Çünkü bana Rabbimi hatırlatır’ demişti.” (Sâd, 31-32) Bütün bu maddi saltanat yanında kendisine bunlardan daha üstün olan ilim ve hikmet verildi. Bundan ötürü daima Rabbine hamdetti. Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil muhteşem ordular, önünden geçerken gururlanmadı ve “Ey Rabbim! Bana ve anama-babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi iş yapmamı gönlüme, getir rahmetinle beni iyi kullarının arasına kat dedi.” (Neml, 19)
Sahip olduğu zemini billur saraylar, emrindeki her çeşit güç ve imkan Hz. Süleyman’ı büyülemedi. Bunların birer imtihan olduğunu hiç hatırından çıkarmadı. Belkıs’ın tahtını yanı başında görünce “Bu Rabbimin lütfundandır, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek istiyor. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kimi de nankörlük ederse bilsin ki Rabbim hiç bir şeye muhtaç değildir, büyük bir ikram sahibidir, dedi.” (Neml, 40) Hz Süleyman, Belkıs’ın gönderdiği hediyeler için kraliçenin elçisine şunları söylemişti: “Siz bana bir mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Ama siz belki ancak hediyenizle seviniyorsunuz.” (Neml, 36)
Hz. Süleyman’ın gücü Kârûnun gücünden kat kat fazlaydı. Zira cinlere, şeytanlara, kuşlara, rüzgara hükmediyordu. Bakır menbaından sel gibi erimiş bakır akıyordu. Sahip olduğu bu güç ve imkanları kendinden bilmedi: Kârûn gibi bunları kendi bilgi ve becerisi olarak görmedi. Servet onu Rabbinden uzaklaştırmadı, bilakis yaklaştırdı. Şükrüne vesile oldu.
Tarihten sunduğumuz bu iki prototip bugünkü servet sahipleri için de tıpa tıp geçerlidir. Kârûn’un ve Hz. Süleyman’ın yolunu takip edenler hep olagelmiştir, bundan sonra da olacaktır. Servetin azdırmadığı insanlar pek azdır. Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehil ve Ebu Lehepler hep servet ve güçleri yüzünden azmışlar, peygamberlere karşı koymuşlardır. Genelde insanın tabiatı budur. “İnsan kendi kendine yettiğine sandığında mutlaka azar” (Alak, 6) “Sırf Allah kendisine hükümranlık verdi diye Rabbi hakkında İbrahim’le tartışan kimseyi görüp tanımadın mı? (Bakara, 256) Güç ve servet genellikle kibir ve şımarıklık sebebi olmaktadır. Peygamberlere karşı koyanlar daima kodaman takımı olmuş, bunlar sahip oldukları servet ve gücü yoksulları ezme, onları daha fazla sömürme istikametinde kullanmışlardır.
Servetin felaket veya saadet vesilesi olarak kullanılmasında en belirleyici unsur, Allah’a ve ahiret gününe inanıp inanmama olayıdır. “Dini (hesap gününü) yalan sayan kimseyi gördün mü? İşte o yetimi kakar, yoksulu yedirip doyurmaya teşvik etmez.” (Mâûn, 1-3) “Mal toplayıp, tekrar tekrar sayan ve insanları arkadan, çekiştirip kaş göz işaretleriyle alay eden herkesin vay haline! O, malının, kendisini dünyada ebedi kılacağını sanır.” (Hümeze, 1-3)
Diğer taraftan müttakilerin vasıfları sayılırken onların gayba inandıkları, namazı dosdoğru kıldıkları ve Allah’ın kendilerine verdiği rızıklardan başkaları içinde harcadıkları, ahirete kesin şekilde iman ettikleri belirtilmektedir. (Bakara, 2-3) Onlar riyadan uzak, sırf Allah rızasını gözeterek; başkalarını minnet altında tutmayarak harcarlar. “Onlar kendi istek ve arzularına rağmen muhtaçlara, yetimlere ve esirlere yedirirler ve derler ki: Biz size sadece Allah rızası için yediriyoruz sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.” (İnsan, 8-9)
Allah’a ve ahirete, hesaba-kitaba, cennete-cehenneme inanmayanlardan karşılıksız iyilik ve yardım beklemek zaten abestir. Her şeyi bu dünya hayatından ibaret görenler ve bu hayatı zevk-sefa içinde geçirmekten öte gayeleri olmayanlar ellerindekileri başkalarıyla paylaşmak şöyle dursun üstelik çeşitli entrikalarla başkalarının mallarına da sahip olmak isterler. Fani hayata mahkum oldukları için ebediyet esintisinden, cennet neşesinden mahrumdurlar.
Şamdan gelen yüklü miktardaki mallarına yüzde yüz, iki yüz, üç yüz, kâr teklif edenlere “Ben yedi yüz misli kâr verene vereceğim” deyip de malın hepsini fakirlere dağıtan Hz. Osman, servetinin tamamını Allah yolunda sarfedip. “Ailene ne bıraktın?” diyenlere “Allah ve Resulünü bıraktım” cevabını veren Hz. Ebu Bekir, evlerini, bağ-bahçelerini muhacirlerle paylaşan Ensar nerede, mâûnu (en ufak yardımı) bile esirgeyenler nerede?
Bugün Kârûn rolünü oynayan şahıslar, holdingler, karteller olduğu gibi Kârûnların servetiyle Firavun sistemini devam ettiren devletler de mevcuttur. Vahşi kapitalizm Kârûnların mezhebidir. “Senin ki senin, benimki de senin” diyen Ensar ve “Benimki benim, seninki de benim” diyen inkâr tavrı. Birincisi olamıyorsa bari ikicinsi de olmasın, en azından herkes hakkına razı olsun. Günümüzün materyalist dünyasında buna razı olmak zorunda kaldık.
(Kaynak: Altınoluk, Sayı: 306, Ağustos 2011, s. 28, http://www.altinoluk.com/dergi/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d306s028m1)
Zenginler Fakirlerin Üstünden Geçiniyor
Çalışan yoksul insanlar binbir emekle elde ettikleri gelirlerinin önemli bir kısmını ev sahibi denilen bu yüzsüz asalaklara vermek zorunda kalıyorlar. Bunlar “hiç çalışmadan başkalarının üstünden geçiniyoruz” diye düşünüp utanmıyorlar. Üstelik bu “başkaları” çalışan ve aslında daha çok hak eden kimseler. Tuhaf olan, kimse bu durumun yanlış bir düzenden kaynaklandığının farkına varamıyor…
http://www.facebook.com/notes/cerrah-g%C3%BCner-fuz%C3%BBl%C3%AE/zenginler-fakirlerin-%C3%BCst%C3%BCnden-ge%C3%A7iniyor/302695076419953