Sezai Karakoç’un Ezilenlerle İlişkisi

4 Responses

  1. Selahattin dedi ki:

    Geçenlerde Peyami Safa’nın “Fatih Harbiye” romanına yeniden bir bakayım dedim. Genç Cumhuriyet’in “Modernleşme” çalışmalarına esaslı bir eleştiridir aslında, eski ve yeni, asrilik ve muhafazakarlık üzerine yaşam biçimlerinden bir bakıştır. Aslında bu romandan hareketle görüyoruz ki, o dönemin sağ, muhafazakar veya Müslüman yazarlarında hep aynı bakış tarzı var, eskiyi yani Osmanlı’yı olumlama, geleneğe vurgu yapma ve genelde ekonomik olarak orta ve alt sınıfta yer alan insanların yaşam biçimlerini ön plana çıkarma ve değerli hale getirme çabası. Bunu Peyami Safa’da da, Necip Fazıl’da da, Sezai Karakoç’ta da görüyoruz ve mesela şöyle bir örnek vardır. Fatih İstanbul’u fethetmiştir. Fetih’ten sonra yabancı bir memleketten gelen bir kişi İstanbul’da sabahleyin bir dükkana girer bir iki şey alır. Biraz daha malzeme alacağı zaman dükkan sahibi müşteriyi yandaki dükkana yönlendirir ve şöyle der “Ben siftahımı yaptım, komşum daha yapmadı, git birazda ondan alışveriş yap” Adam dükkandan çıkar ve kendi kendine derki “Komşusuna bu kadar değer veren bir toplum batmaz” Bu hikaye eskiden beri muhafazakar çevrelerde dilden dile anlatılır. Söylenmeye çalışılan odur ki o dönemlerde öyle bir memleket vardı ki o insanlar sanki bir cennette yaşıyorlardı, ya da o yöneticilerin adalet kılıcı hiç şaşmazdı. Oysa hayat acaba öylemi hareket ediyor. O toplumun insanları bu kadar hatasızlardı da bize böyle ne oldu ki bu kadar kötü insanlar haline dönüştük, buradaki eleştiri tam da kurulmaya çalışılan, salt akla dayalı, laiklik gibi bir kavramı ön plana almış düzene karşıdır. Cumhuriyet’in uygulamalarına karşı erken dönem eleştirileri hep bu minvalde gelişmiştir, tıpkı Cumhuriyet kadrolarının hep eskiyi kötüleyip, aklı ve aydınlanmacılığı olumladığı, din adamlarını ve dindarlığı “Gericilik” olarak nitelendirmesi gibidir. Aynı zamanda bu “ilerici” Cumhuriyeti de hep Bürokrat ve “Aydın” bir sınıf üzerinden kurmaya çalışmaktadırlar. Oysaki o Müslüman insanların dertleri vardı, köylerden şehirlere doldurulmuşlardı ve burada şehirlerin en kötü yerlerinde oturuyorlardı. Zenginlikten en az payı alıyorlardı, en temel insan haklarından yoksun olarak yaşamaya mahkum edilmişlerdi, bunları bu yazarlar görmez. Bu fakir insanlar kültürel olarak da birbirlerinden çok farklı insanlardı, bu göz ardı edilir. Yeknesak bir topluluktan bahsedilir. Bu insanlara Nurettin Topçu Yavuz Sultan Selim’i anlatır, Necip Fazıl Büyük Doğu idealinde seçkin bir insanlar topluluğundan bahseder. Tabii ki bu analizde yapılan işin bir ayağını eksik bırakır ve bu yazarların kitaplarında mazlumlar kendini gösteremez, inançlar ve kimlikler kendini gösterir. Hele soğuk savaş döneminin gözlüğü ile bakıldığında bir kişinin halktan, haktan ve fukaralıktan bahsetmesi komünistlik olduğu gibi, Allah, gelenek, din ve kültür gibi kavramlardan bahsetmekte gericiliktir. Hemen aklıma Şule Yüksel’in Huzur Sokağı adlı romanı geldi. Orada inanç ve yaşam biçimi üzerinden sosyete ve klasik bir Müslüman ailede yetişen iki genç arasındaki bir aşkın anlatımında kültürel bir mücadeleden bahsedilir ama diğer yüzünden bakıldığında bu aslında bir sınıf mücadelesidir ve yazar bu tarafına hiç bakmak istemez, çünkü işin o yüzüne bakınca aslında sistemle kavga etmesi gerekir. Ama Muhafazakar yazarın o dönem en büyük sıkıntısıdır bu, sen aslında Kapitalizmle, Sosyalizmi aynı kefeye koyup tartmaya çalışırsan toplumun içindeki derin yaraları bir türlü göremezsin ve o kaynaktan beslenen büyük bir Müslüman kitlede bugün bile ülkemizde var olan sorunlarda hiç mazlum zalim ilişkisine ve çelişkisine bakamazlar. Hala olaylara sağ, sol; inanmak ve inanmamak perspektifinden bakarlar.

  2. alp dedi ki:

    Karakoç’a dair pek üstünkörü malumatım olduğu için tartışmanın özüne dair değil de kavramsal bir meseleye dair dikkat çekeyim istedim. Bu arada içeriğe dediğim gibi hakim olmasam da derli toplu bir yazı olmuş onu da belirteyim, yazarın eline sağlık. Makalenin temel iddiası Karakoç’un ezilenlere seslenmemesi. Ezilenler kavramını çok kullanmasam da yazarın iddiası gösterdiği delillerle ima ettiği “ezilmişlikler” için makul görünüyor. Ancak Karakoç’un da önemli bir parçası olduğu ve eleştirilse de çok çok iyi anlaşılması gereken muhayyileyi daha iyi kavrayabilmek açısından, yazar arkadaş şunu göz ardı etmiş gibime geldi:

    Karakoç’a sorsak, muhtemelen mealen “Ezilenlerle ilişkilenmemek mi? Benim gözümde asıl ezilen özne topyekun bir islam alemidir, ben de bütün ömrümü bu yola vakfetmişim” gibi bir şey diyecektir. Bu anlayışa ben de birebir katılmam, ondan yazmıyorum. Ama kavramsal olarak bir sıkıntı olmuş gibi geldi ve asıl tartışmanın zannedersem “ezilenleri önemseyip önemsememe”den ziyade, hangi ezilme ilişkisinin daha önemli görüldüğü tartışması olduğunu hatırlatmak için yazdım. Bu söylemin/muhayyilenin türkiye toplumunun % 60-70 civarındaki bir bölümüne fevkalade ilgi çekici gelmesinin sebebi, bu söylemin bu kesimin büyük çoğunluğunu oluşturan dar gelirli, işçi, emekçi vs. katmanların “ezilmişliğine” öyle ya da böyle seslenebilmesidir gibime geliyor. Yani bu söylemin “ezilenler”e karşı ilgisiz olduğunu söylemek yanıltıcı olacaktır. Şöyle demek daha doğru zannedersem: Bu söylem, pek çok başka ezilmişlikleri gözardı ederek ve hatta onlarla zıtlaştırarak belli bir ezilmişliği belli bir kalıba döküp, “senin ezilmişliğinin sebebi batı, siyonizm vs.” şeklinde formüle edip, bu kalıbın da halkın bu geniş kesiminden teveccüh görmesini sürekli yeniden ve yeniden sağlayabilmektedir.

    Yorum için biraz uzattım. İnşallah derdimin tartışmaya katkı sunmak olduğu açıktır.

  3. Yasin Aygün dedi ki:

    İslam aydınları şaşırmış ve şaşırtıyorlar bizleri.Saldıracak kimse kalmadı sıra Sezai KARAKOÇ’da e mi? Yazık yazık. O kadar eleştirilecek fikir ve kişi var ki. Marks’ı yok etmeden Smith’i yok edmeden alakasız bir yönelişle İslam aydınlığının yüz akı Karakoç! İnsan bir genç olarak şevki kırılır. Ama ben aksine sizin yapamadığınız aydınlığı yapmaya baş koydum. Gidin AKP’yi eleştirin; şu işçi, anne dramı, aşık şiirini yazmış, sade şiirle de kalmamış fikirleriyle de altyapısını hazırlamış güzel insanı değil. O insan o dönemde meseleyi ele aldı bizler de meseleyi tez’leştireceğiz. Bu insanları yok ederek hiç bir baltaya sap olunmaz, ki baltaya balta küpüsü olmak varken!
    Şiir şu:

    Kaç aç varsa hepsi ben
    Kaç hasta varsa hepsi ben
    Kaç liman önlerinde dönen
    İşsiz hamal hepsi ben

    Kaç aşktan ters yüz edilmiş
    Aşık varsa hepsi ben
    Bütün çiçeklerle donanıp
    Bütün insanlarla ölen

    Atılmış kömür toplar
    Annelerinin zoruyla çocuklar
    -Başka çaresi ne annenin-
    çocuklarıyla yere çarpılan

    Ben o çocuklarla yere çarpılan
    Sevgili deyip yere çarpılan
    Sedye taşımaktan kolu tutulan
    Bu sessiz çılgın çalkantıda

  4. Bugünlerde bir vesileyle Sezai Karakoç’u yeniden okudum. Çıkış Yolu-1’i tüm Karakoç sevenlere tavsiye ederim. Kürtlere biçtiği rol Türk abisinin kardeşliği. Meğerse bütün Kürt ayaklanmaları birkaç kendini bilmezin huzursuzluğundanmış. Nevruz da esasında Türk bayramı imiş.
    DOğrusu Karakoç mu Ak Parti mi deseler; Ak Parti derim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir