Ortaklık, Toplumculuk, Liberalizm ve Piyasa (Mustafa Özel Yazını Üzerine)
Mustafa Özel’in daha çok 1990’lı yıllarda yayımlamış olduğu telif ve tercüme kitapları ve kendi yazdığı kitapları var fakat kendisini son yıllarda daha çok, Anlayış dergisi veya Yeni Şafak gazetesinden okuduk. O yazılar üzerinden bir değerlendirme yapmak istiyorum. Özel’in İslam iktisat düşünce ve pratiğinde önemli bir yeri olan ortaklık meselesine eğilmesi önemli. Özel Hılfu’l-Fudul / Erdemliler Anlaşması ile ilgili bir örnek olaydan hareket ederek bugünkü rekabet ortamının ancak böyle ortaklıklarla aşılabileceğini söylüyor. “Din, Ticaret ve Çok Ortaklı Şirketler” başlıklı yazısında şöyle söylüyor:
“Ben çok ortaklı şirketleri çok sevmiştim. Ayakta kalabilenleri hâlâ da seviyorum. Fakat güz mevsiminin sonlarındayız ve önümüz kış. Bu şirketlerden kaçı baharı görür bilemem. (…) Her medeniyetin bir genişleme aracı vardır. Modern Batı medeniyetinin genişleme aracı anonim şirkettir. Anonim, yani sahibi belli olmayan, çok sayıda ortağı bulunan bu modelin Ortadoğu tarihindeki bilinen ilk örneğini, Hz. Peygamber’in dedesi Haşim kurmuştur. Mudarabe adı verilen bu ortaklık, sonradan commenda adıyla İtalyan şehir-devletlerinde uygulanmış; bilahare sosyete anonim lakabıyla Kuzey ve Batı Avrupa’yı şereflendirmiştir.”
Cahiliye Mekke’sinde Hz. Peygamber’in dedesi Haşim, Mekke’de iflas eden ve bunun sonucunda çöle çekilen tüccarları bu intihar girişiminden ve itibarsızlıktan kurtarmak için onlara ortaklık yapmalarını teklif ediyor. Bu da birçok tüccarın kurtulmasını sağlıyor. İslam Cahiliye Mekke’sinden devraldığı ticareti geliştiriyor ve bu dönemde ortaya konan ortaklık gibi kurumlar da Haçlı Seferleri vasıtası ile Avrupa’ya taşınıyor. Osmanlı uzun bir süre mudarebe ve vakıf uygulamalarını gerçekleştiriyor. Özel yazının devamında ortaklıkla ilgili, bir dönem Anadolu Kaplanları şeklinde nitelenen ve çoğu batan çok ortaklı şirketlerle ilgili yaptığı analizde şöyle bir madde yazmış:
“İktisadî demokrasinin temellerini atmak: İktisadî demokrasi gerçekleşmeden, siyasî demokrasi gerçekleşemez. Çok ortaklı şirketler, ‘Eşitlik İçinde Büyüme’ ilkesini hayata geçirmekte, kazancı işin başında paylaşıma açmaktadırlar. Şirketlerin patronları yoktur. Yöneticiler, işçiler, tedarikçiler, yöre ahalisi ve (çoğunlukla o yöreden olup) yurtdışında çalışan işçiler şirketin aşağı yukarı eşit ağırlıktaki ortaklarıdır. Bu model, farklı bir üretim/tüketim ahlâkına kapı açabilir.”
Özel’in tarif ettiği bu yaklaşım acaba söz konusu yapılar içinde ne kadar hayata geçirildi büyük bir soru işareti. Ancak bana göre önümüzdeki dönem belki de bütün dünyanın tartışması gereken bir konu bu yaklaşım olacaktır. Pratikte yapılan yanlışlar ve suistimaller üzerine ayrıca konuşulabilir ama bu yaklaşım, bu model, kapitalist bir üretim tüketim modelinin dışında yapılabilecek bir çalışmadır.
Özel modern zamanlarda ekonominin iki şekilde kurulduğunu ve üretime dayalı büyüme modeli (Almanya, Japonya) ve tüketime dayalı büyüme modeli (ABD, İngiltere) şeklindeki bu modellerden tercih edilmesi gerekenin üretime dayalı büyüme modeli olduğunu söylüyor. Kendisi kapitalizmin “piyasa düşmanı” olduğunu çünkü çokuluslu şirketlerin devletlerle el ele vererek, bütün yasaları kendi lehlerine yaptırdıklarını ve maksimum kar amacında oldukları için piyasadaki rekabetin önünü kapattıklarını, büyük balıkların küçük balıkları yuttuğunu söylüyor. Küçüklerin yaşama şansının bugünkü sistemde mevcut olmadığından hareketle ortaklık konusunun önemine dikkat çekiyor.
Mustafa Özel 1980 Boğaziçi Üniversitesi İktisat Bölümü mezunudur ve uzun yıllar Müsiad’a danışmanlık yapmıştır. Şu anda bir yandan Bilim ve Sanat Vakfı’nda çalışmalarını sürdürürken bir yandan da Şehir Üniversitesi’nde ders vermektedir. Kendisi “liberal ekonomi”yi savunmaktadır. Ama Özel’in buradaki “liberal” kelimesinden ne anladığına dikkatle bakmak gerekmektedir. Bunu daha iyi anlamak için son yazılarından birine bakmakta yarar var. “İslam Ülkesinde Solculuk” başlıklı yazısı şöyle başlıyor:
“Lise yıllarımda solculuğu seviyor, solcuları sevmiyordum. Üniversite yıllarımda bazı solcuları sevdim, solculuktan kuşkulanmaya başladım. Şimdi çoğu solcuları sevmiyor, fakat tarihte belki ilk defa solcu olmanın vaktinin geldiğini düşünüyorum.”
Yani Özel, toplumculuğun Türkiye tarihinde hiçbir zaman yaşadığımız konjoktürdeki kadar elzem olmadığını söylüyor. Daha sonra Türkiye’de kısa bir sol ve solculuk tahlili yaptıktan sonra yazıyı şu şekilde bitiriyor ki bence son derece önemli bir tespit:
“Solculuk haksız güce muhalefetse, kapitalizmin ulusal nitelik taşıdığı 19. yüzyılda sınıf temelli olabilirdi. Kapitalizmin küreselleştiği 21. yüzyıldaysa, solculuk medeniyet temelli tanımlanmak zorundadır. İslam ülkesinde, kendini İslam’a kapatarak sola açmak mümkün değildir. Böyleleri, olsa olsa, halkının yüzde 99’unun Müslüman olduğu ülkeye ‘İslam ülkesi değil!’ diyenlerle aynı saftadır. Devrimci değil, muhafızdırlar.”
Evet, neoliberal politikalar küresel çapta uygulanıyor ve bu uygulamalardan herkes nasibini alıyor, bu nedenle buna karşı oluşturulacak cephenin de küresel çapta olması gerekiyor. Ve evet, bu coğrafyada hayata geçirilmeye çalışılan toplumculuk ve sosyalist düşünce biçiminin halkın genel yaşam biçimine ve inançlarından farklı bir yere oturmaması gerekiyor. Aslında Latin Amerika’da ortaya konan ve etkileri hâlâ devam eden toplumcu uygulamalar bizim coğrafyamız için de bir esin kaynağı olabilir.
Mustafa Özel “İslam, Piyasa ve Solculuk” başlıklı bir sonraki yazısına, “solcu olmanın vaktidir” dediği için aldığı tepkileri anlatarak başlıyor. Önce toprak beylerinin girişimci sınıfa, daha sonra da bu burjuvanın işçi sınıfına karşı uyguladığı zulme başkaldırı anlamındaki solculukla, dinin tanımladığı solculuğun aynı şey olmadığını vurguluyor. Bir Müslüman’ın kendisini sağcı veya solcu diye nitelendirmesinin gerekli olmadığını, bir Müslüman illa kendini bu sıfatlarla tanımlayacaksa solun daha uygun olduğunu söylüyor ve bu solculuğu şöyle tanımlıyor:
“Solcu olmak, 20. yüzyılın talihsiz (berbat diyecektim!) sosyalist deneyimlerinde görüldüğü üzere, mutlaka mülkiyet ve piyasa düşmanlığı yapmak değildir. Kötü olan mülk sahipliği değil, sistemsel işleyişin sonucunda bir toplumdaki insanların onda dokuzunun (hatta daha fazlasının) asla mülk sahibi olamamasıdır. Kötü olan piyasa değil, örgütlü/konsantre sermayenin, örgütlü siyasî gücü (devleti) kullanarak piyasaya hükmetmesidir.”
Buradan devamla piyasa ile kapitalizmin aynı şey olmadığını söylüyor ve yazısını şöyle sürdürüyor:
“Daha önceki toplumsal örgütlenme biçimlerinin çoğunda da piyasalar vardı, fakat piyasalar üzerinden topluma egemen bir sermaye sınıfı yoktu. Kapitalizm, konsantre sermayenin önce yerel/ulusal topluma; sonra dalga dalga bölgesel/küresel topluma hâkim olmasıdır. Siyasi elitler daha önceki sistemlerde başoyuncu iken; kapitalistleşme sürecinde yardımcı oyunculara dönüştüler. Kaderlerini, örgütlü büyük sermayenin kaderiyle bütünleştirdiler.”
Özel burada eleştiri oklarını büyük kapitalist şirketlerle işbirliği yapan siyasetçilere yöneltip, bu konuda sorumlu olduklarını söylüyor. Daha sonra bana göre önemli olan bir Marksizm eleştirisi yapıyor ve aslında bu çok önemli bir tartışma konusu. Ama bizim konumuz İslam iktisadı olduğu için buradan hareketle Mustafa Özel’in İslam iktisadı deyince ne anladığını ve anlattığını tartışmaya başlayabiliriz.
Mustafa Hoca “İslam kapitalizme karşı, piyasaya dosttur” diye bir giriş cümlesi kuruyor ve İslam’ın baskı altında bir piyasa toplumunda doğduğunu, siyasi ve askeri gücü elinde tutanların piyasa üzerinden büyük rantlar elde ettiklerini söylüyor. Hz. Peygamber’in gençliğinde katıldığı Hılfu’l-Fudul / Erdemliler Anlaşması’nın bugünkü anlamda solcu bir ittifak olduğunu iddia ediyor. Hılfu’l-Fudul kısaca Cahiliye Mekke’sinde Beni Ümeyye kabilesinin diğer kabileler üzerinde baskı kurarak Mekke’de meydana gelen rantın büyük bölümüne el koymak istemesi üzerine birçok ailenin bir araya gelerek meydana getirdikleri bir anlaşmadır: Hoca Hılfu’l-Fudul’la ilgili olarak şöyle devam ediyor:
“Cengiz Kallek’e göre, hilfu’l-fudul amilleri, hedefleri ve sonuçları bakımından tamamen karşılıklı iktisadi çıkarları idameye yönelik bir müessese olup, Kureyş’in itibarını koruduğu gibi, tehlikeye düşen ticari güvenliğin ardından piyasaya, zayıfların gözetildiği bir insaf ve güven ortamı kazandırmıştır.”
Burada aslında Hoca küçük bir şehir devleti olan Mekke’de 1400 yıl evvel bile bugünkü sistemin bir benzerinin yaşandığını ifade ederek, bugünkü neoliberal sistemin bütün dünya üzerindeki uygulamalarının da bu şekilde (daha küçük devlet, şirket vb. yapıların bir araya gelmesiyle) kırılabileceğini anlatmaya çalışmaktadır.
Peki, İslam’dan sonra Medine’de nasıl bir uygulama vardır? Hicret’ten sonra Medine’de Müslümanlar için bir pazar yeri arayan Hz. Muhammed en sonunda bir pazar yerine karar veriyor ve ayağını yere vurarak “işte burası Müslümanların pazar yeridir” diyor. Bir kere pazar yeri çok düz bir alana oturuyor ve pazarın her tarafı görülebiliyor. İkincisi, pazar yerinin yanında bir mezarlık bulunuyor. Bu, Müslümanlara ölümün var olduğunu her an hatırlatarak pazar yerinde ve alışverişlerde dürüst olunması gerektiğini gösteriyor. Üçüncüsü, bu pazarda hiç kimsenin sabit bir yeri olmayacak ve hiç kimseden pazar için vergi alınmayacaktı. Burada bütün alışverişler şeffaf olacak, hiç kimse pazar dışında karşılanıp malları alınmaya kalkılmayacak ve hiçbir surette asimetrik propaganda olmayacaktı. Ayrıca pazarda yapılacak alışverişlerin kontrolü amacı ile “Hisbe” adı verilen bir teşkilat kurulacaktı ve bu teşkilatın üyeleri hiç kimsenin kandırılmaması için gerekli kontrolleri yapacaklardı. Pazar yerinde fiyat belirtilmeyecekti. Nitekim kendisine fiyatların yüksek olduğunu ve narh konulmasını söyleyen sahabeye Hz. Muhammed’in cevabı “Fiyatları ancak Allah belirler” olacaktır.
Mustafa Özel Hoca o günkü uygulamanın son derece liberal bir ekonomik uygulama olduğunu düşünüyor ve küresel bazda böyle bir ekonomik uygulamanın doğru olduğunu ifade ediyor. “Bu ilkelerin bugüne uygulanmasının mümkün olduğunu düşünüyorum” diyerek, aşağıdaki maddeleri sıralıyor:
“1) Siyasî otorite iktisadî hayat içinde rant oluşumunu engelleyici biçimde davranacaktır.
2) Piyasa düzenlemeleri üretici ve satıcılar için cazip olacak biçimde düzenlenecek, servet kazanılmadan vergilendirilmeyecektir. Böylece hem iktisadî hayata dinamizm gelecek, hem de müşteri konumundaki halk daha elverişli şartlarda mal temin edebilecektir.
3) Müslüman bir toplumun iktisat düzenini, müdahaleden mümkün olduğunca uzak bir serbest rekabet düzeni olarak tanımlayabiliriz.”
Özel bunları belirttikten sonra fiyatlara narh uygulanması konusunda Hz. Peygamber’in sözünü, savaş ve kıtlık dışında hiçbir beşeri örgütün fiyatlamaları belirlemesinin söz konusu olmadığı şeklinde yorumlayabileceğimizi savunuyor.
Buraya kadar Mustafa Özel’in iktisadi ve siyasi olarak nerede durduğu konusunda bir fikrimiz oluştuğu kanaatindeyim. Burada bir iki konuda fikrimi ve eleştirilerimi söylemek istiyorum.
Kadim zamanların devletlerine ve hatta 600’lü yılların şehir devletlerine, Mekke ve Medine’ye bakıp o günkü ticari uygulamalardan yola çıkarak bugünün rekabetçi ve acımasız ekonomi dünyasına böyle bir tahlil yapmak bence önemli ama eksik kalıyor. Çünkü bana göre Medine pazarındaki en önemli konu adalettir, yani alışveriş yapanların adalet ve hak içinde alış verişlerini yapabilmeleridir. Ayrıca Narh meselesi alimler arasında tartışma konusu olmuş, bazıları narhın olması gerektiğini savunmuşlardır (İbn-i Teymiyye gibi) ve onlar emsal bedel diye bir konuyu gündeme getirmişlerdir. Kendisi zaten bütün yazılarında belirttiği piyasanın oluşmasını engelleyen bu kapitalist yapıyı nasıl kırabileceğini düşünüyor? Bir kere en önemli problem bu. Yani o sonsuz sermaye birikimi meselesini nasıl çözebilecek?
Ayrıca sanayi devrimi ile başlayan süreçte oluşan en önemli özellik olan artı değer meselesi yani hasılanın paylaşımı ve emeğin sömürüsü konusunda bir içtihad geliştirilemediği müddetçe söylenen her şeyin bir ayağı eksik kalacaktır. Günümüze gelecek olursak sanayileşme sürecindeki o yoğun emek ihtiyacı şu anda dünyada başka bir yöne evrilmiş durumdadır ve özellikle büyüyen hizmet ve finans sektöründe giderek emek ihtiyacı azalmakta teknoloji ve makinalaşma birçok işi çözmektedir. Bugün Dünya Bankası aracılığı ile bütün dünyaya esnek ve örgütsüz çalışma koşulları dayatılmakta ve bütün ülkeler bunun içine çekilmektedir. Örneğin üniversitelerde ar-ge meselesi sadece iş dünyasının geleceği için yapılmaktadır vb. Ayrıca ekoloji meselesi gibi dünyanın kaynaklarının artık yetmeyeceği görülen konularda bu ülkeler hiçbir şey önermemekte, aksine bütün dünyayı global bir şekilde yok etmeye devam etmektedir.
Bu nedenle Müslüman bir vicdanın buna razı olmaması gerektiğini, yaradılanı yaradandan ötürü seven ve kardeş belleyen bir Müslüman anlayışın ortaya çıkma zamanının geldiğini düşünüyorum. İktisat meselesi de, tam da bu şekilde ve global bazda formüle edilmesi gerekmektedir. İslam dünyasının, kapitalist üretim-tüketim tarzının dışında bir ekonominin mümkün olabileceğini herkese hem söylemesi, hem de yaşayarak göstermesi gerektiği kanısındayım.
Her şey çok güzel de, fiyatların devlet tarafından belirlenmeyip serbest piyasaya bırakılması durumu çok tanıdık ve çok farklı imalar içeriyor. Bilinir ki böyle bir durumda serbest piyasa değil en güçlü olan belirler fiyatları. Bu iyi niyetli çıkışlar tekelciliğe karşı yapılan çıkışlardı, küçük üreticiyi korumaya yönelik belki. Ne olursa olsun, günümüze bakınca bu anlayış küçükleri koruyan falan değil, düpedüz neo-liberalizme eklemleyen bir anlayış olarak kabul edilir bence. Hz. Muhammed’in “Fiyatları Allah belirler” söylemi, devrimci hareketinin bir parçasıydı. Tekelciliği yıkmaya ve kendi halkını, arkasındakileri kalkındırmaya yönelik bir söylem. Bunu bağlamdan kopartınca, devlet denetimi vurgusunu da az tutarsak eğer, bunun sonucu tekelleşmedir maalesef. İyi niyeti bir söylem ama kapitalizmin işleyişine uygun değil. Alternatif de değil bence. Yine de tekelleşmeyi ve zorbalığı karşısına alma niyeti ile beraber düşünmek gerekir.