Bahri Zengin – Mevcut ve Yeni Ekonomik Doktrinler
BAHRİ ZENGİN
MEVCUT EKONOMİK DOKTRİN
Bugünkü ekonomi doktrini, kaynakların kıt ihtiyaçların ise sonsuz olduğunu kabul eder. Ve bu aksiyomlar üzerin ekonomi bilimi inşa edilir. Bu aksiyomlar ne ölçüde gerçeği yansıtmaktadır? Gerçekten kaynaklar kıt mı ve ihtiyaçlar sonsuz mu? Bugünkü ekonomi biliminin temelini oluşturan bu konunun yeteri kadar tartışıldığı kanısında değilim. Bu konuyu tartışacağız. Ancak önce bu kabullerin doğurabileceği sonuçlar üzerinde durmakta fayda görüyorum
Kaynakların ihtiyaçları karşılamakta yetersizliği, gelecekteki ihtiyaçlarını da karşılamak üzere, herkesi ihtiyacının çok üstünde kaynaklardan pay almaya iter. Bu durumda kaynaklar daha da kıtlaşır. Zaten yetersiz kabul edilen kaynaklar üzerinde, gelecek ihtiyaçları da-bunlar ihtiyaçtan çok ihtiras olsa gerek- karşılayacak şekilde pay alma isteği, çatışmaya yol açar. Bunun sonunda güçlü olan daha çok pay alır. Güçsüz olan ise günlük zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılayamaz.
Böyle bir anlayış devletlerarası savaşlara yol açar. Güçlüler tüm zengin stratejik kaynaklara sahip olmak ister. Zengin kaynaklara sahip olan ülkeler güçlülerce işgal edilir veya dolaylı bir biçimde yönetilir. Kaynaklara sahip olma isteği tarih boyunca ortaya çıkan savaşların da başlıca sebebi olmuştur. 20. yüzyılda yaşanan dünya savaşları da bu yüzden çıkmıştır. Bunun için devletler sahip oldukları kaynakların önemli bir kısmını çatışma amacına yönelik olarak kullanmak mecburiyetinde kalmışlardır. Günümüzde de bu durum değişmedi. Bunun sonucu olarak kaynakların önemli bir kısmı insan refahına değil de çatışmalara harcanarak israf edilmektedir
Bu kabuller GÜÇ MERKEZLİ sistemin insan anlayışının ekonomik alana yansımasıdır.
Sonuç olarak bu kabuller, savaş, çatışma, baskı, ve sömürüyü davet eder. Açlık ve yoksulluk güçsüzlerin kaderi olur. Afrika’da, Asya’da insanlar gıdasız kaldıkları için ölürler, Amerika’da ve Avrupa’da ise insanlar obez oldukları için, yani ihtiyaçlarının çok üstünde gıda tükettikleri için.
Bu ekonomik doktrinin ortaya koyduğu diğer bir sonuç da mülkiyetle ilgilidir., Bu anlayış,kaynak paylaşımında, güçlülerin-Müstekbirler-, Ötekileri açlıktan ölüme terk edecek kadar, çok pay almalarını meşrulaştırmış olmaktadır. İhtiyaçların sonsuz olmasını iddia etmek dünyadaki tüm kaynakların bir kişinin ihtiyacını karşılamakta bile yetersiz kalmasını iddia etmekle eş anlamlıdır. Çünkü bir kişinin ihtiyacı sonsuz kabul edilmeden sayısı belli bir topluluğun ihtiyaçları da sonsuz olamaz. Bunu matematiksel olarak şöyle formüle edebiliriz. Toplam ihtiyaç T. Dünya nüfusuna N, bir bireyin ihtiyacına İ ile gösterelim.Toplam ihtiyacı T=Nxİ şeklinde yazabiliriz. Toplam ihtiyaç sonsuz olduğuna göre Nxİ çarpanının da eşit olması gerekir. Dünya nüfusu sonlu bir sayı olduğuna göre eşitlik ancak bir bireyin ihtiyacının sonsuz olmasıyla sağlanabilir. Yani kaynakların tümü, tanım gereği, bir kişinin bile ihtiyacını karşılayamaz. Bu kabullerden çıkan sonuç şudur:Kişinin kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kaynaklardan pay almak için gücünü kullanması başkalarına haksızlık olarak değerlen-dirilemez.Gücü yetiyorsa bir kişinin veya çok küçük bir topluluğun tüm kaynaklara hakim olması ve diğerlerini bu kaynaklardan mahrum etmesi onun hakkı sayılmalıdır. Görüldüğü gibi bu ekonomik doktrin güçlülere-Müstekbirlere- daha baştan, tüm kaynakları mülk edinme hakkını vermektedir. Bir başka ifadeyle mülkiyet sadece Müstekbirlere ve onların izin verdiklerine ait olmalıdır.
Buraya kadar aksiyomlardan yola çıkarak kaynakların paylaşımı üzerinde kısa bir değerlendirmede bulunduk. Bu aksiyomların hiç de adil olmayan bir paylaşıma neden olduğunu, Güçlüleri ilahlaştırdığını ortaya koyduk. Şimdi üretimdeki paylaşımı inceleyelim.
Günümüz ekonomistleri üretimin yapılabilmesi için dört faktörün gerekli olduğunu kabul ederler. Kabul edilen üretim faktörleri şunlar: Sermaye,emek,doğal kaynaklar ve bu üç kaynağı bir araya getiren girişimci (müteşebbis). Yani üretimin yapılabilmesi için dört faktörün bir arada olması gerekiyor. Yukarda ki şekilde bu faktörler gösterilmiştir. Paylaşıma gelince ürün, girişimci, emek ve sermaye,yani üç faktör arasında paylaşılmaktadır. Burada şu hususa dikkat çekmek istiyorum Doğal kaynaklar üretim için gerekli ve zorunlu olduğuna göre, paylaşımda neden yer almıyor? Bu pay kimlere ait olmalıdır? Doğal kaynakların payını kim alıyor, Emek mi sermaye mi?
Bugüne kadar paylaşım üzerinde tartışmaların daha çok emek sermaye ekseninde yoğunlaştığını biliyoruz. Bu tartışmalarda girişimciye hiç yer verilmedi. Çünkü girişimci hiç bir zaman bir güç olamadı. Sahnede sermayenin bir başka yüzü olarak göründü. Bu nedenle doğal kaynakların payının girişimci tarafından alındığını düşünmüyorum.
Oysa sanayileşme devriminden sonra emek sömürüldüğünü fark edince, örgütlenerek bir güce dönüştü ve daha adil bir paylaşım için mücadeleye başladı. Bu mücadele19. yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar devam etti. Bu arada , geliştirilen sermaye yoğun teknoloji, emeğin yerine ikame edildi. İşsizlik arttırıldı. Sonuç olarak emeğin değeri giderek ucuzladı. Sermaye ise özellikle üçüncü dünya ülkeleri için bir kıt kaynak haline dönüştürüldü. Bu gelişme üretim faktörlerinden sermayenin daha büyük pay almasını sağladı. Sonuç olarak bu mücadelelerden sermaye kazançlı çıktı. Bu durumda emeğin kazançlı çıkması zaten beklenemezdi. Ve emek günümüzde hak ettiği payını bile alamaz hale geldi. Kendi payını bile yeteri kadar alamayan emeğin, doğal kaynaklara ait payı alması elbette düşünülemez.
Bu analizlerden sonra doğal kaynaklara ait olması gereken payın sermayenin payına eklendiğini söyleyebiliriz. Esasen bu sonuç, mevcut ekonomik bilimini oluşturan aksiyomlarla uyumlu bir sonuçtur. Daha önce üretim öncesi tüm kaynakların, bu aksiyomlara göre, güçlülere-Müstekbirlere- ait olması gerektiğini, daha doğrusu onları güçlülere veren aksiyomlara dayanan bir ekonomi bilimi! oluşturulduğunu belirtmiştik. Üretim öncesi tüm kaynaklar güçlülere, yani sermayeye ait olunca üretim sonrası doğal kaynağa ait payın da sermayeye eklenmesi gerekmez mi?
Tartışmalar emek sermaye ekseninde yoğunlaşınca , diğer konular üzerinde yeteri kadar durulamadı. Oysa doğal kaynakların ekonomi içerisindeki yeri daha kapsamlı bir şekilde ele alınmalı,doğal kaynaklar üzerinde daha derinlemesine bir analiz yapılmalıydı. Bize göre,emek sermaye arasında adil bir dengenin kurulması. doğal kaynakların paylaşımı hususunda varılacak doğru çözümle doğrudan ilişkilidir.
Bu hususları bir sonraki bölümde daha derinlemesine ele alacağız. Bu bölümde Mevcut ekonomiyi oluşturan aksiyomların doğurduğu sonuçları ortaya koyduk. Görüleceği gibi bu aksiyomlardan bir tek sonuç çıkmaktadır. O da şudur. Üretim öncesi ve üretim sonrası tüm kaynaklar güçlülere aittir.
Biz elbette bu sonucu kabul edemeyiz. Çünkü bu sonucu sağduyuya ve maşeri vicdana aykırı buluyorum. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun da bizim gibi düşüneceğini sanıyorum. Ancak bu aksiyomlardan hareketle mantığımız bizi bu sonuçlara götürmektedir.
Vardığımız sonuçlar sağduyuya, maşeri vicdana ve gerçeğe aykırı ise o zaman aksiyomlarımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekir. Şimdi aksiyomları üzerinde yoğunlaşalım
YENİ EKONOMİK KONSEPT ÜZERİNE BİR DENEME
Mevcut ekonomi biliminin iki temel aksiyoma dayandığını ifade etmiş idik Bunlardan biri kaynakların kıt olması, diğeri ise ihtiyaçların sonsuz olması. Bu kabuller doğru mu? Gerçekleri mi yansıtıyor? Yoksa maksatlı bir bir ekonomi icat etmek için ileri sürülen gerçek olmayan önermeler mi? Eğer gerçek dışı bir önerme ise Kaynaklar ve ihtiyaçlarımızla ilgili gerçek nedir? Bu bölümde bu hususları tartışacağız. Önce ihtiyaçların sonsuzluğunu iddiasını ele alalım.
İhtiyaçlar sonsuz mu?
İhtiyaç derken insanların ihtiyacından söz ediyoruz. Yani insan dışında kalan varlıkların ihtiyaçları konumuzun dışında kalmaktadır. İhtiyaçlarımız iki çarpandan oluşur. İnsan sayısı ve bir kişinin ihtiyacı. Sonuç ise ekonominin ana birimi olan para birimi ile ifade edilir Daha önce ki formülümüze tekrar dönelim, Mevcut ekonomik aksiyomlara göre,matematiksel olarak insan sayısı çarpı bir kişinin ihtiyacı eşittir sonsuz denklemiyle ifade edebiliriz. Eşitliğin bir tarafı sonsuz olduğuna göre, bu durum,diğer tarafta yer alan çarpanlardan en az birinin sonsuz olmasını zorunlu kılar. İnsan sayısı sonsuz olmadığına ve olamayacağın göre, bir kişinin ihtiyacının sonsuz olduğunu varsaymamız gerekir. O halde bütün insanların ihtiyaçlarına incelemek yarine tek bir bireyin ihtiyaçlarını incelemek yeterli olacaktır. Bir insanın ihtiyacını sonsuz kabul etmenin nasıl bir sonuç doğurduğunu bundan önceki bölümde belirtmiş idik. Burada gerçekten bir kişinin ihyacı sonsuz mu? Bu soruya yanıt vermeye çalışacağım.
Yaşam için elzem olan ihtiyaçlardan başlayalım.
Yaşam için birinci derecede önemli ihtiyaç duyduğumuz kaynak hava, daha doğrusu oksijendir. Her bireyin oksijen tüketiminin akciğerimizle sınırlandırılmış olduğunu biliyoruz. Kendimizi zorlasak bile yaşamımız için gerekli olan oksijen miktarını çok fazla arttıramayız. Yaşamımız için ikinci derecede önemli gereksinim olan su için de durum farklı değil. Sözgelimi günde bir ton su içemeyiz. Temizlik ve benzeri hizmetler için kullanabileceğimiz su miktarı da sonludur. Üçüncü derecede önemli olan gıda gereksinimiz da midemizle sınırlandırılmıştır. Midemizin alabileceği kadar yemek yiyebiliyoruz. Biraz ölçüyü kaçırdığımızda ise sağlığımız bozulmaktadır. Modern tıp, aşırı gıda tüketiminin insan sağlığına zarar verdiğini ve bunun bir hastalık olduğunu ortaya koymuştur. Hastalık derecesinde gıda tüketimi bile insanın normal ihtiyacının bir iki katından fazla olamaz. Aşırı gıda tüketimi, gelişmiş olan ülkelerde, en büyük sağlık sorunu olarak görülmektedir. Bu hastalığın önünü almak için yoğun çabalar harcanmaktadır. Görülüyor ki yaşam için elzem olan hava su ve gıda ihtiyacı insan iradesinden bağımsız olarak Yaratıcı tarafından sınırlandırılmıştır. Yani ihtiyaçlarımız sınırlıdır.
Hayatı kolaylaştırarak yaşam kalitemizi yükselmesini sağlayan ve yaşamımızla bütünleşen diğer ihtiyaçlarımız için aynı mantığı kullanabiliriz. Varacağımız sonuç değişmeyecek, giyim, ulaşım, bilişim, iletişim sektörlerinde de ihtiyaçlarımızın sonsuz olmadığı görülecektir. ihtiyaçlar üzerinde ayrı ayrı durmaya gerek görmüyorum. Giyim kuşam, inanların en fazla tükettikleri ve de çok farklı duygular içinde tükettikleri ürünlerin başında gelmektedir. Bu nedenle bu alanda ihtiyaçlarımızın sınırlı olduğunun ispat edilmesi tüm ihtiyaçlarımızın sınırlı olduğunu göstermeye yeterlidir. Bir erkek giysisi için iki buçuk metrelik kumaşın yeterli olduğunu biliyoruz. Bir insanın her gün değişik bir elbise giymek istediğin ve yüz yıl yaşadığını kabul edelim. Kaldı ki dünya yaş ortalaması bunun çok altındadır. Böyle bir durumda bile ömür boyu elbise ihtiyacı 36500 sayısıyla sınırlı kalacaktır. Konut, Otomobil yada bilgisayarı ele alalım. Bir kişinin otomobil bilgisayar veya konut ihtiyacının sonsuz olduğunu söyleyebilir miyiz?
Şimdi bir kaç soru üzerinde düşünelim. Bir insan hayat boyu, her gün farklı bir elbise giyebilir mi? Pratik olarak böyle bir şey mümkün mu? Giyerse, niçin giyer? Bütün bunların ötesinde her gün farklı bir elbise giyme isteği bir ihtiyaçtan mı kaynaklanıyor yoksa bir ihtirastan mı? Bir insan için, sonsuz sayıda bilgisayar veya araba sahibi olmak, bir ihtiyaç mı?
Bu sorulara olumlu yanıt bulmamız mümkün görünmüyor. İnsanın bir kere bile kullanma fırsatı bulamayacağı çok sayıda ürüne sahip olma isteğinin bir gereksinim olduğunu kabul etmek akla da mantığa da aykırıdır. İhtiyacın dışında böylesine aşırı istekler, olsa olsa ihtiras olarak tanımlanabilir. İnsan doğasında bu tür aşırı isteklerin de yeri vardır kuşkusuz. Ancak bunlar akılla dengelenmeli ve hayata makul olanlar yansıtılmalıdır. Aşırı ihtirası dışa vurmak akılla dengelenemeyen bir ruhsal hastalığın belirtisidir. Bu sorunun cevabını psikologlara bırakalım. Biz burada aşırı gıda tüketiminin insan metabolizmasının dengesini bozduğu gibi, diğer gereksinimlerimizde ihtirasların kışkırttığı aşırı tüketimin toplumsal metabolizmanın dengesini bozduğunu ifadeyle yetinelim.
Sonuç: İhtiyaçlar sınırlıdır sınırsız olan ihtiraslardır.
Kaynaklar kıt mı?
Şimdi mevcut ekonomi biliminin ikinci aksiyomu olan kaynakların kıtlığı konusunu ele alalım. Kaynakları iki bölüme ayırabiliriz. Bunlardan biri potansiyel kaynaklar. Diğeri kullanılabilir kaynaklar.
Astronomi ile ilgilenen bilim adamları uzayın her an genişlemekte olduğunu saptadılar. Her gün yeni galaksiler yeni yıldızlar keşfediliyor. İnsanoğlu uzaya henüz yeni açılıyor. Önümüzdeki günlerde uzay, insanoğluna ne gibi imkan ve fırsatlar sunacak, bilemiyoruz. Ama orada sonsuz bir potansiyelin varlığını kestirebiliyoruz. Uzayda kaç yıldız var, kaç galaksi var tamı tamına bilmiyoruz ama, yıldızları paylaştırmaya kalksak, dünyada yaşayan her insanın payına birden fazla yıldızın düşeceğini söyleyebiliyoruz. Uzayda ki bu kaynaklara ne zaman nasıl ulaşılır, başka bir konu. Biz burada uzayda uçsuz bucaksız potansiyel kaynağın var olduğunu belirtmekle yetineceğiz.
İçinde yaşadığımız dünya sürdürülebilir bir yaşam için gerekli tüm koşulları sağlayan yeterli kaynaklar ve imkanlarla donatılmıştır. Yaşam için gerekli enerjiyi onbeşmilyar yıldan beri sağlayan güneşin, sonlu olsa bile, sonsuza yakın bir süre yaşamın enerji gereksinimini sağlamaya devam edecek bir kaynak olduğunu söyleyebiliriz. Su, oksijen, gıda, giysi gibi temel ihtiyaçlarımız için gerekli olan kaynaklar sınırlıdır. Ancak evren, tıpkı canlı bir organizma gibi, çalışarak bu kaynakları yenilemektedir. Yenileme prosesi bizim dışımızda işlemektedir. Böylece sınırlı kaynaklara sınırsız bir süreklilik kazandırılmaktadır. Buharlaşan sular gökte arıtılarak yaşamın devamı için yeryüzüne tekrar gönderilmektedir. Tüketilen oksijen yenilenmektedir. Bugünkü imkanlarla dünya nüfusunun bir kaç katının gıda gereksinimini karşılayabilecek potansiyel mevcuttur. Batılı toplumlarda görülen,aşırı gıda tüketiminin yol açtığı obezite hastalığına ve denize dökülen, yakılan gıda ürünlerine rağmen gıda açısından toprağın yeterli bir kaynak olduğunu söyleyebiliriz. Nehirler denizlere akmaya devam ettiği sürece su konusunda kaynak kıtlığından söz etmenin mantığı yoktur. Metaller ise yeniden üretime kazandırılabilir.
Enerji konusuna gelince, bilinen kaynaklar bile yeteri kadar kullanılmamaktadır. Bunlar arasında güneş enerjisi,rüzgar enerjisi,temiz nükleer enerji ayılabilir. Hidrojenin yakıt olarak kullanılması insanoğluna sonsuz bir enerji kaynağı imkanı sunacaktır. Ben şahsen, henüz kullanıma sunamadığımız sınırsız bir çok enerji kaynağının var olduğuna inanıyorum. Bu enerji kaynakları bir an önce devreye konmalıdır..
Bütün bu gerçekler kaynaklarımızın kıt olmadığını ortaya koymaktadır. Pek iddialı olmamaya özen göstererek ihtiyatlı bir dille,potansiyel kaynakların sonsuz, kullanılabilir kaynakların da sonsuza yakın demesek bile,en azından yeterli olduğunu söyleyebiliriz.
Sonuç: Potansiyel kaynaklar sınırsız, kullanılabilir kaynaklar ise yeterlidir.
Bilim varsayımlar veya aksiyomlarla yola çıkarak sonuçlar üreten veya sonuçlarla sebepler arasında nedensellik bağı kuran bir disiplindir. Bu nedenle aksiyomlar değişince o aksiyomlara bağlı kalarak üretilen teorilerin de değişmesi tabiidir.
Ulaşılan sonuçları üç madde halinde özetleyebiliriz.
Kaynaklar yeterlidir. (İhtiyaçların çok üstündedir.)
İhtiyaçlar sınırlıdır.
İhtiraslar sonsuzdur.
Bu üç aksiyom üzerine ekonomi doktrininin yeniden inşa edilmesi gerekir.
Bu konuyu ekonomistlere bırakarak bu aksiyomların hukuki ve sosyal yapımızı etkileyecek yansımalarına değinelim. Bunları üç madde halinde özetleyebiliriz.
1-Kaynaklar ihtiyaçlarımızın tümünü karşılayacak durumda olduğuna göre, herkes, ihtiyacı kadar kaynaklardan yararlanma hakkına sahiptir.
2-Bu hak, hiç kimseye, kaynakları işletmeksizin, bloke etme ve onları kötüye kullanma hakkını tanımaz.
3-Kaynaklar insanın emeği dışında oluştuğu için doğal kaynaklar mülkiyet konusu olamaz.
ÜRETİM FAKTÖRLERİ VE PAYLAŞIM
Nimet
Üretim faktörlerinin birincisi için doğal kaynak yerine nimet kavramını kullanıyorum. Bunun için önce bu iki kavram arasındaki farkı açıklayalım.
Kaynak terimi ile üretimde doğrudan kullandığımız girdilerden birini ifade etmiş oluyoruz. Oysa çevre, üretimde kullandığımız girdiler dışında, yaşamımız için gerekli sayısız nimetlerle donatılmıştır. Sözgelimi rüzgarı ele alalım. Rüzgara dayalı enerji üretiminde doğrudan bir girdi olduğu için, Enerji kaynakları arasında bir kalem olarak rüzgarı da sayıyoruz. Ancak tarımsal üretimde bir kaynak olarak rüzgara yer vermiyoruz. Oysa Rüzgar yaşamın sürekliliğini sağlayan nimetlerden biridir. Çünkü Rüzgar hayatın kaynağı olan arıtılmış suyu dünyanın her bölgesine ulaştırmakta, böylece yaşama süreklilik kazandırmaktadır. Rüzgar sayesinde dağlarda kar şeklinde depolanan arıtılmış su israf edilmeden tüm canlıların hizmetine sunulmaktadır. Kısaca kirlenen suyun arıtılarak yeniden canlıların kullanımına sunulabilmesi, buharlaşmadan tutun da suyun kar şeklinde depo edilmesine kadar, bir dizi işlemler zincirinin sonunda sağlanabilmektedir. Bu zincirde güneş, bulut, rüzgar iklim ve tüm atmosfere ilişkin yasaların ayrı ayrı rolleri vardır. Ve her biri kendine ait olanını eksiksiz bir biçimde yerine getirir. Aynı şekilde bir hidro elektrik santralde elektrik üretimi için kullanılan doğal kaynak sudur. Ancak suyun akışını sürekli kılan bir çok faktör vardır. Demek ki suyun varlığı kadar o varlığa süreklilik kazandıran faktörler de üretim için gereklidir. Öte yandan mikroorganizmalar ve toprak – atmosfer arasında azotun dolaşımını sağlayan son derece mükemmel işleyen bir düzen sayesinde toprağın verimliliğine süreklilik kazandırılmaktadır.
Bu açıklamalarımızla amacımız,ilk bakışta kaynak olarak gördüğümüz hava su ve toprağın arkasında onların fayda ve verimliliğine süreklilik kazandıran, işleyen bir düzenin varlığına işaret etmektir. Öyle ki çevre insanın yaşamına süreklilik kazandırmak için canlı bir organizma gibi çalışmaktadır. Böyle bir düzen olmasaydı, havada oksijen biter, su kirlenir ve toprak çölleşirdi. Bunun sonucunda dünya yaşanabilir bir yer olmaktan çıkardı.
İşte, yaşam ve yaşamın sürekliliği için gerekli koşulları oluşturan faktörlerin tümüne nimet diyoruz Nimet derken hem hidroelektrik santrallerde elektrik üretimi için kaynak olarak kullandığımız suyu hem de suyun akışını sürekli kılan su dışındaki tüm faktörleri de ifade etmiş oluyoruz. Doğru olan da budur.
Bir an için suyun mevcut olduğunu ancak böylesine işleyen bir düzenin olmadığını düşünelim. Suyun akışını sürekli kılacak bir düzen kurmaya gücümüz yetmediği için onu elektrik üretimi için bir faktör olarak kullanamazdık. O halde Elektrik üretiminde kullandığımız suyu değerli kılan şey ona süreklilik kazandıran işleyen, kurulu bir düzenin varlığıdır.
Bu açıklamalar ürünün bileşiminde nimet faktörünün önemini ve ağırlığını ortaya koymaya yeterlidir.
Emek
Üretimde kullanılan diğer bir faktör de emektir.
İnsan, oksijensiz ancak üç dakika yaşayabilmektedir. Oksijen olmadan emek olamaz. İnsanın doğuştan sahip olduğu yetenekler de bir nimettir. İnsan üretimde çevremizde varolan nimetleri kullandığı gibi,oluşumunda payının olmadığı kendi varlığına ilişkin nimetleri de kullanmaktadır. O halde nimet, emekten de önce gelir. Ve nimet emeğin de kaynağıdır.
Akıl
Üretim faktörlerinin üçüncüsü de akıldır. Aklın neden ve nasıl üretim faktörü olduğunu anlamak için tekrar insanın yeryüzünde ki serüvenine dönelim.
İnsanoğlu dünyaya ilk geldiğinde veya ilk yaratıldığında- ne derseniz deyin-kendini, yaşaması için gerekli tüm nimetlerle donatılmış hazır bir çevrede buldu. Hiç bir emek sarf etmeden teneffüs ediyor, yemek için hazır meyveleri koparacak kadar bir emek harcaması yeterli oluyordu. Böylece, ilk başlangıçta nimet ve emek iki ana üretim faktörü olarak kullanıldı. Zamanla insan nimetleri daha kolay elde etmenin yollarını aradı. Sözgelimi her defasında ağaca çıkarak meyve toplamak ona zor geldi. Ağaca çıksa bile ince dallara ulaşması mümkün olmadığı için o dallardaki meyvelerden yararlanamıyordu. Onun için ağaca çıkmak yerine bir çubukla meyveyi yere düşürmek daha kolayına geldi. Yani emeğinin yanı sıra aklını da kullanmış oldu. Böylece hem ulaşılamayan dal uçlarına ulaşıldı hem de aynı miktarda üretim için daha az emek harcanmış oldu. Bu sonuç Meyve toplanmasında bir üretim aracı olarak kullanılan çubuk sayesinde sağlanmış oldu..
İnsanoğlunun ilk yaşamıyla ilgili çok sayıda ve çok daha yalın örnekler bulunabilir. Bizim burada sunduğumuz çubuk örneğinin ekonomik faaliyetlerde aklın işlevini anlamamız için yeterli olduğunu düşünüyorum.
Çubuk örneğine tekrar dönelim. Çubuk aklın ürettiği bir üretim arcıdır. Bir üretim faktörü değildir. Tıpkı emek gibi üretime katılan şey çubuk değil akıldır. Nasıl emeği üründe göremiyor ancak izini ve dolayısıyla varlığını biliyorsak akıl da öyle.O halde akıl neden üretim faktörü oluyor? Yukarda da ifade ettiğimiz gibi üretim aracı olarak kullandığımız çubukla iki şey elde edilmiş oluyor. Birincisi,Üretim daha kolay yollarla elde ediliyor. İkincisi de aynı üretim için daha az emek kullanılmış oluyor. Veya aynı emekle daha çok ürün elde ediliyor. Örneğin, çubuk kullanmadan 10 meyve toplamak için 10 birimlik emek harcıyorsak çubuk kullanarak aynı sayıda meyve için 5 birimlik emek kullanmış oluyoruz. Demek ki diğer beş birimlik emek girdisini sağlayan akıldır. Bu nedenle akıl önemli bir üretim faktörüdür.
Bu örnekten çıkarabileceğimiz diğer önemli bir sonuç da şudur. Mademki akıl emeğin yerine kullanılabilmektedir, O halde aklı bir üretim faktörü olarak daha fazla devreye sokarak emeğin üretim faktörü içersine rolü azaltılabilir. Zaten gelişmeler de bunu gösteriyor. Emek yerine gide gide üretim araçları ikame ediliyor. Gelişmeler,gelecekte, emek gücü sıfırlanmasa bile, ihmal edilebilecek bir düzeye indirilebileceğini gösteriyor. Ancak diğer bir üretim faktörü olan nimet için aynı şey söylenemez. Yani nimet faktörünü ihmal edilebilir bir düzeye indirmek bir yana, bir çok alanda azaltmak bile mümkün değil. Tersine ekonomik faaliyetlerin tüm amacı üretimi arttırmak, yani daha fazla nimet kullanmak.
Aklı emeği ikame etmek için kullanmak mümkündür ama nimeti ikame etmek için kullanmak mümkün olamaz.
Sonuç olarak üretim oluşturan üç ana faktör vardır: Bunlar da nimet, akıl ve emektir.
Sermaye
Yeni ekonomik konsept de sermayeyi bir üretim faktörü olarak düşünmüyoruz. Bunun nedenini anlamak için İnsanoğlunun serüvenine devam edelim.
Bir süre insanoğlu tükettiği kadar üretmekle yetindi. Ve çevrede hazır bulduğu –çubuk örneğinde olduğu gibi-nimetleri araç olarak kullandı. Daha az emek sarf ederek daha kolay ihtiyaçlarını karşılamak isteği aklı üretim prosesinde daha çok rol almaya zorladı. Akıl devreye girdiği ölçüde daha sofistike üretim araçları elde edildi Ve bunlar yeni üretimler için kullanıldı. Örneğin taş taşla kesici hale getirildi, bunlarla ucu sivriltilen çubuklar avlanmak için kullanıldı. Yani akıl, emek ve nimet faktörleri kullanılarak doğrudan tüketilmeyen ürünler elde edildi. İşte üretim faktörleri kullanılarak yeni üretim yapmak amacıyla üretilen bu ürüne sermaye deniyor. Aslında kesici hale getirilen taş da ve ucu sivriltilen çubuk da akıl emek ve nimetten oluşan üç üretim faktörünün ortaya koyduğu bir sermayedir. Sermaye üretimde kullanılmış olduğu halde üretilmiş bir değer olduğu için üretim faktörü sayılmamalıdır. Sermaye olarak üretim araçları biçiminde üretime sokulan şey daha evvel üretilmiş, fakat tüketilmemiş olan emek, nimet ve akıldır.
O halde sermayeyi üretilen, ancak tüketilmeyerek tekrar üretime sokulan bir ürün olarak tanımlayabiliriz.
Sermayenin ikincil üretim faktörü olması şu sonuçları doğurmaktadır.
Sermaye birincil üretim faktörü olmadığına göre, sermaye olmadan üretmek, üretimi arttırmak mümkündür. Bill Gate’i dünyanın en zengini yapan faktör sermaye değil akıldır. Ve çağımız bizlere, her zamankinden daha çok, aklı kullanarak hızlı kalkınabilecek fırsatlar sunmaktadır. Bu açıklamalara dayanarak geri kalmış ülkelerde üretim prosesinde eksik olan şeyin sermaye değil akıl olduğunu söyleyebiliriz.
O halde sermayeden çok aklı devreye sokacak bir strateji geliştirilmelidir.
Sermaye biriktirilebilir. Bu nedenle tekel oluşturulabilir. Böyle bir durumda sermaye Kur’anın tabiriyle küçük bir gurup arasında dolaşan devlete dönüştürülebilir. Öte yandan büyük bir kesim için kıt kaynak haline getirilebilir. Sermayenin bu özelliği onun sömürü aracı olarak kullanılmasına imkan verir. Ancak sömürünün gerçekleşmesi için insanların sermayenin birincil üretim faktörü olarak kabul edilmesi yani sermaye olmadan üretimin yapılamayacağına inandırılması gerekir. İşte bu inanç aklı devre dışı bırakır ve kapitaliste sömürü ortamı hazırlar. Çünkü Sermaye olmadan kalkınmanın imkansız olduğuna inanan geri kalmış toplumlar peşinen aklı devre dışında bırakırlar. Kapitalistler, ise içinde aklın az yer aldığı sermayeyi çok yüksek bedelle satarlar. Yani ileri teknoloji getirmezler.
Yukarda da belirttiğimiz gibi,üretim prosesinde aklın işlevi emeğin verimliliğini arttırmak, yani aynı emekle daha çok üretimin yapılmasını sağlamaktır. Bu da hızlı kalkınma demek . Ne yazık ki tekelleşen sermaye, sermayesiz üretim yapılamaz inancını yerleştirerek geri kalmış toplumlarda kollektif aklı devre dışında bırakmayı başarabildi. Geri kalmış toplumlarda, öncelikle, sermayenin vazgeçilmezliğine olan inancın yıkılması gerekiyor. Sermaye yerine kollektif aklı üretim faktörü olarak devreye koydukları zaman bu toplumların önü açılacaktır.
Bu çalışma ile sermayenin değil, aklın birincil üretim faktörü olduğu gerçeğini ortaya koymağa çalışıyoruz.. O halde yeterli sermaye olmadan da ekonomik hızlı kalkınma sağlanabilir. Yapılması gereken aklı daha yoğun ve etkin bir biçimde devreye sokmak.
Paylaşım
Ürün üç ana faktörü ihtiva ettiği için paylaşımın da bu üç ana faktör arasında olması gerekir. Emeğin ve aklın payı üzerinde durmaya gerek yok. Emekçi bellidir. Akıl ise kimi zaman girişimci olarak,kimi zaman mucit olarak, kimi zaman ise sermayenin bir bileşeni olarak üründen payını alır. Nimet faktörüne düşen payı kimler alacak? Bu sorunun yanıtını veremeye çalışacağız.
Daha önceki çalışmamızda, kaynakların ihtiyaçların üstünde olduğunu belirtmiş idik. Buna ilave olarak doğal kaynakların insanoğlunun tümüne ait olduğunu bu nedenle üretilen ekonomik değerlerde yaşayan her insanın payının olması gerektiğini ifade etmiş idik. O halde şu veya bu nedenle ihtiyacı karşılanamayan tüm insanların, üretilen değerlerde ihtiyaçlarını karşılayacak kadar payları olmalıdır. Çalıştığı halde ihtiyacını karşılayamayanlar, iş bulamadığı için veya özürlü olduğu için çalışamayanlar bu gurupta yer alır. Bir başka ifadeyle bu pay tüm yoksullara aittir ve pay tüm yoksulların ihtiyaçlarını karşılayacak büyüklükte olmalıdır.
Şemada da görüleceği gibi nimetin karşılığı olarak önce yoksulun payı ayrılır. Geriye kalan, diğer üretim faktörleri arasında paylaşılır. Yoksulun payı doğrudan tüketime gider. Diğer üretim faktörlerin paylarının bir kısmı tüketime diğeri ise sermaye olarak üretime döner. Sermaye, bünyesinde tüketilmemiş üretim faktörleri barındırdığı için, o da üründen payını alır.
Bu paylaşım sömürüyü önlediği gibi yüzyıllardır süren emek- sermaye çatışmasına son verir. Çünkü emeğin payını azaltıldığında,emekçi yoksulluk sınırının altına düşer bu durumda yoksulların sayısı ve dolayısıyla yoksulun payı artar. Böyle girişim sonuçta sermaye ve akla fayda sağlamaz. Bu nedenle yoksulun payı dışında diğer üretim faktörleri arasında paylaşım büyük sorun olmaktan çıkar. Üretim artışı yoksulun aldığı payın toplamda artmasına , oransal olarak da düşmesine neden olur. Buna karşılık diğer üretim faktörlerinin payı da oransal olarak artar.
Kapitalist ekonomide yoksulun payı verilmez. Emeğin yerini sermaye alır. İşsizlik artar Bu durum emek arzını arttırır ve sonuç olarak ücretler düşer. Zamanla yoksulların sayısı artar.
Marksist ekonomide, akıl ve sermaye payını alamadığı için üretim azalır. Çünkü üretimi artıran faktör akıl olduğu için aklın ürün bileşeninde daha az yer alması üretimin azalmasına yol açar. Ve zamanla herkes yoksullaşır. Görüldüğü gibi her iki ekonomik görüş de insanoğlunu aynı sona sürüklemektedir.
Yeni ekonomik doktrinde birincil üretim faktörü akıl nimet ve emek olacaktır. Yoksullar üretimden Nimet karşılığı olarak paylarını alacaktır. Böylece adil bir paylaşım sağlanmış sağlanabilir.
Bahri Zengin Kimdir?
1942 yılında Kilis’in Yavuzlu Köyü’nde dünyaya geldi. Zor şartlar altında okudu. 1965’te İTÜ’den Makine Yüksek Mühendisi olarak mezun oldu.
Askerliğini Antalya Havaalanı’nda Kontrol Mühendisi olarak yaptı. 1968 yılında D.P.T.’ye Uzman Yardımcısı olarak girdi ve 1970 yılında Uzman oldu. D.P.T.’de iken Hollanda ve İngiltere’de “Sanayi Yönetimi” ve “Bölgesel Kalkınma” konularında ihtisas yaptı.
Sanayi Bakanlığı’nda Genel Müdürlük, Türkiye’nin önde gelen Harp Sanayi ve Ağır Sanayi Kurumu M.K.E.K.’da Genel Müdür Muavini kadrosunda Harp Sanayi ve Ağır Sanayi projelerini yürüttü. 1964 yılında B.D. Fikir Kulübü’nün kurucuları arasında yer aldı. 1970 yılında Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’ni kurdu ve (ESAM) ilk Genel Başkanı oldu.
1976 yılında arkadaşlarıyla beraber MAVERA Dergisi’ni çıkardı. Daha sonra kültür hizmetlerine Akabe Yayınevi’ni kurarak devam etti. Çeşitli dergi ve gazetelerde politik, ekonomik ve kültürel ağırlıklı yazıları yayınlandı. Siyasal düşüncelerini ‘Özgürleşerek Birlikte yaşamak’ adlı bir kitapta topladı. On The Record, Sivil Anayasa, AT. Üzerine Söyleşiler yayımlanan kitapları arasındadır.
1985-1987 ve 1990-1993 yılları arasında RP’nin Tanıtımdan Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlendi. Halk Meclisleri, SE-DE Projesi, Hukuk Toplulukları Modelleri’ni geliştirdi, Hak merkezli yeni bir “Anayasa Taslağı” hazırlanmasında öncülük yaptı. Bu çalışmaların Refah Partisi’nin kitleselleşmesinde önemli katkısı oldu. Tanıtımdan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olarak herkesi kucaklayan değişimci düşüncelerini 1991 genel seçimlerinde R.P.’nin tanıtma kampanyasına yansıttı. 1995 yılında R.P.’den İstanbul Milletvekili seçildi. R.P.’nin kapanmasıyla F.P. kurulduktan sonra F.P. M.K.Y.K. Üyesi ve Teşkilatlanma Başkan Yardımcılığı görevini üstlendi.
Bahri ZENGİN, 1999 yılında F.P.’den İstanbul 2.Bölge Milletvekili olarak Meclis’e girdi. 14 Mayıs 2000 tarihinde yapılan Fazilet Partisi I. Olağan Kongresi’nden sonra Tanıtımdan Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevine getirildi. Evli ve dört çocuk babası olan ZENGİN, 10 Kasım 2011 tarihinde Ankara’da vefat etti.
Kaynak: Bahri Zengin, “Dünya Barışı ve Alternatif Medeniyetler” başlıklı tebliğ, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (ESAM), s. 54-79.
Allah rahmet etsin. Bahri Hocamızın yeni bir dünya için yaptığı çalışmalar ahirette mutlaka karşılık bulacaktır.
İnsanlık çeşitli şartların sonucu olarak bir takım ekonomik devrelerden geçmiş ve günümüzde genel olarak emek mübadelesi dönemini yaşamaktadır.
Her iktisadi sistem üretimi esas alsa da bu üretimin sonucunda ortaya çıkan ürünün paylaşımı hususunda dengeli ve adil bir sistem oluşturulamamıştır. Üretim girdilerinden biri diğerleri üzerinde genelde hakimiyet kurarak diğerlerini sömürmüştür.
Emek mübadelesi dediğimiz işçilik sisteminden sonraki ekonomik dönemin ortaklık üzerine kurulacağını düşünmekteyiz.
Her iktisadî sistem, temel iktisadî girdilerin işletmeye girmesi ve elde edilen ürünün paylaşılması bakımından farklılıklar ve özellikler arz eder demiştik.
Ortaklık ekonomisinde dört temel girdi kabul edilecektir. Bunlar sırasıyla, “tesis”, “emek”, “ilk madde/döner sermaye” ve “genel hizmet” tir. Bu dört temel girdi bir araya gelerek işletmeyi oluşturacak, sonuçta elde edilen ürün, bu girdiler arasında anlaşmalara göre paylaştırılacaktır.
TESİS: Bu paylaşımda tesisin aldığı pay kira olacaktır. Ancak kira sabit bir karşılık olmayıp anlaşmada belirlenen yüzde pay kabul edilecek ve zarara katılmayacaktır.
EMEK: Emek de anlaşmada belirlenen oranda üründen yüzde ücret payını alacaktır. Emek, ne kadar çok üretimde bulunursa payı o oranda artacak, ancak ne kadar az üretirse eline geçen pay o oranda düşecektir. Emek, payını tesisin kirasında olduğu gibi ayni mal olarak alacaktır. Emek de zarara katılmayacak, ancak eline geçen pay az olabilecek veya üretilen malın değerinin düşük olması halinde ücreti az gelebilecektir. Bu taktirde dilediği iş sektörüne gidebilecektir. Günümüzde olduğu gibi emek sahibinin işverenin veya işyerinin kölesi haline gelmesi kalkacaktır. İşçinin sadakati sadece sözleşme sadakati ile sınırlı olacaktır. Yeterli kazanca sahip olamayan bir başka deyişle ortaklık payı alamayan işçi akdi feshedebilecektir. Günümüzdeki grev ve lokavt gibi çatışma ortamını arttıran kurumlara gerek kalmayacaktır.
SERMAYE: Bu kavram bugünkünden biraz farklı, tesiste işlenecek “ham madde – ilk madde”yi ifade edecek ve sadece döner sermaye karşılığı olarak kullanılacaktır. Sabit sermaye tesis kısmında kabul edilecektir. Ham maddeyi getirenler de yüzde pay alacaklar. Ürünü satarak kâr veya zarar edeceklerdir.
GENEL HİZMET: Genel hizmet ise, üretime doğrudan katılmayan, ancak üretilen malların değerlenmesine sebep olan işlemler kabul edilecektir. Ortaklık ekonomisinde bu hizmeti imtiyazlı veya özel ortak niteliği ile devlet görecektir. Devletin bu hizmetleri vakıf statüsündeki kuruluşlar yoluyla yapılacaktır. Kamusal hizmetler, envanter hizmetleri: insanlara, cemiyetlere, teşebbüslere ve mallara ait envanter hizmetleri; depolama hizmetleri: bilgi, belge, mal ve nakit depolama hizmetleri; kültür hizmetleri: basın, yayın, ulaştırma ve haberleşme hizmetleri; imar hizmetleri plan-proje, sağlık, tamir-bakım, güvenlik-koruma hizmetleri; hukuk hizmetleri: yazışma ve noter hizmetleri, tespit ve denetleme hizmetleri, soruşturma ve ispat külfeti hizmetleri, ha-
kemlik hizmetleri; dayanışma hizmetleri; ilmî, iktisadî, dinî ve siyasî dayanışma hizmetleri olarak kabul edilecektir. Devlet görmüş olduğu bu hizmetler karşılığında üründen bir pay alacaktır.
Ortaklık ekonomisinde devletin iktisadî açıdan tanımı, “işletmelere genel hizmetiyle katılan ve bu hizmetlerin karşılığı olan payı alan imtiyazlı bir ortak” şeklinde yapılacaktır. Bu pay “vergi” kabul edilecek, oranı anayasal olarak belirlenecek, miktarın yükseltilmesi hükümetlere bırakılmayacaktır. Ortaklık ekonomisinde vergi devlet tarafından egemenlik hakkının bir gereği olarak değil, alt yapı ve ortak işleri gören ve bir hizmet karşılığında alınan pay şeklinde kabul edilecektir.
Bu paylaşımda girdileri teşkil eden her bir ortaklık, ayrı ayrı hükümlere tabi olacaktır. Bunlar kesinlikle birbirine karıştırılmayacaktır. Örneğin, mülk ortaklığının(tesis) ortakları hasılayı sadece kira payı olarak alacaklar ve zarara katılmayacaklardır. Emek ortakları da aynı şekilde kendilerine düşen hasıla payını alacaklar ve zarara katılmayacaklardır. Sipariş getiren sermaye ortakları(hammadde/döner sermaye) ise elde ettikleri hasıla payını satarken kâr veya zarar etmiş olacaklardır. Sermaye sahipleri tesis ve emek ortaklarının elindeki ürünleri pazarlıkla alabileceklerdir.
Ortaklık ekonomisinde, devlet de dahil her girdi işletmeye ortak olarak gireceğinden, paylaşım basit, seri ve kolay yapılabilecektir. Bu nedenle, ortaklık ekonomisinde girdilerin hasıladaki paylarını belirleyen “pay senetleri” çıkarılacaktır. Her pay sahibi hasıladaki payını belirleyen bu pay senetlerini dilediğine devredebilecektir. Dilediği zaman uygun fiyatını bulduğunda satabilecektir.Bölüşüm bu suretle gerçekleşecek, el değiştirme basitleşecek ve taşıma külfeti olmayacaktır. Mal yer değiştirmeden senetler üzerinden değişimler yapılabilecektir.
Üretim sonucunda bölüşümünü bu şekilde sağlayan sistemde girdilerin birbirleri üzerinde hakimiyet kurmaları ve sömürüye gitmeleri mümkün değildir. Üretime yaptığı genel hizmetler karşılığı payını alan devlet çalışamayanlara (sakat,yaşlı,çocuk) ve çalışmayanlara insan olmalarının karşılığı olan haklarını vererek kimseye muhtaç olmadan onurları kırılmadan yaşama imkanları sunacaktır. Herkes bu pay ile sosyal güvenceli olacak, köleleşmeye müsait ortam ortadan kaldırılacaktır.
Ortaklık devresinde ayrıca,faizli işlemler ile faizli işlemlerin ortaya koyduğu olumsuzlukların tamamını ortaya koyan veresiye işlemleri yerine ön siparişli peşin ödeme(selem)sistemi ve gelir vergisi yerine sermaye vergisi esas alınacaktır.
Devletin sisteme müdahalesi sadece tekellerin oluşmamasını sağlamak için olacaktır. Bu da bahsettiğimiz gibi faiz ve veresiye yerine selemin, gelir vergisi yerine sermaye vergisinin esas alınması ile gerçekleşecektir.
Yeni bir dünya peygamberlerin getirdiği ilkeler üzerine kurulacaktır. Biz onların getirdiklerinden bunları anlıyoruz.