İslam ve İktisat Üzerine ya da 4 Buçuktan 5 Almak
Günümüzde kabul gören tanıma göre iktisat, kıt kaynakların sınırsız ve rakip kullanımlara tahsis edilmesinin incelenmesidir. Akademik çevrelerde, bireylerin ve toplumların maddi ihtiyaç ve arzularını tatmin için geliştirdikleri yöntemlerle uğraşan bir sosyal bilim olarak tanımlanmaktadır. İktisat kitaplarının giriş cümlesi şudur: “Kaynaklar kıt, ihtiyaçlar sonsuzdur.” İngiliz iktisatçı Alfred Marshall, uzun yıllar ders kitabı olarak okutulan 1890 tarihli İktisadın İlkeleri (Principles of Economics)’nde ekonomiyi şöyle tanımlar:
“Ekonomi politik veya ekonomi, hayatın sıradan işleri içerisinde insanoğlunun yaptığı bir çalışmadır. Refahın zorunlu araçlarının edinilmesi ve kullanılmasıyla yakından bağlantılı olan bireysel ve sosyal eylemlerin bir parçasını incelemektedir. Bu yüzden onun bir tarafında çalışma alanı olarak zenginlik varken, daha önemli olan diğer tarafında insanların bir bölümünün çalışması yer almaktadır.”
Aynı kitapta, birçok iktisat kitabında da bulunabilecek şu ifadeler yer alır:
“Toplumu oluşturan birey ve kurumların insanlara tatmin ve haz veren farklı mal ve hizmetleri kullanma ve elde etme istekleri sınırsızdır. Buna karşılık insanların isteklerini karşılamaya yarayan mal ve hizmetlerin üretiminde kullanılabilecek kaynaklar ise sınırlıdır. Dolayısı ile her toplum belli derecelerde kıtlık sorunu ile karşı karşıyadır. İşte her toplumun değişik derecelerde karşı karşıya kaldığı bu kıtlık sorunu iktisadın uğraş konusudur. İktisat bilimi kıtlık gerçeğine dayanır. Bu açıdan baktığımızda iktisat kıtlık bilimidir denilebilir. İnsan ihtiyaçlarının sonsuz olması ve bu ihtiyaçları karşılayacak olan kaynakların ihtiyaçlara oranla sınırlı olması nedeniyle, insanlar çeşitli alternatifler arasında bir tercih yapmak zorunda kalabilirler. Bu nedenle iktisat bir tercih bilimidir.”
Yukarıdaki ifadelerde görüldüğü gibi iktisat bilimi bir kıtlık meselesinden hareketle rekabetin önünü sonsuz bir şekilde açıyor ve bu rekabetle birlikte kaynaklara ulaşmak için gerekli olan araçları kullanmada hiçbir sınır tanımıyor. İktisat bilimi tanımı yapılırken ayrıca şöyle bir şey söylenir: İktisat bilimi etik değerlerle ilgilenmez, yani ne ahlakın yanındadır, ne de karşısında, ahlak onun ilgilendiği bir konu değildir. Normal olarak yapılan tariflerde insanın günlük hayatı içindeki faaliyetleri düzenlemekten bahseden iktisat biliminin ahlak gibi insanın toplumsal yaşamının en önemli parçalarından biri olan konularla ilgilenmemesi ne kadar tuhaftır. Adam Smith “Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Nedenleri Üzerine Bir İnceleme” başlıklı kitabında (1776) şöyle diyor:
“Eğer bireylere ekonomik ilişkilerinde kendi meşru kişisel çıkarları peşinde koşmalarına izin verilirse bu sadece onlar için olumlu değildir ama gayri ihtiyari, onlar bir ulusun mevcut ve gelecek üretim kapasitesini arttırarak, o ulusun zenginliğini arttırmasına da yardım edecektir.”
Smith’in devletten oynamasını istediği rol, insanların sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamalarına yetecek bir gelir kazanmaları değil, aynı zamanda devletin gelirine de katkı sağlamalarıdır. Aslında esas problem de tam burada düğümleniyor, bu kadar devasa yapılara zenginlik katmak dünyanın bütün kaynaklarını yok ediyor. İktisatçıların görmediği veya görmek istemediği sorun işte tam da bu.
Toplumsal iyileşmenin mümkün olduğuna duyulan inanç, modernliğin temel taşlarından biriydi. Şunu vurgulamak gerekir ki, bireyin ahlaki açıdan illa ki daha iyi olacağı savunulmuyordu. Bireyin günahkarlığı aşması, Tanrı’nın hükmüne ve inayetine kalmıştı. Bunu değerlendirip ödüllendirmek öbür dünyanın işiydi. Modern dünya azimli bir biçimde bu dünyaya yönelik olmuştur. Vaat ettiği her şey burada ve hemen şimdi veya burada ve kısa bir süre içinde geçerli olacaktı. Onunki, ekonomik iyileşme (nihai olarak herkes için iyileşme) vaat etmesi bakımından kararlı bir biçimde materyalist bir arayıştı.[1]
Immanuel Wallerstein ise şöyle diyor:
“Modern dünya sistemi kapitalist bir dünya ekonomisidir. Kesintisiz bir sermaye birikiminin önceliğine dayanır. Böyle bir sistem zorunlu olarak hem ekonomik hem de toplumsal açıdan eşitliksizci, hatta kutuplaştırıcıdır. Aynı zamanda birikim üzerindeki vurgunun kendisinin son derece eşitleyici bir etkisi de vardır. Hısımlık yoluyla elde edilen bütün ölçütler de dahil olmak üzere başka her türlü ölçütten yola çıkarak ulaşılan ya da korunan her türlü statüyü sorgular. Hiyerarşi ile eşitlik arasındaki, kapitalizmin mantığına sinmiş bu ideolojik çelişki, en baştan beri bu sistem içinde imtiyazlara sahip olan herkes için açmazlar yaratmıştır.”
Bu analizi yaptıktan sonra da şöyle devam ediyor:
“Gelin bu açmaza kapitalist dünya ekonomisinin asli aktörü olan bazen burjuva da denilen girişimci açısından bakalım. Girişimci sermaye biriktirmeye çalışır. Bunu yapmak için dünya piyasası içinden geçerek hareket eder, yalnızca piyasa vasıtası ile değil. Başarılı girişimciler piyasada gerçekten ciddi kârlar elde etmenin tek yolu olan göreli sektörel tekeller yaratmak ve bunları korumak için zorunlu olarak devlet mekanizmasının yardımına muhtaçtır.”[2]
Görüldüğü gibi Smith, Milletlerin Zenginliği’nde kişisel zenginliğin devletleri de zenginleştireceğini söylerken, ondan iki asır sonra Wallerstein sonsuz sermaye birikimi yapabilmenin yolunun devletlerden güç almaktan geçtiğini söylüyor. Dolayısıyla şirketlerle devletler artık iç içe geçmiştir ve artık bildiğimiz dünyayı belirli şirketler ve 20 büyük ülke yönetmektedir. Wallerstein şöyle devam ediyor:
“Girişimci bir kez ciddi miktarda sermaye biriktirdikten sonra, onu korumak konusunda endişelenmeye başlar. Tabii ki piyasanın kaprislerine karşı korumak için, ama aynı zamanda başkalarının onu çalma, müsadere etme ya da vergilendirme çabalarına karşı korumak için de. Ama sorunları bununla da kalmaz, aynı zamanda biriktirdiği sermayeyi mirasçılarına aktarmak konusunda da endişelenmesi gerekir. Sermayenin mirasçılara bırakılması meselesi, öncelikle bir vergilendirme meselesi değil, mirasçıların girişimci olarak sahip oldukları ehliyet meselesidir.”[3]
Yani girişimcinin endişeleri ölümüyle bile bitmez. İmam Gazali ise der ki:
“Kişi parasını hiç işletmese de toprağa gömse bile rahat edemez ve hırsızların onu çalacağından endişelenir, onun için en iyisi kişinin günlük yiyeceğinden daha fazla bir mülkünün bulunmamasıdır.”[4]
Yine Gazali şöyle der:
“Malı çok olanın insanlara ihtiyacı azalacağına çoğalır. İnsanlara ihtiyacının çok olması, amacını elde etmek için Allah’ın buyruklarına aykırı yerlerde bile onlara yaltaklanmaya, amacına ulaşamayınca bu sefer onlara düşmanlık beslemeye, arkadan çekiştirmeye, ara bozmaya ve benzeri kötülüklere başvurmaya başlar. Her iki halde de yalan söylemeye başlar. Süreç bununla da bitmez, sonunda kuvvete de başvurur.“[5]
Yaşadığımız dünyadan Gazali’nin söylediği bu sözler çok romantik ve hatta imkansız görünüyor olabilir. Ama bu sözler benim için çok önemli. Niye böyle olduğunu anlatmaya çalışayım. Bütün öğrenim hayatım boyunca kendimde ve genel olarak arkadaşlarımda gördüğüm ve bana bugünün dünyasının belki de anlamak istemediği bir şeyden bahsetmek isterim. Özellikle ortaokul ve lise yıllarım boyunca en büyük hedefim sınıfımı geçmekti, bu benim için yeterliydi. Hem de şöyle geçmek; 10’luk not sisteminde 4 buçuktan 5 alıp sınıfı geçmenin verdiği keyif, herhangi bir dersten 10 almaktan daha çoktu. Ben bunun hırs eksikliği olduğunu zannederdim ama aslında bu kültürümden gelen ontolojik bir şeydi. Yani var olanla yetinmek kendi bulunduğumuz sosyolojik ortamın bize öğrettiği bir şeydi. Sana Allah’ın verdiği varlıkla yetinmek ve yaşadığın güne şükretmek en önemli duruşumuzdu. Ailelerimiz nohut oda, bakla sofa ile yetinir ve hayattaki en önemli değerleri namus ve şeref olarak tanımlarlardı. Bizler herhangi bir kariyer planlaması yapmazdık, ekmek paramızı kazanmak için okurduk ve o ekmek parası ki; toplumdaki büyük bir çoğunluğun asıl hedefi idi. O zamanlar bizim bulunduğumuz ortamda sınıflar ve kastların oluşumu pek mümkün olmuyordu, çünkü bize İslam’ın kendi içinden gelen bir öğretiyle paylaşmayı bir şekilde becerebiliyorduk. O yüzden sınavlarda birbirimizden kopya çekmek ve kopya vermek hiç zorumuza gitmezdi, biz o işi hırsızlık olarak kabul etmez, yardımlaşma olarak görürdük. Uzun yıllar özellikle muhafazakâr camiada anlatılan en önemli mesellerden biri, Fatih’in İstanbul’u fethettikten sonra İstanbul’a gelen yabancı bir gezginin karşı karşıya bulunan iki dükkandan birine girip alışveriş yaptığında dükkan sahibinin müşteriye “Ben size yeterince satış yaptım, komşum daha siftah etmedi, gidip biraz da oradan alış veriş yapın” demesidir. Burada söz konusu olan şey, daha fazla kazanmak değil, gelen geliri komşusuyla paylaşmak istemesidir. Kuran’ın sözüyle, “O zenginlikler, kendi aranızda dönüp duran bir devlete dönüşmesin” diyen Haşr sûresi 7. ayetin hayata geçirilmesidir. İşte bu yüzden Cumhuriyeti kuranlar, kapitalist üretim biçimi ve sermaye birikiminin gerçekleşmesi için kendi elleriyle bir burjuva sınıfı oluşturmaya çalışmak durumunda kalmışlardır.
Oysaki bugünlerde böyle mi? Hasta yatağında son kalan gelirini de bir yoksula bağışlayıp onunla paylaşan bir peygamberin ümmeti midir bu ümmet? Bu ülkeye getirilen çok uluslu şirketler, yapılan AVM’ler ve beş yıldızlı oteller, işyerleri neyin göstergesidir? Bizleri yani bu ülkenin insanlarını nasıl bir dönüşümün içine sokmuştur? Geleceği ancak Allah’ın bileceğini söyleyen ve konuştuğu her cümlenin sonunda inşallah diyen, ne kadar yaşayabileceğini bilmediğini söyleyerek her an ölüme hazır olan, kefen parasını yastığının altında bulunduran bir topluluğu; üç, beş veya on yıllık vadelerle bankalara borçlandıran, Türkiye’de kredi kartı sayısını on yılda yaklaşık dört katına çıkaran, 2011′de kredi kartı sayısını 51,4 milyona ulaştıran ve her birimizin cüzdanında birden fazla kredi kartı bulunduran düzen nasıl bir düzendir? Hayatın bütününü kuşatan bir İslami anlayıştan sadece ritüelleri yerine getiren bir anlayışa nasıl düştük, bugünkü ekonomik düzeni neden sorgulamadan olduğu gibi kabul ettik? Bu tartışma çok çetrefilli ve uzun bir mesele. Cemil Meriç’in deyimiyle, bizim en önemli unsurumuz olan “ruhumuzu kaybettik” ya da kaybettirildik.
[1] Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Sosyal Bilim, Çev. Tuncay Birkan, 4. Baskı, İstanbul, Metis, 2012, s. 154.
Bugün dünya sistemi çıkar çatışması üzerine bina edilmiştir. Oysa ilk peygamber Hz.Ademle başlayan son peygamber Hz.Muhammed ile kemale eren İslami Sistem çıkar paralelliği üzerine kurulmuştur. Sorun kişisel ahlak problemi değildir sorun kemale ermiş olan bu İslami sistemin günümüz koşullarına uygun yorumlanabilmesi ve uygulamaya konulması sorunudur. Hangi inançtan olunursa olunsun sistem sosyal ve fiziki kanunlara(sünnetullaha) uygunsa kişilerde ahlaklı, adil olacaktır.
Elimizdeki kaynaklarımız olan Kuran, sünnet,tevrat uygulamaları,geçmiş peygamberlerin uygulamaları,alimlerin uygulamaları ve günümüz dünyasında ulaşılmış olan ilmi seviye ile bütün insanlığın tabi olacağı mütekamil bir sistemin oluşturulması için çalışmak her müminin görevidir.
Sürekli vurguladığım gibi romantik ve sonuç getirmeyecek çalışmalar yerine , eleştirler yerine sonuca yönelik somut çalışmaların yapılması mecburidir. Bu çalışmalar ile ulaşılan sonuçların da kooperatifler şeklinde örgütlenerek denemelerinin yapılması ve İslami modelin tabandan yukarıya doğru yayılması sağlanmalıdır. Müslümanların yapması gereken budur. Toplanan yardımlarla evsizlere ev aç olanlara yemek sağlamak mevcut sistemi güçlendirmekten başka birşey değildir. Elde edilen maddi gücün(para,emek vs.) en azından belirli bir kısmı sistem çalışması ve denemeleri üzerine ayrılmalıdır.
İktisadın toplumun diğer sosyal kurumları ile olan çatışmasını anlatan Süleyman Akdemir Hocaya ait bir makale:
İktisat-Siyaset Çatışması:
Sermaye daima her şeye hakim olmak ister. Devamlı olarak mevzuatın kendi çıkarlarına göre düzenlenmesini ve görevlilerin de kendi çıkarlarına göre karar almasını sağlamaya çalışır. Bir çok sermayedar, bu sayede zengin olmuştur. Sermaye bunu devlet memurlarına rüşvet vererek sağlamaya çalışır. Diğer taraftan çoğunluğa dayalı demokrasilerde sermaye kendi doğrultusunda olanları destekler; seçimlerde kullanılan para sayesinde istenen parti iktidar yapılır. Bunlar iktidarda iken hep kendi istekleri istikametinde karar almalarını isterler. Bu her zaman mümkün olmaz. Olmaz, çünkü seçenlerin seçilenler üzerinde baskıları vardır. Devlet görevlileri yaptıklarından doğrudan doğruya sorumludurlar. Böylece sermaye ile yönetim arasında çatışma sürüp gider. Yöneticiler de adil davranamaz duruma düşerler; bu da ekonomiyi bozar. O halde gayri meşru yollardan yapılan birtakım yolsuzluklarla elde edilen kazançlara dayanan ekonomi hiçbir zaman sağlıklı bir ekonomi değildir. Hastadır. Varlığının bir parçası olan devletini yıkar, kendisi de yıkılıp gider.
İktisat-İlim Çatışması:
Günümüzde iktisat, kendi kurallarına dayalı, matematikle hesaplanan bir ilim haline gelmiştir. Bununla beraber henüz ilme dayalı bir ekonomi sistemi kurulabilmiş değildir. Herkes bugünkü teknolojiyi kullanmakta, betonarme hesaplarını yapmakta, ancak ekonomide ilmin verilerinden hâlâ yararlanmamaktadır. Düzenlemeler siyasîlerin keyif ve isteklerine göre yapılmaktadır. Ekonomi ilimden yeterince yararlanmamaktadır. Sermayedarlar, ekonomiyi çarpıtmakta; faizli düzeni yürütmek için enflasyonun asıl nedeni olan faizi gizleyerek başka sebepleri saydırmaktadırlar. İlim adamları ise gerçeği ortaya koyma çabası içinde olduklarından çatışma başlamaktadır.
Bir masada kumarın devam edebilmesi için oyuncuların elinde imkânın olması gerekir. Eğer bütün para bir kumarcının eline geçmiş ise artık oyun biter. Ama oyunun bitmesi kumarhanenin kapanması demektir.
Bu nedenle, sermayeleri bitenlere borç verilir ve kumar devam eder. Eğer borç geri talep edilmezse kumar sonuna kadar sürüp gider. Ama borç talep edilirse işte o zaman kavga başlar. Kapitalist ekonomide durum buna benzer. Önce faiz altınları tekellerde toplar, sonra altınlar biter, bu defa mülkler tekellerin eline geçer. O da bitince sömürgeciliğe gidilir. Dünya savaşları olur. Sonra anlaşma yapılarak her taraf birlikte sömürülmeye başlanır. Ancak oradaki imkânlar da bitince veya bir devleti sömürme imkânı kalmayınca, faizi beslemek için karşılıksız para çıkarılır, karşılıksız para enflasyonu, enflasyon faizi doğurur. Bu da fiyat anarşisini ortaya çıkarır; işsizliğe ve açlığa neden olur. İşte ekonomik hastalıkların temeli dış borçlar ve enflasyondur. Bunun da ana kaynağı faizdir. Ancak her ülkede ilim adamlarının ortaya koydukları bu gerçekler değerlendirilemez ve ülkelerin ıstırabı ve yıkılışı anlamında da olsa ilim ile ekonomi arasında çatışma sürüp gider.
İktisat-Din Çatışması:
Kuvvetlinin üstünlüğüne dayanan, zenginin daha çok zengin olmasını öneren bugünkü düzen, din ile karşı karşıyadır; çatışma içindedir. Dinler genelde bütün insanları, Tanrı’nın kulları olduklarına, onun merhametine layık bulunduklarına ve herkesin insanca yaşama hakkı bulunduğuna inandırırlar ve her türlü kuvvet üstünlüğüne ve kuvvetlinin zayıfı ezmesine karşıdırlar. Bu da sermaye ile din adamlarının arasını açmıştır. Sermaye sahipleri din adamları ve dinleri, faizi kötülemelerinden dolayı gericilikle itham etmekte, faizin ve sömürünün bugünkü sermaye birikimine ve dolayısıyla bugünkü ağır sanayi doğumuna ve uygarlığın gelişimine neden olduğunu, sömürü varsa da onun getirdiği refahın unutulmaması gerektiğini ileri sürmektedirler. Sermayenin bu savı belli ölçüde haklıdır ve ticarî ve sanayi kapitalizminin doğmasına kadar suni yararlar sağlamıştır; faiz suni yarar sağlamıştır.Oysa gerçekte ve özellikle günümüzde faiz sadece iç ve dış borçlarla ekonomiyi çökertmekte ve fiyat anarşisini meydana getirmektedir.Bu nedenledir ki 19. asırda ve 20. asrın ilk yarısında çökertilen dinler şimdi yeniden canlanmaya başlamış ve sermaye çökmeye yönelmiştir. Faize dayalı bir ekonomi hastalıklarla malul olduğu gibi sömürüye dayalı ekonomi de artık sağlıklı değildir.
İktisat-İktisat Çatışması:
Günümüzde Batı uygarlığı çıkar çatışmasına dayanmaktadır. Serbest rekabet ilkesi içinde herkes yarışır; böylece sağlamlar ayakta kalır; sakatlar elenir; gelişme ve ilerleme devam eder. Böylece yine bunların anlayışına göre ekonomide firmaların birbirleriyle çatışması hastalık değil, doğal gelişmenin sırrdır. Bu anlayış da elbette savunulabilir bir anlayıştır. Ancak yarışma ile çatışmayı ayırmak gerekir. Usûlüne göre oynanan oyun elbette bir yarıştır ve zevkle seyredilir. Daha iyi futbol için şarttır. Ancak eğer oyuncular birbirlerini sakatlamaya başlarlarsa artık oyun devam edemez. Ekonomide yarışmanın sağlanması için tekelin oluşmaması gerekir. Dolayısıyla tekel oluşmadan önce çok yararlı olan serbestlik ve rekabet, tekel oluştuktan sonra artık karşı oyuncu kalmadığından bitecek ve çöküş olacaktır.
Haksız rekabet sadece tekellerden ileri gelmez. Siyâsete hakim olan sermaye, devleti kendi çıkarlanna doğru harekete geçirir ve serbest rekabet ortadan kalkar. Devletin yapısı da bozulur. Haksız rekabet sağlıklı rekabetten farklıdır. Bir insan çalışır, yorulur, bu nedenle halsiz hale gelebilir. Bu normaldir, hastalık değildir. Birde hasta olur, bitkin olur, bu da yorgunluktur ama bu defa hastalıktır. Hiçbir hasta uzun zaman yaşayamadığı gibi bu hastalıklara müptela ekonomi düzeni de uzun süre ayakta duramaz.
“Toplanan yardımlarla evsizlere ev aç olanlara yemek sağlamak mevcut sistemi güçlendirmekten başka birşey değildir. ”
Zafer Bey, bu cümlenizi okuyana kadar yazdıklarınızı okumaya gayret ediyordum. Bundan sonrasını okumadım ve okumam da.
Evsizlere ve aç olanlara yani toplumun, hepimizin evsiz ve aç bıraktıklarına yardım da değil haklarını vermek için sistemi hesap etmek ne acıklı bir durum.
Siz yolda kalmışa zekat da vermezsiniz bu mantıkla, sistemi güçlendirir diye.
Yazı ve bu naif dil bence çok güzel Suat abi. İçerik olarak da, Wallerstein’gillerle Gazali’gilleri birlikte okumak, çarpıştırmak, zaten bizim yapmamız gereken ancak an itibariyle asılamadığımız asli bir iş. Öte yandan işte kimi çevrelerde gördüğümüz fazla romantize edilip dondurulan bir söylemi alıp sahiplenmen ve onu dönüştürmen çok kıymetli. İslam’ın yedinci asırda yenilip tamamen gömülmediği, az da olsa buz da olsa tortularının kaldığı, ölüsünün bile yettiği, bizim de bu tortuları çok değil bir kuşak önceden bile gayet iyi bildiğimiz söylemini kastediyorum. Bu iddia hakikaten de doğru. Ancak bu söylemi hali hazıda sahiplenenler ne yazık ki onu gözü yaşlı ve bugüne hitap etmeyen, bugünün gerçekleriyle yüzleşmekten ısrarla kaçan bir Osmanlı romantizminde dondurup bırakıyorlar. Dolayısıyla söylem iticileşiyor. Bu söylemi alıp onu bu donukluktan çıkartarak ve dönüştürerek sahiplenmen de aynen, tam bizim işimiz, o da var burda. Ondan çok çok güzel abi, eline sağlık.
Zafer Bey,
Anladığım kadarıyla sistemin İslamileşmesi yani İslami bir ekonomik sistemin hakim olması ile kişilerin hırsları törpülenecek, diğergamlığı artacak, ahlaki seviyeleri yükselecek diyorsunuz.
Eklemiş olduğunuz makalede sermayenin tüm kurumlara hakim olma çabasından ve çatışmasından bahsediliyor. Sermayenin bu kadarçlü olduğu bir ortamda küçük kooperatiflerle yapılacak çalışmalar sistemi ne kadar islamileştirebilir?
Öncelikle kişilerin mülke, kazanca, hayata bakışlarının islamileşmesi gerekir sonrasında ise sistem yavaş yavaş islamileşecektir. Ayrıca ifadelerinizdeki evsizlere ve açlara yardımda bulunmanın sistemi güçlendirdiğine dair teziniz çok acımasızca.
Selamlar.
Sedat Bey,
Ahlaki gelişim, nefis tezkiyesi inancımızın önemli şubelerinden biridir. Lakin biz tarikat ehli olmadığımızdan işin kişisel boyutundan çok sosyal boyutuyla ilgilenmekteyiz. Yani insanları ahlaki bakımdan eğiten, nefislerini dizginlemelerini sağlayan cemaat ve tarikatlerin sosyal hayata katkılarının nasıl olacağı ile ilgilenmekteyiz. Tarikatleri, cemaatleri vs. bir dayanışma ortaklığı(akile) olarak kabul ediyoruz ve bu dini dayanışma ortaklığının müntesiplerine verdiği teminatlı ehliyet sistemi ile sosyal hayata etki edeceğine ve dinin hayata aktarılacağına inanıyoruz. Örnek verecek olursak Adil Düzende bir çalışan bir işe gireceği zaman 4 dayanışma ortaklığından aldığı teminatlı ehliyetle işe kabul edilir. Bu dayanışma ortaklıkları dini,mesleki,ilmi ve siyasi dayanışma ortaklıklarıdır. Çalışanın ihmali sonucu veya gayri ahlaki bir tutumu nedeniyle işletme zarara uğrarsa bu zararı çalışan değil bağlı bulunduğu dini dayanışma ortaklığı(tarikati,cemaati vs.) öder. Çünkü işletme bu akileye güvenerek anlaşmayı yapmıştır. Bilgisizlikten bir zarar oluşursa ilmi akile, beceriksizlikten bir zarar oluşursa mesleki akile, kasden zarar verildiğinin tespitinde ise siyasi akile zararı tazmin eder. Bir nevi sigortalama sistemi diyebiliriz. Kişileri yükün altına direkt olarak sokmuyoruz, kendi özgür iradesi ile birlikte olduğu topluluğuna bu yükü yüklüyoruz.
Konumuz ahlak olduğuna göre biz bu şekilde tarikatleri,cemaatleri,grupları hayatın içine çekiyoruz ve onların da kendilerini hayattan soyutlamalarına engel oluyoruz.
İnsan kendini bu şekilde güven içerisinde hissetmediği müddetçe her halükarda bizce, genel ahlaka, hakka, hakikate karşı gelecektir.
İnsanlar çalışsın çalışmasın yaşama hakkının Allahın yeryüzündeki halifesi topluluk tarafından karşılanacağından emin olurlarsa kimseye köle olmazlar, sadece Allah’a kul olurlar. Bu sebeple biz faize karşıyız, gelir vergisine karşıyız yani insanlığı tekele götüren bu mekanizmalara karşıyız ve bunun için de Kurana uygun mekanizmaları kurmaya çalışıyoruz.
Kooperatif dememizin sebebi bu işin temelden yani halk tarafından yapılacağına olan inancımızdandır. Bir topluluğun değişimi tabandan başlar. İktidara gelip değişim yapacağım demek ilkelerden tavizi gerektirir. İktidar olunduğunda ise elde edilen nimetlerin kaybı korkusu ile hiçbir değişim gerçekleştirilemez. Bu sebeple küçük denemeler ile işe başlanmasının uygun olacağı görüşündeyiz.
İnsanlık birçok ekonomik evre geçirmiştir. Toplayıcılık, avcılık, çobanlık, tarım, pazar mübadelesi, tüccar mübadelesi ve sanayi devrimi ile emek mübadelesine(işçilik) geçilmiştir. Bundan sonraki evrenin Hakka uygun olan ortaklık devri olacağı kanaatindeyiz. İnsanlar üretime yaptıkları katkı oranında paylarını alacaklardır. Tesise kira yerine üretimden pay senedi verilecek, ücret yerine emeğe pay senedi verilecek, işletmeye altyapı hizmeti veren devlete vergi pay senedi ile verilecek hammadde tedarikçisine de hakkı pay senedi verilecek ve böylece üretimin sonucu paylaşılacaktır. Elinde üretilen malın senetleri olan her bir girdi sahibi tüccarlara istedikleri fiyatla, arztalep kanunları çerçevesinde ister şimdi ister sonra bu senetleri satarak gelir elde edebileceklerdir.
Dayanışma ortaklıkları(akileler)kurulmadan, ortaklık sistemini hakim kılmadan vs. insanların hayata bakışlarını, mülke, kazanca bakışlarını tutarlı hale getiremezsiniz bence.Sadece iki gün kendini sorgular insan üçüncü gün hayatın gerçekleriyle yüzleşince mecburen düşüncesiyle yaşantısı çatışmaya başlar. Bu hayatın çıkışı olmadığı düşüncesiyle de kendini rahatlatmak için sohbetten sohbete gider, tövbeler eder, durur. Düşüncesi ile hayatını tutarlı hale getirecek sistemin önce tasavvuru sonra mücadelesi gerekir ki vicdanlar gerçekten rahatlasın. O nedenle küçük de olsa uygulamalar çok önemlidir.
Sistemi islamileştirip kimsenin evsiz kimsenin aç kalmaması isteğim, yoksa kimsenin ölmesinden ve açlığından memnuniyet duymuyorum. Biz uygulamalar yapmayıp sistemi değiştirmeye çalışmadıkça mevcut sistemin açları ve evsizleri bitmez. Demek istediğim buydu.
Sermaye ne kadar güçlü olursa olsun, bizim önümüzde örneğimiz Hz.Peygamber var, onun önündeki engeller bugünkü ile kıyaslanamayacak kadar güçlü idi. Ama O ve arkadaşları gayba iman etmişlerdi ve Hakkın hakim olacağına inanıyorlardı ve öyle de oldu. Biz de gayba iman ediyoruz ve Hakkın hakim olacağına inanıyoruz.
Zafer beyin söylediklerinde kıymetli hususlar var. Evsizler ve açlar konusunda söyledikleri biraz sert kaçmış ama söylemek istediği başka bir şeymiş gibi geldi bana da. Yapısal/uzun vadeli dönüşüm mü, acil/kısa vadeli devalar mı kadim bir tartışma. Herhalde birincisini yapmazsak yapıyla ve düzenle barışmış olur, ikinci yapmazsak da hem zalimleşiriz hem de ideallerimize kimse inanmaz. Bence birinciye ağırlık vererek de olsa ikinciyi boş bırakmamak lazım.
Kooperatif meselesi, akile, pay senedi ilginç fikirler. Bana kıymetli geldi.
Suat abinin yazısı oldukça iyi ve önemli. Sosyal adalete ve kapitalizmin barbarlığına karşın ne eklektik, ne sentetik bir cevap geliştirirken, kaynakları kullanma ve okumada da özcülükten biteviye kaçınan tavrı oldukça önemli. Kategorik olmayan, yerliciliği fetişleştirmeyen ve en önemlisi derdini gündelik direniş pratiklerine, organik mukavemetlere tercüme etmeyi başaran bu dilin Türkiyede ihtiyaç duyulan toplumsal muhalefet gramerine mütevazı bir katkı olduğuna inancımız tam.
İktisadın bir ahlakı olmalı evet..
Bu topraklarda kapitalizm eleştirisi, genelde 70’lerin sol söylemlerinden öteye gidemedi, müslümanlar için de referans hep “atalarımız” oldu ama Suat abinin yazısı, kadim olanla modern olanı birarada okumak için iyi bir başlangıç olmuş.
Kapitalizmi eleştirirken hem teorik açıklamalar yapıp ardından da gündelik ilişkiler ve bunların dönüşümü gayet güzel anlatılmış, hele dört buçuktan beş almak kısmında anlatılan “durum ve hal” çok hoş gerçekten, eline sağlık suat abi..
Sayın Erim, beni yanlış anladığınızı düşündüğüm konu ile alakalı bakış açımızı gösteren bir makale.
Selamlar,
Hasen Amel – Salih Amel Üzerine
Süleyman Karagülle’nin asr suresinde hasen amel ve salih amel ayırımı yapması bu husus üzerinde düşünmemize sebep olmuştur. Karagülle’nin salih amel ve hasen amel ayırımına bir bakalım:
“Salihleri Amel Ettiler” (Uygun Olanları İşlerler)
“İman etme”de hemen “Allah’a iman” akla geldiği gibi, burada da “salih amel” demek “hasen amel” olarak akla gelmektedir. “Hasen Amel” iyi ameldir, “Salih Amel” ise uygun ameldir.
“Uygun Amel” demek işbirliği içinde yapılan amel demektir.
“Salihat” denmektedir. Kurallı dişi çoğuldur. Kurallı erkek çoğul toplulukları, kurallı dişi çoğul ise sistemleri ifade eder. Sistem içinde iş yaparlar anlamı çıkar.
Görülüyor ki “salih amel” demek “uygun amel” olup iyi amel değildir.
Bu açıklamaları okumadan önce salih amel ve hasen ameli iyi iş olarak anlamlandırıyorduk. İyi iş, bireysel olarak kötülüklerden uzak durmak, fertlere, topluma, akrabalara, komşulara, insanlığa yardımda bulunmak ve hizmet etmektir. Kötü işlerin karşısında olmaktır. Ayırımdan sonra bu bahsi geçen amellerin “salih amel” değil “hasen amel” kapsamı içerisine girdiğini anlıyoruz. Fakir birisine yardımcı olup evlendirmek, engelli birinin bir ihtiyacının gidermek, işi olmayanlara zaman zaman paket yardımlar yapıp sevindirmek hep hasen amel içerisindedir. Ferde veya topluma mevcut düzen içerisinde hizmet etmiş olunur. Mevcut düzen, durum, varoluş kabullenilmiştir ve bu doğrultuda yardım ve hizmet edilmiştir.
Salih amel nedir o zaman? Bize göre fertlerin, toplumların, düzenlerin mevcut hallerinden daha iyiye, doğruya, faydalıya yönlendirilme, değiştirilme, dönüştürülme çabasıdır. Yukarıdaki örneklerden devam edersek fakir birisine yardımcı olup evlendirmek hasen amel, onun kimseye muhtaç olmadan evlenmesini sağlayacak sistemin kurulmasını sağlamak için çalışmak salih ameldir, işi olmayanları yardımlarla sevindirmek hasen amel, işsizliği ortadan kaldıracak ve insanların onurunu koruyacak sistemin vücut bulması için çabalamak salih ameldir. Salih amelde mevcut çarpık düzenin, durumun reddi vardır, bir kabullenmeme üzerine ortaya çıkar ve hedef, sistemleşme, standartlaşmadır.
Burada şöyle bir problem ortaya çıkmaktadır. İnsanların sadece hasen amel yapmaları salih ameli göz ardı etmeleri ya da organize şekilde hasen amelin teşviki salih amelin üstünün örtülmesi mevcut çarpık düzen ve durumun hasen amel ile desteklenmesi, ayakta tutulması anlamına gelir ki bu da bir anda hasen görülen amelleri, şer ameller haline sokabilmektedir. Örneğin, günümüzde Afrika’nın çeşitli yerlerinde yaşanan açlığa karşılık yapılan yardımlar bu açlığa sebebiyet veren mevcut düzenin, durumun devamına destek sağlamakta ve güç vermektedir. Düzeni hoş göstermekte ve düzenin çarpıklığını gözlerden uzaklaştırmaktadır. İlk bakışta iyi gibi görülen bu yardım, salih olmayan varoluşu desteklediğinden şer amele dönüşmektedir. Oysa yapılması gereken bu açlığın, fakirliğin ortadan kalkması için çalışmaktır. Yani salih amel gereklidir, değiştirme, dönüştürme, yönlendirme gereklidir.
Müminlere verilen görev hasen amelden önce salih amel yapmalarıdır. Hasen amel, salih amel için destekleyici bir unsur durumundadır. Hasen ameller, salih amelleri desteklemek için yapılırsa değerli olur. Müminler salih amel ile hasen ameli birbirinden ayırmalı, haseneyi, salih amel yerine koymamaya dikkat etmelidirler.
Ben yanlış anlamadım, siz yanlış anlatmış olabilirsiniz derdim ama makaleden görüyorum ki yanlış da anlatmamışsınız. Savınızı güçlendiriyorsunuz.
En azından evsizlerle ve evsizlikle ilgili gayret gösteren nadir topluluklardan birinin sitesine veya belki de tek topluluğa bunları yazarken üslubu değiştirmeniz gerekirdi.
Yoksa evsizliğin sistemin sorunu olduğunu bilmek için dâhi olmaya gerek yok.
Neyse hep aynı isimden makaleler gönderen, tek beşeri kaynaktan beslenen birinden bunu beklemek haksızlık olabilir.
selam ile.
erim, muhakkak benim görmediğim bir şeyleri görüyorsundur. ben bu çizgiyi yeni öğreniyorum, sen gitmiş dönmüş, sonra bi kaç tur atmışsındır. ama bence biraz alınganlık yapıyor olabilirsin. “En azından evsizlerle ve evsizlikle ilgili gayret gösteren nadir topluluklardan birinin sitesine veya belki de tek topluluğa bunları yazarken” demişsin de abi eyvallah anlıyorum ama eleştirilebilir yani yaptığımız sonuçta, bu kadar savunmacılığa gerek yok sanki. zafer beyin önerdiği terminoloji “hasen amel” ve “salih amel” bana yine çok zihin açıcı geldi. reform mu devrim mi diye bin tane geyik duymuşumdur, okumuşumdur. ama şu formülasyon bana çok kıymetli ve valla yeni göründü, hem de bizim jargonumuz, kavram dünyamızla. reform-devrim gibi benim bile o kadar okumama rağmen hala anlayamadığım, sonunda bize biraz yabancı olduğuna karar kıldığım kavramlar da yok. bence buradan biraz feyz almakta fayda var:
“Müminlere verilen görev hasen amelden önce salih amel yapmalarıdır. Hasen amel, salih amel için destekleyici bir unsur durumundadır. Hasen ameller, salih amelleri desteklemek için yapılırsa değerli olur. Müminler salih amel ile hasen ameli birbirinden ayırmalı, haseneyi, salih amel yerine koymamaya dikkat etmelidirler.”
Yok Alp Abi, reddiye gibi duracak biraz, peşinen söyleyeyim.
Öyle ‘sizin görmediğiniz noktayı ben buldum da onun izindeyim’ gibi bir durum yok, estağfirullah. Çok iddialı ve yukarıdan da yaklaşmıyorum mevzuya.
Adil Düzen’i ve Milli Görüş’ü okumuşluğum var evet, külliyen reddetmişliğim de yok bilirsin, istifade edilmeli. Adil Düzen’i sistem olarak öneren şahısların ve grupların Milli Görüş ve temsilcisi olan partilerle temaslarının tarihi seyrini de atlamamak lazım burada ama neyse konu o değil.
Kafada bitirmedim ben hiçbir şeyi çok şükür. Sürekli eleştirel, muhalif olmanın şart olduğunu düşünüyorum, en başta kendimize karşı olmak üzere. Bunu insanın kendi nefsiyle ve diğer insanların nefsiyle mücadele olarak okuyor ve temellendiriyorum. Ayrışma buradan kaynaklanıyor gibi görünüyor bana.
Adaletin peşinde biri olarak gayretim yepyeni bir reçete çıkarmaktan çok; reçetelerin neden başarısız olduğuna, nerelerinin kıymetli olduklarına odaklanmak. Yenisini yazmak benim boyumu aşıyor ve aşacak çünkü. Çok açık söylüyorum okuduğum, bildiğim herkes gibi sizlerin de aşıyor aşacak. Yeni reçeteye ilahi din deniyor ve peygamber beklemiyorum. Zaten mesele sıfırdan reçete çıkarmak da değil bana kalırsa bu doğrultuda.
Zafer Bey’in yukarıda verdiği cevaptaki gibi “sistem islamileşince evsiz kalmayacak” kadar kesin bir hükmüm yok. İslami sistemin ne olduğu tartışması bir yana bu “hükümsüzlük” haşa Allah’a güvensizlikten değil. Asr-ı Saadet olarak isimlendirilen onyıllarda bile o coğrafyada dahi böyle bir dünyanın olmadığını bilmemden kaynaklı.
Kendimi anlatmak için yazmadım bunları şüphesiz. Kişiselleştiği için ve alınganlık yapmadığımı göstermek için yazıyorum.
Cehd ettiğimiz istikamet adaletin ve eşitliğin akıldan çıkarılmadığı bir yönü gösteriyor bana. Nimetlerin paylaşım hakkında da eşitliği sürekli hedefleyen bir yol.
Salih amel – hasen amel ayrımı tehlikeli. Salih ameli Allah’ın rızasını kazandıracak eyleyişler olarak okuduğumdan hasen amelin Allah’ın rızasına ulaştırmadığı/yetmediği anlamı çıkar ki, çok feci bir yorum olur bu. Niyet iyi olsa da “evreka” modunda, kökene göre dilbilimine dayandırılan bir zorlama salih amel yorumu, mesela bu örnekte “adil düzen” vb. için bireysel bütçeden pay ayrılmamasına uçuk eleştiriler getirmek gibi hiç hoş olmayan taassuba düşürür insanı. Nitekim Afrika’da açlıktan ölen insanlardan “adil düzen” için gayret gösterdiği için hesaba çekilmeyeceğini düşünmek daha da kötüsü oraya destek gönderenlerin şer işlediklerini iddiaya kadar gider ki, Allah affetsin. Yoksa Suat Abi’nin yazısında da pratik teorik dengesine yorulacak tespitler mevcut, o bakışın önemine şüphe yok. Senin devrim/reform, kısa/uzun vade çemberine soktuğun ayrımlar da bir ayraçtır muhakkak.
Kur’an’dan sûre ismi, ayet numarası vermeden söylüyorum. Okuduğumda ben doğrudan görüyorum çünkü, siz de görüyorsunuz. Kur’an yolda, sokakta kalmışa, yetime, öksüze, bugün anladığımız anlamında kullanılmayan miskine vs. hakkını teslim etmeyi emrediyorken aç olanla, evsizle rızkını paylaşmanın neredeyse kötülendiğini, yanlışlandığını gösteren bir ifadeydi o cümle. O sebeple tepki gösterdim.
Velhasıl hizipçi bir bakışla “faaliyetlerimize laf etti, dur cevap vereyim, bizi nasıl eleştirirsin” demediğim çok açık. Örneğin platform olarak göçmenlere, dullara, yetimlere yönelik bir gayretimiz yok. Bireysel olarak benim de yok sayılır. Fakat bu mazlum insanların yarasına merhem olmaya çalışanlara yönelik benzer bir ifadeyle karşılaşsaydım da görüşüm-tepkim-yaklaşımım aynı olurdu. Burada doğrudan evsizlere yönelik bir ifadenin olması da beni üslup sorunu olarak tarif ettiğim bir durumla karşı karşıya bıraktı. Bu platformun evsizler yaklaşımı malum dikkatli bakılırsa diye.
Feyz alalım da terk ettiğin jargonla söyleyecek olursam reform yapanları devrimi geciktirmekle, ihanet etmekle suçlayanlardan insanlığın çok çektiğini de unutmayalım, bunu hatırdan çıkarmadan feyz alalım.
İhya ederken inşa edebileceğimizi hatta inşa etmek için ihya etmemizin elzem olduğunu söyleyerek tarafımı belli etmek isterim. Ahlak ve maneviyatı içinde barındıran bir direniş hali umutlandırıyor beni.
Sayın Erim, üslubum sizi rahatsız etti ise özür dilerim.
Anlayışım aynıdır , hasen amel salih ameli desteklerse anlam kazanır aksi halde sistemi güçlendirir. Bu gerçeği her yerde dile getiririm, siteniz veya başka platform farketmez.Yaptığınız bir çalışmaya(evsizlere ev) getirilen bir eleştiri karşısında bizim hakkımızda sui zan beslemek pek islami bir tavır değil. Bu çalışma size göre doğrudur ve önceliklidir bana göre de doğrudur ama öncelikli değildir. Bu bizi çatıştırmasın ve hakarete götürmesin. Müminlerin en önemli özelliklerinden biri ön yargılı olmamaları ve her söze kulak verip en iyisine uymalarıdır.
Makalelerin bir kısmı bana bir kısmı da isim verdiğim kişilere aittir. Bunu zenginlik olarak görmekte fayda var. Emek ve adalet platformu sitesinde karşılaşmadığım fikirlerin yer alması olumlu bir durumdur gibi geliyor bana.Sitede somut projelerden çok romantizmin hakim olduğunu düşünüyorum. Buna rağmen ilgilenilen konular nedeniyle siteniz ilgimi çekiyor ve konular ile alakalı kendi anlayışıma ait fikirleri belirtiyorum.
Adil Düzen adı verilen Kuran’dan bizim anladıklarımızla ortaya konmuş bir İslami sisteme inanıyorum. Sizinde bu şekilde inandığınız, benimsediğiniz(beslendiğiniz!) somut ekonomik, siyasi ve idari mekanizmalarınız, kurumlarınız var ise tartışmaya hazırım. Bu tartışmayı da daha doğruya ve iyiye ulaşmak, hatalarımızdan dönmek için isterim. Yoksa üstünlük kurmak için değildir.
Müminden beklenen kimin söylediğine değil ne söylendiğine bakıp, Kuran üzerinde yapılan çalışmalar sonucu ulaşılan somut fikirler üzerinde düşünmektir.
Selamlar.
an itibariyle romantik kaldığımıza yüzde yüz katılıyorum. ama alternatif bir düzen projesi geliştirmek ve somut durumlara bu proje üzerinden tabakoğlu’nun ifadesiyle geçiş dönemi uygulamaları geliştirmek ve önermek için daha kırk fırın ekmek yememiz lazım emek adalet olarak. yeni bir fikir/faaliyet hareketiyiz, sanırım bu yüzden bu durumda olmamız normal. adil düzenin yanlış bilmiyorsam otuz yıllık mazisi var. ben sizi ya da sizin ekipten uygun göreceğiniz birini bir gün çağırıp dinlemeyi çok isterim, perşembe günleri hemen hemen düzenli söyleşiler yapıyoruz. yüzyüze daha sağlıklı bir iletişim olacaktır inşallah.
arkadaşlarımı hafif huylandıran şey sanırım “olay budur, biz çözdük, a’den z’ye kapitalizmi aşan islami bir proje ürettik” gibi bir imanız var gibi oluyor ya bazen, herhalde o. bizde sanırım böyle şumüllü ve dört başı mamur bir projenin pek öyle mükemmel olamayacağı gibi bir rezerv var. bu tip projelerin muhakkak esnek olması ve halkın en geniş kesimleri ile istişare halinde örülmesi gerektiği, aksi takdirde reel sosyalizm deneyimlerinde olduğu gibi devletin acayip otoriter bir tutuma kayacağı gibi de bir rezerv var sanırım. düzen inşasını idealist münevverlere bıraktığımız zaman kendi idraklerine olan fazla özgüvenlerinden ötürü çok otoriterleşebiliyorlar. dahası bir de mükemmel olmasa da yetkin bir projenin çok geniş toplumsal kesimlerin düşünür ve sözcülerinin bir şekilde katılacağı bir büyük tartışma sonucu ancak üretilebilir bir şey olduğu kanaati de var sanırım bizde.
ama elbette ki bunların hiç biri somut projeler geliştirmemiz gerekliğini değiştirmiyor. farklı projeler gelir masaya yatırılır, onlar üzerinden daha geniş istişareyle bir yerlere varılır. Bu anlamda adil düzen de, atıyorum okuyup feyz almaya çalıştığımız en geniş tanımıyla islam iktisadı çalışmaları, katılımcı ekonomi, özyönetimci sosyalizm ya da ne biliyim radikal sosyal demokratik tahayyül kadar kıymetli bir proje üretme denemesi niye olmasın? bunu bizim biraz daha kötümser arkadaşlara söylüyorum, size değil zafer bey.
selametle, muhabbetle
Nefsim için bir özür beklentisiyle yazmamıştım. Yukarıdaki Alp Abi’ye hitaben yorumumda bunu açıkladım. Nezaketiniz ve samimiyetiniz için teşekkür ederim.
Fakat tekrar ağır ithamlar var yazdıklarınızda. Suizan beslediğime, ön yargılı olduğuma hatta nereden çıktığını anlamadığım hakarete dair. Çatıştırmaktan ise korkmayalım fikirlerimizi ve eylemlerimizi.
Eleştiri en temel hakkınızdır, bunu söylemeye lüzum yok bile. İslam’ın ne olduğuna, müminlerin nasıl davranmaları gerektiğine yönelik işaretlerinizin zaten farkındayım ve ona göre davrandığımı da düşünüyorum. Hatırlattığınız için sağ olun yine de.
Yaklaşımınız biraz değişmiş. Yukarıda aç olana yemek vermenin şer eylemliliğine yorulacak tespitiniz mevcutken şimdi “bana göre de doğrudur” diyorsunuz, eyvallah. Fakat hem şahsen İslam’ın bütünlüklü, tevhidi perspektifinde iktisadın nasıl şekilleneceğine yönelik gayret göstererek evsizlere, evsizliğe yaklaşan birine hem de gruba hitap ettiğinizi aklınızdan çıkarmış gibisiniz. Veya bilmiyorsanız da bu önyargıyla yaklaşmanız isabetsiz.
Fikirlerinizi okumaktan yana bir sıkıntım yok, yorum yazmanızdan o vahim evsizlik tespitinize kadar memnundum. Kimin söylediğine bakmadan olmaz, -şahsınızı dahil etmeyerek- hele ki söyleyenin yaptıklarıyla söyledikleri uyuşmuyorsa benim tercihim orayı takip etmek yönünde olmaz.
Adil Düzen’in somut bir mekanizma olduğu varsayımınız ise hiç gerçekçi değil veya H. Baş’ın “Milli Ekonomi Modeli” ne kadar somutsa o kadar somut. Teferruattan bahsetmiyorum dikkat edin somutluk diyorum.
Maalesef tahayyülden öteye geçemeyen bu soyutluğun somutluk olmadığını kabul etmekle başlayabilirsiniz başka kaynaklardan beslenmeye daha önemlisi gözünüzü başka yöne çevirmeye!
Daha önce yönelttiğim sorumu revize ederek bitireyim bu sefer de.
Adil Düzen ve benzeri bir sistem için çabalamayan birinin yolda kalana zekat vermesi değersiz midir? Bu kadar indirgemeye müsait ve basit bir çevreden konuşuyoruz aslında.
Benden de selamlar.
zafer bey, inşacı pratiklerle dönüştürücü pratikler, dikotomilerle ayrıştırılabilir şeyler değildir. bugün türkiyede emek hareketlerine verdiğimiz destek, sadece sistemiçi taleplerin kazanıma dönüşmesini değil, “başka”lıklara dair ihtimallerin güç kazanmasını, adalete dair tahayyülerin güçlenmesini ve nihayetinde bozuk düzenin ilgası ve adil bir sistemin inşası için de ilk kıvılcımları çakacaktır. dikkatinizi çektiyse, söze olan vurgumuz bizleri eylemekten alıkoymuyor. zaten düşünmeyi ve düşünceyi beynin içinde, kütüphanelerde yahut üniversitelerde gerçekleştirilen bir faaliyet olarak değil, bütün eylem ve pratiklerimizde somutlaşan soyutlamalar olarak görüyoruz. bu minvalde hasen/ salih ayrımınız işlevsel olmakla birlikte, “salt” buna dayanan bir eleştirel mantık, ne yazık ki kısa sürede retorik ve kategorik bir reddiye olmaya aday gözükmekte.
“bu minvalde hasen/ salih ayrımınız işlevsel olmakla birlikte, “salt” buna dayanan bir eleştirel mantık, ne yazık ki kısa sürede retorik ve kategorik bir reddiye olmaya aday gözükmekte.”
mustafa ben burada ne demek istediğini gerçekten anlayamadım. yine zafer beyin yanındayım. sonuçta bu iki meseleyi bence biz de, kısmen de olsa ayırıyoruz, farkını farketmeyi önemsiyoruz ve kısa vadeli deva olma pratiklerimizin uzun vadeli yapısal dönüşüm mücadelemizin bir parçası olması gerektiğine inanıyoruz. ya da bana böyle geliyor belki. o yüzden şu paragrafa bir daha göz gezdirsen acaba bu sana kafa açıcı gelmiyor mu diye sormak istiyorum:
“Müminlere verilen görev hasen amelden önce salih amel yapmalarıdır. Hasen amel, salih amel için destekleyici bir unsur durumundadır. Hasen ameller, salih amelleri desteklemek için yapılırsa değerli olur. Müminler salih amel ile hasen ameli birbirinden ayırmalı, haseneyi, salih amel yerine koymamaya dikkat etmelidirler.”
suat abi eline sağlık,derdimizi anlatmakta iyi bir giriş olmuş…
Sayın Erim,
“Yaklaşımınız biraz değişmiş. Yukarıda aç olana yemek vermenin şer eylemliliğine yorulacak tespitiniz mevcutken şimdi “bana göre de doğrudur” diyorsunuz, eyvallah”
Yaklaşımda değişiklik yok, eklediğim makale bana aittir, niyetim bellidir. Mevcut hakim küresel sistemin ve özelde ülkemizdeki hakim siyasi gücün İslamın temel amacını perde ardına alıp hasen ameli kullanarak sömürülerini saklamalarına yönelik deşifre çalışmasıdır bu. Planlı ve programlı şekilde hasen amel her platformda desteklenmekte ve teşvik edilmektedir. Bence esas amaç unutturulmaya çalışılmaktadır. Siz ve arkadaşlarınız bunun bilicinde iseniz problem yok ve zaten salih amel çalışmalarınız da var ise, değer yine bana göre kat kat artmaktadır. Sorunuza da cevap vereyim , yolda kalmışa yardımcı olmak çok değerlidir.
“Adil Düzen’in somut bir mekanizma olduğu varsayımınız ise hiç gerçekçi değil veya H. Baş’ın “Milli Ekonomi Modeli” ne kadar somutsa o kadar somut. Teferruattan bahsetmiyorum dikkat edin somutluk diyorum.”
Somutluk ve soyutluk? Bugün sistemin zulüm yaptığını herkes ifade etmektedir.Bu zulmün mekanizmaları nelerdir ve bu mekanizmaların yerine konacak mekanizmalar nelerdir? sorusuna verilen cevaptır somutluluk. İşçilik köleliktir derseniz ama çalışma hayatını nasıl düzenleyeceğinizi söylemezseniz bu boş bir eleştiri duygusal yaklaşımdır. Günümüz sosyal güvenlik sistemi prim ödeyeni korur ve çalışamayan(sakat,yaşlı,çocuk vs.)ya da çalışmak istemeyenin ne hali varsa görsün şeklinde düzenlenmiştir ve zulümdür derseniz ama yerine ne getireceğinizi söyleyemezseniz bu samimi olsa da sonuca varmayacak bir yaklaşımdır. Adil düzen bu mekanizmaları bize göre ortaya koymuştur. Bütün olarak İslami dayanakları olan tek sistemdir. Hatalarımızın düzeltilmesi için konuşulması ve tartışılması gereklidir. Fiili çalışmalar yapılmıştır, imkanlar ölçüsünde yapılmaya devam etmektedir.
Milli ekonomi modeli de değerli bir çalışmadır. Tamamı ile değerlendirmiş biri olarak teşhis belirli ölçülerde doğru da olsa tedaviyi belirtememiş ve mekanizmaları kuramamıştır.Adil düzen ile kıyaslamak Adil Düzeni tam bilmemekle alakalı gibi geldi bana.
“Fakat tekrar ağır ithamlar var yazdıklarınızda. Suizan beslediğime, ön yargılı olduğuma hatta nereden çıktığını anlamadığım hakarete dair. Çatıştırmaktan ise korkmayalım fikirlerimizi ve eylemlerimizi.”
Sui zan beslediğinize yönelik algımıza sebep olan ifadeniz “hep aynı kişiden makale gönderilmesi” şeklinde kurduğunuz cümledir. Ön yargınızı ise “tek beşeri kaynaktan beslenen biri” ifadenizden hakareti ise “bizden beklentilerinizin düşük olmasından” çıkarıyorum.
Öncelikle ben kapitalist değilim, sosyalist değilim ben Adil Düzenciyim, doğal olarak benisediğim görüşü ifade etmek ve fikirlerimi belirtmek isterim. 10 yıldır bir katılım bankasında çalışıyorum, ister istemez sektör nedeniyle her türlü kaynaktan besleniyorum ve değerlendiriyorum. Adil Düzeni benimsemem bir partizanlığın sonucu değildir.
Ben sizin yaklaşımlarınıza değer veriyorum, çünkü mevcut hakim gücün herkesin kendi istediği tarzda düşünmesini istediği ve herkesi belirli şekillerde kendi anlayışına çektiği bir ortamda farklı söylemleriniz ve eylemleriniz var.Bu benim için çok önemli.
Çatışmadan kastım fikri çatışma değil kişisel çatışmadır. Örneğin bana farklı kaynaklardan beslenme tavsiyesi yapmanız kişisel çatışmaya götürür, benim fikirlerime karşı bir görüş belirtmeniz fikri çatışmaya götürür bu faydalıdır, istediğim budur.
Sayın Alp Bey,
Her şeyi çözdük herkes Adil Düzenci olsun şeklinde bir yaklaşımda olamayız. Çalışma yapılıyor, mekanizmalar üretiliyor, bunların tartışılması gerek, eksiklerin belirlenmesi için, daha doğruya ulaşmak için zaten burada yorum yapmamızın sebeplerinden biri de budur, sizlerin fikirlerinden faydalanmak yoksa ilmi fantazi, kişisel tatmin peşinde değiliz.
Her hafta cumartesi akevler kooperatifi olarak Kuran tefsiri şeklinde seminerler yapılmakta ve bu seminerler akevler.org sitesinde yayınlanmaktadır. Bu siteden adil düzene her türlü eleştiri yapılabilir ve iletişim kurulabilir. Ben de seminerleri dışardan takip eden biriyim İstanbul dışında yaşadığımdan.
Mustafa Emin Bey,
Söylenenlerin retorik boyutunda kalmaması için öncelikle esas hedefimizin zihinlerden silinmemesini sağlamak gerektir. Bu da hasen ameli salih amel yerine koymamak anlamındadır. Sonrasında ise kapitalizmin, sosyalizmin mekanizmalarına karşı mekanizma üretmek ve en sonunda küçük labaratuvar denemeleri yapmaktır.
Zafer Bey, Ben yazıyı yazdıktan sonra bayağı külliyatlı bir yazı yazdınız ve benim anladığım kadarı ile bizi duygusal hiçbir yaraya derman olmayan, hatta mevcudu devam ettirmekten başka işe yaramayan işler yapmakla itham ettiniz, eğer abarttıysam kusura bakmayın ama ben böyle algıladım ve şimdi artık gördüğüm kadarı ile bir tartışma dönüyor, ben de bu tartışmaya dahil olmak istedim ve şöyle sizin ve bizimle paylaştığınız, Süleyman Akdemir Hocanın bize aktardığınız sözlerle başlayayım isterseniz
“Hangi inançtan olunursa olunsun sistem sosyal ve fiziki kanunlara(sünnetullaha) uygunsa kişilerde ahlaklı, adil olacaktır.” Bir kere bu cümle tamamı ile bana göre yanlış çünkü benim inancımda ve Kuran’da sistem insanı inşa etmez, İnanç önce insanı inşa eder, ardından bu insan sistemi inşa eder. Devam edecek olursak şöyle diyorsunuz.
“Bu çalışmalar ile ulaşılan sonuçların da kooperatifler şeklinde örgütlenerek denemelerinin yapılması ve İslami modelin tabandan yukarıya doğru yayılması sağlanmalıdır. Müslümanların yapması gereken budur. Toplanan yardımlarla evsizlere ev aç olanlara yemek sağlamak mevcut sistemi güçlendirmekten başka bir şey değildir.”
Bir kere ben kooperatifler fikrinde size katılıyorum ama bu kooperatiflerden siz ne anlıyorsunuz bilmiyorum benim bildiğim bütün ortakların ve emeğin eşit olduğu kar ve zararın oratak karşılandığı yapılardır kooperatif, yoksa 90’lar da ortaya çıkan ve Refah Partisi ve Adil Düzen söylemi etrafında kurulan Kombassan, Yimpaş gibi oluşumlarsa Allah yolunuzu açık etsin derim.
Gelelim evsizler meselesinde söylediklerinize sizin bu söylediklerinizi Komünist Partisi’de söylüyor, işte böyle yoksullara yardım ederseniz, yaptığınız sistemi ikame etmekten başka işe yaramaz, Peki bir Müslüman olarak komşumuzun gördüğü zulümden, açlıktan dolayı bizim hiç mi suçumuz yok, biz sıcak yuvalarımızda nasıl gönül rahatlığıyla yaşayacağız, bunun hesabını vicdanlarımıza ve Allah’a nasıl vereceğiz.
“İktisat İlim çatışması: Günümüzde iktisat, kendi kurallarına dayalı, matematikle hesaplanan bir ilim haline gelmiştir. Bununla beraber henüz ilme dayalı bir ekonomi sistemi kurulabilmiş değildir.” İşte size başlı başına problemli bir cümle, birinci öncelik ilme dayalı değil, ahlaka dayalı bir iktisatla başlamak gerekir.İnsanın 24 saatini kuşatan bir işlemde ahlaki öncelik olmazsa, ilimin bizi getireceği yer neo liberal politikalardır.
“Düzenlemeler siyasîlerin keyif ve isteklerine göre yapılmaktadır. Ekonomi ilimden yeterince yararlanmamaktadır. Sermayedarlar, ekonomiyi çarpıtmakta; faizli düzeni yürütmek için enflasyonun asıl nedeni olan faizi gizleyerek başka sebepleri saydırmaktadırlar. İlim adamları ise gerçeği ortaya koyma çabası içinde olduklarından çatışma başlamaktadır.” Böyle bir durum yoktur, burada bütün unsurlar iç içe girmiştir, bilim adamları, siyasiler, işadamları ( Tüsiad, Müsiad, TOBB) öyle namuslu, haktan ve halktan yana tavır alan bilim adamları var da bizim haberimiz mi yok?
“Sermaye sahipleri din adamları ve dinleri, faizi kötülemelerinden dolayı gericilikle itham etmekte, faizin ve sömürünün bugünkü sermaye birikimine ve dolayısıyla bugünkü ağır sanayi doğumuna ve uygarlığın gelişimine neden olduğunu, sömürü varsa da onun getirdiği refahın unutulmaması gerektiğini ileri sürmektedirler.” “Siz böyle söylüyorsunuz, Sosyalistler bakın ne diyorlar, Sermaye sınıfı ve din adamları el ele vermişler ve birlikte halkı afyonlayarak birlikte halkı sömürmüşlerdir.”
“Sermayenin bu savı belli ölçüde haklıdır ve ticarî ve sanayi kapitalizminin doğmasına kadar suni yararlar sağlamıştır; faiz suni yarar sağlamıştır.” Bu cümle daha vahim, ne demek faiz suni geçici rahatlama sağlamıştır, o halde bugün Türkiye finans kesiminin uyguladığı faiz meselesini de onaylıyorsunuz demektir, faizin olduğu her ortam insan sömürüsüne son derece açıktır.
“Ahlaki gelişim, nefis tezkiyesi inancımızın önemli şubelerinden biridir. Lakin biz tarikat ehli olmadığımızdan işin kişisel boyutundan çok sosyal boyutuyla ilgilenmekteyiz.” Kuran’ın kendi ruhunda olan insanı inşa edip, oradan toplumu inşa etmek olan binasını tarikat ile nasıl özdeşleştiriyorsunuz, anlayamadım.
“Örnek verecek olursak Adil Düzende bir çalışan bir işe gireceği zaman 4 dayanışma ortaklığından aldığı teminatlı ehliyetle işe kabul edilir. Bu dayanışma ortaklıkları dini, mesleki,ilmi ve siyasi dayanışma ortaklıklarıdır. Çalışanın ihmali sonucu veya gayri ahlaki bir tutumu nedeniyle işletme zarara uğrarsa bu zararı çalışan değil bağlı bulunduğu dini dayanışma ortaklığı(tarikati,cemaati vs.) öder. Çünkü işletme bu akileye güvenerek anlaşmayı yapmıştır. Bilgisizlikten bir zarar oluşursa ilmi akile, beceriksizlikten bir zarar oluşursa mesleki akile, kasten zarar verildiğinin tespitinde ise siyasi akile zararı tazmin eder. Bir nevi sigortalama sistemi diyebiliriz. Kişileri yükün altına direkt olarak sokmuyoruz, kendi özgür iradesi ile birlikte olduğu topluluğuna bu yükü yüklüyoruz.”
Öncelikle bu Adil Düzeni ben daha önce de dediğim gibi 90’lı yıllardan hatırlıyorum ve bana göre Adil düzen projesi içinden iki şey ortaya çıktı, biri Yimpaş, Kombassan vs. gibi yapılar, onların durumu da malum, ikincisi de AK Parti iktidarı yani anlayacağınız benim kendi adıma bu laflara karnım tok.
Evet, yazımda bir şey önermiyorum sadece bir fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Çünkü ben sizin gibi sihirli bir sistemi kuracağız, oradan da her şey mis gibi olacak falan böyle şeylere inanmıyorum. Daha doğrusu ben canlıya hele insan mühendislik yapılamayacağını düşünüyorum. Siz buna inanıyorsanız size sadece genleriyle oynanan canlı türlerinden sonra ortaya çıkan hastalıklara bir bakmanızı tavsiye ederim birincisi bu ikinci olarak tarihe bir bakın derim, Kuran’ın öğretisi her çağda ve her coğrafya’da kendine başka bir iklim bulmuştur, örneğin Mısır’ın Müslümanlığı ile Pakistan’ın; Malezya’nın Müslümanlığı ile Bosna’nın birbirinden çok farklıdır. Hz Ebubekir ile Hz. Osman, Muaviye ile Ömer bin Abdülaziz ya da Selahaddin Eyyubi başka şeyler uygulamıştır.
Bir kere diliniz çok üstten, çok öğretici pozisyonunda; yani bağlama çalan Nasreddin Hoca durumundasınız, bağlamada devamlı aynı mızraba vurunca hoca ne yapıyorsun, saz böyle çalınmaz ki derler, “Onlar arıyor, ben buldum” der. Vallaha biz arıyoruz ve aramaya devam edeceğiz, gördüğüm kadarı ile siz formülü bulmuşsunuz, Allah kabul etsin.
Selamlarımla
Suat abi, iktisadın eski akımları ahlaki-insani değerleri tamamen dışarıda bırakıyor. yakın zamanın akımlarından, durumsal-davranışsal yaklaşım veya iktisat akımı olarak kurumcu iktisat yerel kültürel-ahlaki değerleri de ilke olarak olmasa da veri olarak kabul ediyor en azından. çok yüzeysel olarak bilgim var ama bu konulara bakabiliriz belki.
Zafer Bey’in bahsettiği dayanışma ortaklığı modeli (sorumluluğu toplu halde üstlenme mekanizması vs.) ahi teşkilatlarından çok fazla farklı değil sanki. uzunca bir dönem gayet sağlıklı bir şekilde işlemiş bir sistem. ama kitlesel üretimin yoğun rekabet baskısına direnememiş 19. yy’dan itibaren. bugün böyle bir sistemden yeniden bahsetmek için kitlesel üretime karşı bir tavır geliştirmek gerekir sanki. yani kooperatifler eliyle yüzlerce insanın ortaklığı altında bugünkü devasa yapıların idare edilebileceğine inanıyorsanız o sizin bileceğiniz iş. ben zamanla yozlaşmayacak bir somut projeye inanmıyorum, ama madem uğraşıyorsunuz bunlarla, insanların kendi emeklerinin mülkiyetine sahip olduğu, öyle geniş çaplı ortaklıklara girmeden, artizanal üretimle çalışabileceği ama rekabet şartlarında büyük yapılara karşı ayakta durabilecek verimli bir işletme modeli üzerinde kafa yorabilirsiniz. bir sonuç çıkarsa uygulayıcısı olmaya ben talibim.
saygılar.
not: erim sana katılmıyorum ve laflar hazırladım.
Orkun başkan bu somutluklar senin sevdiğin toplar, iyi ki girmişsin.
“yani kooperatifler eliyle yüzlerce insanın ortaklığı altında bugünkü devasa yapıların idare edilebileceğine inanıyorsanız o sizin bileceğiniz iş.”
kapitalizme alternatif geliştirme hususunda bence zurnanın zırt dediği yer burası. özyönetimci sosyalizm pratikleri bunun hem imkansız olmadığını, ama çok da zor ve çok da olduğunu gösterdi. bu konuda bir şeyler yazarım inşallah. şu an allah yardımcısı olsun, hasta yatağında ölümle cebelleşen chavez’in memleketinde güncel deneyimler de mevcut. hiç biri dört başı mamur değil ama kapitalizm o kadar hegemonik, ona alternatif üretip, hele bi de uygulamak o kadar zor ki, her deneyimi alıp incelemek, masaya yatırmak lazım.
“ben zamanla yozlaşmayacak bir somut projeye inanmıyorum, ama madem uğraşıyorsunuz bunlarla, insanların kendi emeklerinin mülkiyetine sahip olduğu, öyle geniş çaplı ortaklıklara girmeden, artizanal üretimle çalışabileceği ama rekabet şartlarında büyük yapılara karşı ayakta durabilecek verimli bir işletme modeli üzerinde kafa yorabilirsiniz. bir sonuç çıkarsa uygulayıcısı olmaya ben talibim.”
bana asıl imkansıza yakın gelen düşünce bu olmuştur. tabii dünyanın büyük çoğunluğunda aşağı yukarı eş zamanlı yaşanacak bir kapitalizme karşı isyan dalgası ve kopuş gibi bir ihtimali çok düşük görüyorsak. başka bir takım ek varsayımlar daha bu ihtimali mümkün kılabilir. mesela o kadar güçlü bir sözünüz olacak ki kendi toplumunuzdaki insanları son derece düşük tüketim şartlarına ikna edebilecek ve sizi ezmek için bekleyen kapitalist devletlerin kamuoylarını da kendi lehinize harekete geçirebileceksiniz. teorik olarak mümkün ama kapitalizmin hakim olduğu toplumda kurabildiği hegemonya gücünü düşünürsek çok zor bir ihtimal sanki.
Suat Bey selamlar,
“Zafer Bey, Ben yazıyı yazdıktan sonra bayağı külliyatlı bir yazı yazdınız ve benim anladığım kadarı ile bizi duygusal hiçbir yaraya derman olmayan, hatta mevcudu devam ettirmekten başka işe yaramayan işler yapmakla itham ettiniz, eğer abarttıysam kusura bakmayın ama ben böyle algıladım.”
Bunlar için Erim Bey’e cevap yazdım,aynılarını tekrarlamak istemiyorum.
“Hangi inançtan olunursa olunsun sistem sosyal ve fiziki kanunlara(sünnetullaha) uygunsa kişilerde ahlaklı, adil olacaktır.” Bir kere bu cümle tamamı ile bana göre yanlış çünkü benim inancımda ve Kuran’da sistem insanı inşa etmez, İnanç önce insanı inşa eder, ardından bu insan sistemi inşa eder.”
Herkesi ahlaklı, adil insan olarak inşa edemezsiniz. Kuran’ın Ya eyyuhellezine amenu ifadelerine kendini muhatap görenler Kurani sistemi inşa eder. Sistem kendi otokontrolü içerisinde ahlaklı, adil vs. insanları yetiştirir. Bu benim görüşümdür.
“Bu çalışmalar ile ulaşılan sonuçların da kooperatifler şeklinde örgütlenerek denemelerinin yapılması ve İslami modelin tabandan yukarıya doğru yayılması sağlanmalıdır. Müslümanların yapması gereken budur. Toplanan yardımlarla evsizlere ev aç olanlara yemek sağlamak mevcut sistemi güçlendirmekten başka bir şey değildir.” Bir kere ben kooperatifler fikrinde size katılıyorum ama bu kooperatiflerden siz ne anlıyorsunuz bilmiyorum benim bildiğim bütün ortakların ve emeğin eşit olduğu kar ve zararın oratak karşılandığı yapılardır kooperatif, yoksa 90’lar da ortaya çıkan ve Refah Partisi ve Adil Düzen söylemi etrafında kurulan Kombassan, Yimpaş gibi oluşumlarsa Allah yolunuzu açık etsin derim.”
Adil Düzenden etkilenerek oluşturulmuş kuruluşlardır bahsi geçenler, ama adil düzen uygulamaları yapılmamıştır.Profesyonel propagandalar ile zihinlerde adil düzen ve milli görüş antipatisi oluşturulması başarılmıştır.
“Gelelim evsizler meselesinde söylediklerinize sizin bu söylediklerinizi Komünist Partisi’de söylüyor, işte böyle yoksullara yardım ederseniz, yaptığınız sistemi ikame etmekten başka işe yaramaz, Peki bir Müslüman olarak komşumuzun gördüğü zulümden, açlıktan dolayı bizim hiç mi suçumuz yok, biz sıcak yuvalarımızda nasıl gönül rahatlığıyla yaşayacağız, bunun hesabını vicdanlarımıza ve Allah’a nasıl vereceğiz.”
Bu konuyu da açıkladım.
“İktisat İlim çatışması: Günümüzde iktisat, kendi kurallarına dayalı, matematikle hesaplanan bir ilim haline gelmiştir. Bununla beraber henüz ilme dayalı bir ekonomi sistemi kurulabilmiş değildir.” İşte size başlı başına problemli bir cümle, birinci öncelik ilme dayalı değil, ahlaka dayalı bir iktisatla başlamak gerekir.İnsanın 24 saatini kuşatan bir işlemde ahlaki öncelik olmazsa, ilimin bizi getireceği yer neo liberal politikalardır”
Size göre öyledir. İlim, Allah’ın koyduğu sosyal ve fiziki kanunların keşfi ve sosyal hayata uygulanmasıdır. Allah’ın koyduğu sosyal kanunların keşfi ve uygulamaya konulması gereklidir. Ahlaka öncelik verirseniz kişilerin irade dereceleri ile doğru orantılı olur düzeniniz, iradesi zayıf biri sizi ve sisteminizi bir anda çökertir. İlim sizi Hakka götürür, ama sizin yaptığınız ilim, başkalarının yaptığının taklidi değil.
“Düzenlemeler siyasîlerin keyif ve isteklerine göre yapılmaktadır. Ekonomi ilimden yeterince yararlanmamaktadır. Sermayedarlar, ekonomiyi çarpıtmakta; faizli düzeni yürütmek için enflasyonun asıl nedeni olan faizi gizleyerek başka sebepleri saydırmaktadırlar. İlim adamları ise gerçeği ortaya koyma çabası içinde olduklarından çatışma başlamaktadır.” Böyle bir durum yoktur, burada bütün unsurlar iç içe girmiştir, bilim adamları, siyasiler, işadamları ( Tüsiad, Müsiad, TOBB) öyle namuslu, haktan ve halktan yana tavır alan bilim adamları var da bizim haberimiz mi yok?”
İlim der ki faiz ve gelir vergisi sermayeyi belirli ellerde toplar, ilim der ki faiz enflasyonun sebebidir vs. bunları ilim adamları söyler, bunları herkes bilir, bunlar matematiktir. Uygulama nedir? Tam aksidir. Sermaye ne isterse o yapılır. İlim ile sermayenin çatışması budur.
“Sermaye sahipleri din adamları ve dinleri, faizi kötülemelerinden dolayı gericilikle itham etmekte, faizin ve sömürünün bugünkü sermaye birikimine ve dolayısıyla bugünkü ağır sanayi doğumuna ve uygarlığın gelişimine neden olduğunu, sömürü varsa da onun getirdiği refahın unutulmaması gerektiğini ileri sürmektedirler.” “Siz böyle söylüyorsunuz, Sosyalistler bakın ne diyorlar, Sermaye sınıfı ve din adamları el ele vermişler ve birlikte halkı afyonlayarak birlikte halkı sömürmüşlerdir.”
“Sermayenin bu savı belli ölçüde haklıdır ve ticarî ve sanayi kapitalizminin doğmasına kadar suni yararlar sağlamıştır; faiz suni yarar sağlamıştır.” Bu cümle daha vahim, ne demek faiz suni geçici rahatlama sağlamıştır, o halde bugün Türkiye finans kesiminin uyguladığı faiz meselesini de onaylıyorsunuz demektir, faizin olduğu her ortam insan sömürüsüne son derece açıktır.”
Sermayenin satın aldığı, menfaat sağladığı din adamları sermaye ile işbirliği içerisinde olup halkı sömürmüşlerdir, doğrudur. Zaten onları satın almalarının sebebi kendi taraflarına çekmelerinin sebebi dinlerde olan bu gerçekleri saklamalarını sağlamaktır. Bunlar dinlerin faizi yasakladığı gerçeğini değiştirmez ve din ile sermaye her daim çatışmaktadır.
Faizi savunanlar, faiz güdüsü olmaz ise sermaye terakümü olmaz derler. Sanayi devrimi için gerekli faizsiz sermayenin birikmesine yönelik ilmi ve dini yaklaşımlar getirilemediğinden o dönem faiz ile sermaye terakümü sağlanmış ve sanayi devrimi gerçekleşmiştir. Sermaye terakümü sağlanmış ve kısa vadede gelişmeye yol açmıştır uzun vadede ise malum olduğu üzere faiz zaten başlı başına sorunun kendisidir.
“Ahlaki gelişim, nefis tezkiyesi inancımızın önemli şubelerinden biridir. Lakin biz tarikat ehli olmadığımızdan işin kişisel boyutundan çok sosyal boyutuyla ilgilenmekteyiz.” Kuran’ın kendi ruhunda olan insanı inşa edip, oradan toplumu inşa etmek olan binasını tarikat ile nasıl özdeşleştiriyorsunuz, anlayamadım.
“Örnek verecek olursak Adil Düzende bir çalışan bir işe gireceği zaman 4 dayanışma ortaklığından aldığı teminatlı ehliyetle işe kabul edilir. Bu dayanışma ortaklıkları dini, mesleki,ilmi ve siyasi dayanışma ortaklıklarıdır. Çalışanın ihmali sonucu veya gayri ahlaki bir tutumu nedeniyle işletme zarara uğrarsa bu zararı çalışan değil bağlı bulunduğu dini dayanışma ortaklığı(tarikati,cemaati vs.) öder. Çünkü işletme bu akileye güvenerek anlaşmayı yapmıştır. Bilgisizlikten bir zarar oluşursa ilmi akile, beceriksizlikten bir zarar oluşursa mesleki akile, kasten zarar verildiğinin tespitinde ise siyasi akile zararı tazmin eder. Bir nevi sigortalama sistemi diyebiliriz. Kişileri yükün altına direkt olarak sokmuyoruz, kendi özgür iradesi ile birlikte olduğu topluluğuna bu yükü yüklüyoruz.” Öncelikle bu Adil Düzeni ben daha önce de dediğim gibi 90’lı yıllardan hatırlıyorum ve bana göre Adil düzen projesi içinden iki şey ortaya çıktı, biri Yimpaş, Kombassan vs. gibi yapılar, onların durumu da malum, ikincisi de AK Parti iktidarı yani anlayacağınız benim kendi adıma bu laflara karnım tok.”
Kuran’ın her konu ile alakalı düsturu vardır. Tarikat derken ahlaki ve manevi boyutu ile ilgili olarak ilmine güvendiğim alimlere tabi olurum ve nefsimi terbiye etmeye çalışırım. İlgi alanıma giren konu ise Kuran’ın sosyal boyutudur. Onun üzerinde okumalar yapıp, çalışıyorum.
Dayanışma ortaklıkları bütün bir sistem içerisinde insanı güvence altına alan mesleki, ilmi, dini ve siyasi gruplara verilen addır. Bu dayanışmalar sayesinde insanlar primsiz sigortalıdır, mesleki,ahlaki ve ilmi eğitimleri bu akilelerde gerçekleşir ve derecelendirilir vs. Bahsettiğiniz kombassan ve yimpaş ile nasıl alaka kurdunuz anlamadım? Ak Partinin ise ne adil düzenle ne de milli görüşle ilgisi vardır, sadece dediğiniz gibi bu ekiplerin içinden çıkmıştır. Şu an için ne olduklarını da bilmiyorum.
“Evet, yazımda bir şey önermiyorum sadece bir fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Çünkü ben sizin gibi sihirli bir sistemi kuracağız, oradan da her şey mis gibi olacak falan böyle şeylere inanmıyorum. Daha doğrusu ben canlıya hele insan mühendislik yapılamayacağını düşünüyorum. Siz buna inanıyorsanız size sadece genleriyle oynanan canlı türlerinden sonra ortaya çıkan hastalıklara bir bakmanızı tavsiye ederim birincisi bu ikinci olarak tarihe bir bakın derim.”
Fotoğraf çekmenize itirazım yok ben kendi kişisel görüşlerimi eleştirisel bir bakışla dile getirdim. Sihirli bir sisteme evet inanıyorum, çünkü bu Allah’ın vaadidir. Allah nurunu tamamlayacaktır. Bu gayba imandır. Hz.Peygamber ve arkadaşları bu gayba inanarak Bedir’de küffarın karşısına çıktılar buna inanmayanlarda müminlerin karşısında yer aldılar. Bu, bugün olmaz 100 yıl sonra olur ama olacaktır. Müminlerin görevi de bu yolda mücadele etmektir.
İnsanlar genleriyle oynandığı için şu an,bu haldeler.Bizim yapacağımız ise onu aslına döndürmektir. (Biz derken yine yanlış anlatmış olmayayım, müminlerden bahsediyorum.)
“Kuran’ın öğretisi her çağda ve her coğrafya’da kendine başka bir iklim bulmuştur, örneğin Mısır’ın Müslümanlığı ile Pakistan’ın; Malezya’nın Müslümanlığı ile Bosna’nın birbirinden çok farklıdır. Hz Ebubekir ile Hz. Osman, Muaviye ile Ömer bin Abdülaziz ya da Selahaddin Eyyubi başka şeyler uygulamıştır.”
Temelde fark yoktur, teferruatta fark vardır. Teferruatlar zenginlik sebebidir ve gelişmeyi sağlar, durağanlığın önüne geçer.
“Bir kere diliniz çok üstten, çok öğretici pozisyonunda; yani bağlama çalan Nasreddin Hoca durumundasınız, bağlamada devamlı aynı mızraba vurunca hoca ne yapıyorsun, saz böyle çalınmaz ki derler, “Onlar arıyor, ben buldum” der. Vallaha biz arıyoruz ve aramaya devam edeceğiz, gördüğüm kadarı ile siz formülü bulmuşsunuz, Allah kabul etsin.”
Dilim dediğiniz gibi ise düzeltirim zaten bundan gocunmam, herkesin birşeyler bulmasını ve bulunanları tartışmayı ve üzerinde ittifak edilen hususlar ile alakalı denemeler yapılması en büyük arzumdur.
Son olarak adil düzeni herkes bildiğini söylüyor ama maalesef hep ilgisiz şeylerle karşılaşıyorum tartışmalarda. Bunda da eskilerin adil düzeni bir sistem olarak anlatamamasının ve bir slogana dönüştürmesinin etkisinin çok olduğunu düşünmeye başladım.
Selam ve saygılar.
çok güzel bir tartışma olmuş bence, yazanlardan allah razı olsun.
son bişi deyip çekileyim. ben hakkaten çok az biliyom adil düzen tahayyülünü, yani çok yüzeysel. ama şunu az çok biliyorum ki bunun pratik örnek ve yansımalarının yanında bir de dar bir çevrede kalsa da daha yoğun fikri emek harcanmış bir kemik versiyonu var. yani sovyetler birliği kötü bir tecrübe oldu diye, marx’ı komple tu kaka ilan etmek niye ve ne kadar yersiz olacaksa, sanırım işte yimpaş fiyasko oldu, milli görüş akp oldu diyip kemik adil düzen projesine laf çakmak da o kadar yersiz olabilecektir.
velhasıl kapitalizmin yerine ne koyacağımız, ona karşı nasıl mücadele edeceğimizi de bir miktar belirleyeceği için çok sonralara ertelenemeyecek bir tartışma. daha bugün kendi mail grubumuzda da başka bir aks üzerinden bir döndürdük. 19. yüzyılda -indirgeyerek söylüyorum- kapitalizmin çoktan hakim olduğu avrupada proudhoncularla, marxçılar tartıştı. tartışma fasikül fasikül, oradan dallandı budaklandı. bizde kapitalizmin kılcallaşması ile beraber, eleştirisi de kuvvetli şekilde 60larda yapılmaya başlandı, çıkan külliyat fasikül fasikül.
biz herhalde bu konuda da emek adalet olarak muhataplara “tartışmayı açın” demeli, benim projem en doğru diyenleri açık ve umum bir tartışma zeminine çekmeli, bu meseleyi dert edinenleri şuraya davet etmeliyiz. sırf bu yüzden bile -ki ben muhtevada da kimi yerleri yaratıcı bulduğumu söyledim- bence zafer beyin katkıları çok kıymetli.
üslub meselesinde de, şu aklıma geliyor. üslub nasihatla değil de, galiba bi kazan süte maya çalar gibi, üslubun muhtevaya mündemiç olduğunu hep akılda tutarak, özenle ve dikkatle, eleştirdiğin üsluba düşmemeye gayret ederek ve örneklik sunarak değişir dönüşür herhalde.
ha bi de, suat abi gözünü seveyim yorum yazarken enter tuşuna hakkettiği değeri verelim abi, yerimiz var çok şükür, buralar hep bizim 🙂
selametle
Zafer bey gerek yapıcı eleştiriniz, gerekse özeleştiriniz için teşekkür ederim. Konuşmamız gereken çok şeyler olduğunu gördüm. İnşallah bu konularla ilgili daha yerinde tartışmalar ve fikir alış verişleri yaparız.
Suat Bey, ben de size ve tüm arkadaşlara teşekkür ederim. Tartışma ve fikir alışverişlerimizin devamını bende isterim.
Allah’a emanet olun.
İmam-ı Gazali’ye atfen söylenen “en iyisi kişinin günlük yiyeceğinden daha fazla bir mülkünün bulunmamasıdır” anlayışı tasavvuftaki “bir lokma bir hırka” anlayışına çok benzemektedir. Müslümanları iktisadi açıdan geri bırakan, gelişmesine engel olan anlayış; işte tam da bu husus olsa gerektir. Kuran’da “leyselil insane illa ma’sa- size ancak çalıştığınızın karşılığı vardır” ayyeti, Peygamber Efendimiz’in (asm) “veren el alan elden hayırlıdır” hadisi ve Bediüzzaman’ın “İ’layı kelimetullah [Allah’ın İsminin yüceltilmesi]maddeten terakkiye mütevakkıftır” sözü maddi açıdan güçlü olmanın faziletini anlatmaktadır. Maalesef tasavvufun eğitim alanında medreseye karşı kurduğu üstünlük “bir lokma bir hırka” anlayışını hakim kıldı. İlim adamları ve iktisatçılar şeyh ve tekke otoritesinin emrine girerek iktisadi alandaki çöküşe sebep oldu. Serbest ticaret ve özgürlüğün Batı dünyasında gelişmesi ile birlikte Avrupa ve ABD güçlenirken Müslüman devletler sömürülen ve yoksullaştırılan bir hüviyete büründü. Halbuki İslamiyet’in insanlara kazandırdığı güzel ahlak, en çok iktisadi ve sosyal hayat üzerinde önem kazanmış sanıldığının aksine İslamiyet kılıç zoru ile değil zenginlik ve adalet mekanizmaları sayesinde dünyaya yayılmış ve kuvvet kazanmıştır. Maddi zenginlik askeri sahada da Müslümanların güçlü olmasına katkıda bulunmuştur. Yani askerlik sayesinde Müslümanlar güç kazanmış değil güzel ahlak ve maddi terakki neticesinde üstünlük kurmuşlardır. Cenab-ı Allah’ın inayeti yardım ve ihsanı çok olmakla birlikte dünya hayatı sırrı teklif yani imtihan dünyası olması nedeni ile sebepler ön plana çıkmakta Allah’ın koyduğu kanunlar her insan için geçerli olmaktadır. Eğer Müslümanlar her daim galip gelip düşmanlarına üstünlük sağlasa idi her insan Müslüman olup yaratılıştaki hikmet ortadan kalkmış olurdu. İşte bu nedenlerden dolayıdır ki dünya bir müsabaka alanına dönmüş yaratılış kanunlarına (şeriat-ı fıtri) uygun hareket eden ister müslim ister gayri müslim olsun kim olursa Allah onu galip ve güçlü kılmıştır. Sonuç olarak şunu ifade etmek isterim ki Hz. Ebubekir, Hz. Osman (r.anh) başta olmak üzere İmam-ı Azam gibi zatlar ticaret ile meşgul olan İslam önderleridir. İslamiyet tasavvuf büyükleri kadar hatta onlardan daha fazla maddi alanlardaki başarıları ile öne çıkmış insanlarla doludur. Hal böyle iken İslam iktisatçılarının “bir lokma bir hırka” anlayışından hareketle maddi zenginliğin aleyhinde olmaları çok kaygı vericidir. Bu anlayışın vermiş olduğu zarar ortada iken hala mülkiyet ve servet düşmanlığı yapmak beni ciddi şekilde üzmektedir. Vesselam…
SUAT BEY;DİYORSUNUZ Kİ YAZINIZIN SON PARAGRAFINDA”Oysaki bugünlerde böyle mi? Hasta yatağında son kalan gelirini de bir yoksula bağışlayıp onunla paylaşan bir peygamberin ümmeti midir bu ümmet?” BU CÜMLENİZ BENDE SİSTEMLER KONUSUNDA FAZLA ARAŞTIRMA YAPMADIĞINIZ İNTİBASI UYANDIRDI.PEYGAMBER EFENDİMİZ VEFATI ANINDA İSLAM DEVLETİNİN BAŞKANIYDI.VE ÖZEL MÜLKİYETİ YOKTU.İHTİYAÇLARINI BEYTÜLMALDAN KARŞILARDI AMA GERİYE BIRAKACAĞI MİRAS BİR MALI PARASI YOKTU.KURANDAKİ SİSTEMLER,SİSTEMLER KARŞILAŞTIRMASI VE KURAN-DEVLET SİSTEMİ KONUSUNDA (ADİL DÜZEN -ŞER’İ DELİLLİ-İNSANLIK ANAYASASI)NI OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM.BİZİM SİTEDEN İNDİREMEZSİNİZ AMA İNDİREBİLECEĞİNİZ BAŞKA İKİ SİTENİN LİNKİNİ VERİYORUM.;https://groups.google.com/forum/#!topic/islamibirlik/e9TfOMlvkrE VE;https://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=6&cad=rja&uact=8&ved=0CDkQFjAF&url=http%3A%2F%2Fwww.edebiyadvekitap.com%2Fwp-content%2Fuploads%2F2014%2F12%2FANAYASA-KITAP1.pdf&ei=4mkzVabcAoi5sQHyxoDICQ&usg=AFQjCNHf8MQ2Yocy-goIR0tIxr_9nW_h2w
Vallahi Vehbi bey sağolsun, Gazali’nin kullandığım bir sözünü bağlamından koparıp işte bir lokma bir hırka anlayışının Müslümanları geri bıraktığını ve dünya sisteminden kopardığını iddia ederek, eleştirisini bizlerin servet ve mülkiyet düşmanı olmamızla bitirmiş.
Bir kere bu suçlama benim çocukluğumdan beri değişik ortamlarda duyduğum ve sistemin kendisine muhalefet eden ve bugünkü iktisadi, siyasi ve sosyal ortamın insanlar arasında eşitsizlik doğurduğuna ve bununda bir zulüm olduğuna dair söz söyleyen ve fikir üreten herkese yöneltilen bir suçlamadır. Önce onu tespit ederek başlayalım.
Yine Gazali’den devam edeyim. Gazali diyor ki “ Fakirlik Dünyanın insandan elini çekmesidir, Zühd ise insanın dünyadan vazgeçmesidir.” Yani Gazali millet fakru zaruret içinde yaşasın demiyor. Kısaca diyor ki bir memlekette fakirlik varsa onun sorumlusu devlettir fakat bir Müslüman’a düşen ise kendi ihtiyaçlarını görüp dünyaya tamah etmemektir. Dünyaya bu kadar tamah etmenin sonucu insanı Rububiyet iddiasına kadar götürür.
Bugünkü reel iktisadi sistem iki türlü hareket eder. Bir üreterek büyüme stratejisi, iki tüketerek büyüme stratejisi, fakat her ikisinin de esas hareket ettiği nokta büyümektir. Peki büyümek için ne gerekir. Sonsuz sermaye birikimi, ben yazımda Immanuel Wallerstein’den de sonsuz sermaye birikiminin şirketlerde neye yol açtığını anlattım. Cümle aynen şöyle:
“Girişimci bir kez ciddi miktarda sermaye biriktirdikten sonra, onu korumak konusunda endişelenmeye başlar. Tabii ki piyasanın kaprislerine karşı korumak için, ama aynı zamanda başkalarının onu çalma, müsadere etme ya da vergilendirme çabalarına karşı korumak için de. Ama sorunları bununla da kalmaz, aynı zamanda biriktirdiği sermayeyi mirasçılarına aktarmak konusunda da endişelenmesi gerekir. Sermayenin mirasçılara bırakılması meselesi, öncelikle bir vergilendirme meselesi değil, mirasçıların girişimci olarak sahip oldukları ehliyet meselesidir.”
Wallerstein, Modern zamanlarda böyle söylüyor halbuki Gazali asırlar öncesinden buna dair şu önemli mesajı veriyor diye o alıntıladığı cümleyi aktardım. Hatta devamında şöyle bir cümlede yer alıyor. Yine Gazali’den devamla, “Malı çok olanın insanlara ihtiyacı azalacağına çoğalır. İnsanlara ihtiyacının çok olması, amacını elde etmek için Allah’ın buyruklarına aykırı yerlerde bile onlara yaltaklanmaya, amacına ulaşamayınca bu sefer onlara düşmanlık beslemeye, arkadan çekiştirmeye, ara bozmaya ve benzeri kötülüklere başvurmaya başlar. Her iki halde de yalan söylemeye başlar. Süreç bununla da bitmez, sonunda kuvvete de başvurur.” Mal biriktirmenin nerelere ulaşacağına dair bir tespittir ki bugünkü yansıması da Neo Liberal politikalar ve iktisadi sistemdir.
Bir diğer husus işte Hz. Ebubekir’in, Hz. Osman’ın ve İmam-ı Azam’ın ticaretle uğraşması meselesidir. İyi güzelde onlar ticaretle uğraşıyorlardı ama Zekatlarını infaklarını sonuna kadar yapıyorlardı, parayı devamlı biriktirmiyorlardı ki Hz. Ebu Bekir Mekke’de iken son derece önemli tüccarlardan biri iken, hayatının son döneminde bir kadının keçisini sağmak suretiyle geçimini temin eder duruma gelmişti ve Beytulmal’a el uzatmıyordu. Ebu Hanife bir yandan ticaret yapıyor, kazandıklarıyla hiem öğrenci okutuyor, hem de infak ediyordu. Bu yüzden halifenin dediklerine uygun fetvalar vermiyor, zindanda ömrünü tamamlamak zorunda kalıyordu. Hz. Ebubekir’in zekat vermek istemeyenlerin üstüne yaptığı sefer çok önemlidir, Hz. Ömer dahil bırakalım üzerlerine gitmeyelim dediklerinde “Vallahi ben Peygamberimin uygulamasının dışına çıkmam” demişti. Bütün bu örnekler gösteriyorki Müslüman bir kişi bu iş adamı bile olsa kazandıklarından zekat ve infak etmek zorundadır. Bu ise sermayeyi bölen ve biriktirmeyen bir şeydir. Yok eğer diyorsanız ki dünya sistemi böyle kardeşim biz ona uymak zorundayız, buyurun uyun ama bu işleri yaptıktan sonra bana İslamdan referans vermeyin.
Son olarak gelelim servet ve mülkiyet düşmanlığına, bütün İslam tarihi boyunca bu şekilde kenz etmeye karşı çıkan ve mülkiyetin Allah’a ait olduğunu söyleyen hareketler ve sözler sonuçta hep bu klişe ile suçlanmışlardır. Üstelik birde üstüne şöyle ahlaksız bir yafta da yapıştırılmıştır. Bunlar malları ve kadınları ortaklaştırıyorlardı. Maalesef bu bir karabasan gibi devamlı gelmiştir. Zenc isyanından günümüzdeki Sosyalist hareketlere kadar herkes maalesef bu yafta ile yaftalanmıştır. Ben en azından belki kendimi anlatabilmek için daha önce yayınladığım şu yazıya da bakmanızı tavsiye edebilirim. Yazı başlığı ‘Biz Zengin Düşmanımıyız’ idi, doğrusunu ancak Allah bilir
http://www.emekveadalet.org/genel/biz-zengin-dusmani-miyiz/
Eline sağlık Suat abi. Ali Şeriati’nin de bireysel zühde ve toplum refahına bakışı az çok Gazali’nin yazdigi gibi;
“Fakirlik dünyanın insandan elini cekmesidir, Zühd ise insanin dünyadan vazgeçmesidir.”
Şeriati de yönetme, önderlik etme mevkiindekilerin zahit ve nefislerini terbiye eder bir durumu arzulamalarinin topluma orneklik ve dava adamlığı için gerekli; ancak ayni şeyi toplumun genelinden beklemenin, onlara sabretmelerini vaaz etmenin zulüm olduğunu ve İslam toplumlarının ‘yatay refah’a talip olması gerektiğini vurguluyor.
Suat Bey. Eleştirim size değil genele idi. lakin gördüm ki üzerinize almakla kalmayıp bir daha “bir lokma bir hırka” anlayışını savunmuşsunuz. İnfak ve zekat kavramlarını mal ve servetin tamamını vermek şeklinde ele almışsınız. Bu anlayışa katılmam mümkün değil. Her ne ise galiba bir başka büyük yanlışı fark ettim. O husus da şudur:
“Ama sorunları bununla da kalmaz, aynı zamanda biriktirdiği sermayeyi mirasçılarına aktarmak konusunda da endişelenmesi gerekir. Sermayenin mirasçılara bırakılması meselesi, öncelikle bir vergilendirme meselesi değil, mirasçıların girişimci olarak sahip oldukları ehliyet meselesidir.” diyorsunuz, bu şekilde alıntı var.
Aziz kardeşim miras hukuku İslam’ın en önemli emirlerinden olup Kur’an-ıMucizül Beyan’da genişçe izah edilmiştir. Maalesef Osmanlı Dedemiz Roma hukukundan etkilenerek miras ile ilgili Kurani hükümleri fazlası ile zedeleyip örselemiştir. Toprağın devlete ait olması İslami bir hüküm olmayıp bilakis toprak üzerinde özel mülkiyet olması İslamidir. Maalesef bir vezir öldüğünde miras hakkından mahrum bırakılıp malı ve serveti devlete bırakılmıştır. Ancak Tanzimat fermanı ile birlikte miras hukuku ile ilgili düzenlemeler yapılmış İslami kurallara daha uygun hale getirilmiştir.
Her ne ise… Anladım ve belli ki benim ekonomiye ve iktisada bakış açım bir hayli farklı. Bu yazdığım hususların bazı okuyucular tarafından kesinlikle kabul edilmeyeceğine ve haksız bulunacağına eminim. Bununla birlikte farklı düşünenlerin dahi bulunduğunu ifade etmek için bunları yazıyorum. her şeyin en doğrusunu Allah bilir. Rabbim Müslümanları bu dünyada dahi aziz ve şerefli kılsın…
Vehbi bey, ben yazımda neyi anlatmak istediğimi söylediğimi zannediyorum ama yine sözü aynı yere çekmişsiniz, yapacak bir şey yok bunu tartışmam, anladım ki sizin kafanızla benim ki farklı yerden bakıyor konuya, bu da normal bir şey, aynı yerden baksaydık problemli olurdu, o yüzden bu konuyu uzatamayacağım.Yalnız İslamda toprak rejimi meselesinde Mustafa Demirci’nin “İslamın ilk üç asrında toprak sistemi” kitabını okumanızı tavsiye ediyorum. Orada meselenin nasıl ilerlediğini çok net görürsünüz. Bir naçizane tavsiyemde, Marx ve Engels arasındaki mektuplaşmaları özellikle Asya tipi üretim tarzı konusundaki mektuplaşmalarını okumanız, orada ki toprak sisteminin neden sermaye birikimine yol açmadığını zannediyorum anlatır. Bence de iktisada bakışımız farklı ve ben modern zamanların asıl meselesinin üretmek, tüketmek değil paylaşmak kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Bu kadar ihtiyaç üzeri üretim ve tüketim Rabbi’min arzını tüketiyor, karıncanın hakkının da gözetildiği bir memleketten, her şeyin tüketildiği bir memlekete çok hızlı bir yolculuk yapıyoruz. Kızılderili şefinin dediği gibi “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”