İslam İktisadı ve Modern Kapitalizm – Ahmet Tabakoğlu
İçindekiler:
V. İslam İktisadının Esasları ve Özellikleri
1. İyi Niyet, Samimiyet ve Sorumluluk
B. Toplumun Dengesi: Sosyal Adalet
3. Şahsiyetçilik ve Cemaatçilik: İnfâk, Zekât ve Miras
6. Adil Gelir Dağılımı ve İktisadî İstikrar
* * *
Kur’an ve Sünnetten kaynaklanıp binbeşyüz yıllık bir geleneğe dayanan İslâm iktisadının temeli sosyal adalettir. Bunun ihmali edilmesiyle İslâm, öncelikle bir hak ve adalet, bir insanlık meselesi olmaktan çok bir iddia ve mücadele konusu gibi tanıtılmıştır.
İslâm, iktisadî kutuplaşma ve rekabetin rekabeti öldürmesi gibi iki önemli iktisadî eğilimi giderme yolunda köklü tedbirler getirmiştir. Servetin belli bir zenginler zümresi elinde dolaşan bir güç olmaması ilkesinin rehberliğinde gelirin hem oluşum hem de bölüşüm safhalarında sisteme müdahale etmiştir.
İsraf yasağı, ihtikâr yasağı, ribâ yasağı, zekât infâkın teşviki gibi politikalarla sosyal adaletin ve adil gelir dağılımın adeta bir finansman faktörü olarak kullanıldığı bir sistem oluşturmuştur. Kapitalistleşme vetiresinin “teşvik tedbirleri” yani “fakirden alıp zengine verme” uygulamaları hem nazarî hem de tarihî olarak “İslâm iktisadı”nda söz konusu olmamıştır. Yine tekelci eğilimler mümkün olduğu kadar engellenerek ve anti-enflasyonist para sistemi benimsenerek fiyat mekanizmasının toplum refahını sağlama yönünde çalışması amaçlanmıştır. Dinler zenginliği değil adaleti ve kul haklarını ikameyi hedef göstermişlerdir. Bu yüzden bütün dinlerin “toplumcu” olduğunu söylemek yanlış değildir. Yine günümüz için düşünecek olursak İslâmiyetin de bu temel özelliğini gözardı edip bencillik, ihtişam, israf ve şatafatlarına bu dini ortak etmek isteyenlerin doğruyu söylemediklerini vurgulamak gerekir. Kur’an ve Sünnetten kaynaklanıp binbeşyüz yıllık bir geleneğe dayanan İslâm iktisadının temeli sosyal adalettir.
Her sistem gibi İslâm da denge fikrine dayanır. Bu dengenin üç yönü vardır. Evrenin dengesi, insanın dengesi ve toplumun dengesi. Daha sonra açıklayacağımız gibi bu dengenin, statik değil dinamik denge olduğunu vurgulamak gerekir.
İslâm iktisadının ilkeleri ‘kul hakkı’nı kavramını esas alır. Bu ilkeler israfın bertaraf edilmesi, adil gelir bölüşümü (servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması), iktisadî ve siyasî bağımsızlığın sağlanması, içtimaî adalet, güvenlik ve refah şeklinde özetlenebilir.
İslâm, iktisadî kutuplaşma ve rekabetin rekabeti öldürmesi gibi iki önemli iktisadî eğilimi giderme yolunda köklü tedbirler getirmiştir.
Sanayi Devrimi iktisat tarihinde belirleyici bir kırılma dönemidir. Klasik dönem Batı zihniyetini belirleyen temel etken hıristiyanlıktır. Hıristiyanlık feodal sistemin esasıdır. Bu maddî olarak da böyledir. Feodal çerçevenin çözülmesi zihniyet değişikliği ile birarada yürümüştür. XI. yüzyılın sonlarında başlayan Haçlı Seferleri bu çerçevenin çözülmesinde ilk büyük adımdır.
Burjuvazinin ortaya çıkışı ile Rönesans ve reform hareketleri zihniyet değişikliğinde önemli bir safha sayılabilir. Rönesansta müslümanlar aracılığı ile tanınan Yunan kültürüne dönüşün önemli olduğu bilinir. Reform hareketleri ise hıristiyanlığa rasyonalite kazandırma hareketleridir. Bir başka açıdan hıristiyanlığın kapitalizme engel teşkil eden özelliklerinin değiştirilmesidir.
Aslında kapitalizm tarihi bir noktada hıristiyanlıktan sapma tarihidir. Kapitalist dönemde hıristiyanlığın yerini alan ideolojiler kültür dokusunda önemli bir yere sahip olmuşlardır.
XV. yüzyıl, Avrupa’nın kapitalizme doğru olan gelişmesinin hızlandığı dönemdir. XVIII. yüzyılın sonlarına kadar geçen bu dönem merkantilizm veya ticarî kapitalizm dönemidir.
XVII-XVIII. yüzyıl Avrupa’sının Aydınlanma çağı modern kapitalizmin zihnî temellerinin atıldığı dönemdir. Hıristiyanlığa karşı aklın üstünlüğü vurgulanmıştır. Tabiî bilimler ve tabiî düzen sosyal bilimlere ve topluma model olarak alınmıştır. Allah inancının yerini insan merkezli bir anlayış (hümanizm), daha doğrusu insanperestlik almıştır.
Feodalitenin yıkılmakta olan değerler sistemi yerine teklif edilen yeni değerler sisteminin esası şudur: Toplumun da tabiat örneğinde yeniden teşkilatlanması. Yani büyük balık küçük balığı yutar olgusunun içtimaî bir kanun haline getirilmesi. Bunun iktisada yansıması da Keynes’e kadar kapitalizme hakim olan serbest rekabet yani bırakınız yapsınlar zihniyetidir. Kapitalizmin oluşturup idealize ettiği homo economicus’un temel sâiki ferdî menfaattir ve bunun somut şekli burjuvadır. Bizde ise toplum yararını kendi çıkarından üstün tutan, kanâatkâr fakat müteşebbis insan tipi idealize edilmiştir. Ahiler bunun somut örnekleridir.1 Yani batı’da iç ve dış sömürü (yani işçi sömürüsü ve emperyalizm) olmasaydı belki sermaye birikimi ve bunun sonucu olan Sanayi Devrimi de görülmeyecekti.
Sermaye birikimi herşeyden önce Batı’nın gerçekleştirdiği tarihî bir olaydır. Yani batı’da iç ve dış sömürü (yani işçi sömürüsü ve emperyalizm) olmasaydı belki sermaye birikimi ve bunun sonucu olan Sanayi Devrimi de görülmeyecekti.
Modern kapitalizmi oluşturan burjuvadır. Bu yüzden Marx burjuvayı tarihin kaydettiği en devrimci sınıf kabul eder. Burjuvazi ile beraber Kapitalizm de başarıya ulaşmıştır ve XIX. yüzyılın başlarından itibaren Batı sistemi hakim sistem olma yoluna girmiştir. Toplumun tabiat örneğinde yeniden kurulması, bilginin tabiat bilgisini model alması yani pozitifleşmesi, gelişmeci ve Batı merkezli anlayışın hakimiyeti diğer sistemleri, özellikle İslâm-Osmanlı sistemini etkisi altına almaya başlamıştır.
Ticarî kapitalizm ile sağlanan birikim XIX. yüzyıl başlarında sanayiye yönlendiriliyor. Bu olay sanayi devrimidir. Sanayi devrimi bir protestan ülkede, İngiltere’de başladı. Ancak bütün Avrupa’daki ulaştırma ve haberleşme olayının bu devrimdeki rolünü hatırlamalıyız. Sombart kapitalizmin Batı’ya sağladığı imkanları, “Zengin olduk, çünkü ırklar ve milletler bizim için tamamen öldüler, bizim için kıtalar ıssızlaştı” ifadesiyle sömürgeciliğe bağlamıştı.
Modern kapitalizmin hakim sistem olmasının belirlediği dönem ise XVIII. yüzyılın sonlarında başlayan yenileşme dönemidir. Kapitalizmin öncelikle askerî alandaki başarılarını takip etme isteğiyle başlayan bu yenileşme dönemini gelişme zihniyeti belirlemektedir.2
Batı Kapitalizmi Sanayi Devrimi safhasına gelirken Osmanlı ekonomisi de Kapitalizm karşısındaki enerjisini kaybetmiş ve adım adını onun etkisine girmiştir. Önceleri doğrudan sömürgeleştirme faaliyetleri ile Osmanlı toprakları ve Ortadoğu İslâm dünyası parçalanmış, Batılılaşma hareketleriyle de kapitalizmin istekleri doğrultusunda hareket edecek yöneticiler bazı İslâm ülkelerinde işbaşına getirilmişlerdir. Böylece birbirlerine iyi gözle bakmayan birçok suni devlet oluşturulmuş, üstelik bu ülkelerde yaşayanlar birbirlerine düşman hale getirilmişlerdir.
Din faktörü kültür yapılarının en önemli unsurunu oluşturmaktadır. Bir başka deyişle kültür farklılıklarının belirleyicisi dindir. Dinler sadece inanç sistemleri değil, bu sistemlerin belirlediği sosyal, siyasî, iktisadî ve hukukî sistemlerdir. Batı tarihi içerisinde feodalitenin kapitalizme dönüşüm süreci içerisinde ortaya çıkan yeni sınıf yani burjuvazi bütün feodal değerlere ve yapılara savaş açarken kiliseyi de saf dışı bırakmıştır. Laisizm bir anlamda kilisenin, feodal bir kurum olarak, siyasî, hukukî ve iktisadî etkinliğinin en aza indirilmesidir. Ancak devletten kısmen uzaklaştırılan kilise ve din kültürel ve sosyal hayatta varlığını sürdürmektedir.
Batılı iktisat kitaplarında bugünkü iktisat ilminin temellerinden bir tanesinin İbranî-Hıristiyan geleneği olduğu belirtilir. Yani bugünkü Batılı iktisat ilmine İbranî-Hıristiyan kültürü sinmiştir. Özellikle muharref Hıristiyanlık kapitalizmin oluşum döneminde ahlâkçı, idealist ve spritualist özelliklerini yitirerek emperyalizmin ajanı rolünü üstlenebilmiştir. Modern Kapitalizmin Hz. Adem’den beri varolan gelenekten en büyük sapma olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır.
Kapitalist içtimai nizamın kuruluşu Hıristiyanlığı da etkileyecektir. Böylece ferdiyetçilik daha da güç kazanacak, eski hıristiyanlıkta mevcut olmayan rasyonalizasyon oluşacak ve Kapitalizm-protestanlık ilişkisi daha belirgin hale gelecektir. Maamafih Weber’in bu görüşü protestanların (ve kalvinistlerin) bulundukları yerlerde genellikle azınlık statüsünde oldukları ve dolayısıyla yönetim ve askerlikten uzak olup ticâretle uğraşmalarından kaynaklanmaktadır.3
Feodal dönemde Hıristiyanlık rasyonaliteye sahip değildi. Reform hareketleri ona bu vasfı kazandırmaya çalıştı. Sonuçta Hıristiyanlığın kapitalizme engel teşkil eden özellikleri ayıklandı ve din geleneğinden uzaklaştı. Max Weber’in (1864-1920) vurguladığı gibi Protestanlık-Kapitalizm arasında güçlü bir iletişim vardı. Sombart (1863-1941) buna Yahudilik-Kapitalizm ilişkisini ekledi.4
İslâm dünyası kendi ilkeleri çerçevesinde hakim sistem olmuş, sonra enerjisini kaybederek duraklamış ve bu özelliğini kaybetmiştir. Batı ise İslâm ile etkileşim içerisinde, fakat kendi ilkeleri doğrultusunda geleneksel düşünceden ayrılarak kapitalizmi oluşturmuştur.
Guenon’cu yaklaşımla konuşursak; Modern Kapitalizmin Hz. Adem’den beri varolan gelenekten en büyük sapma olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır. Hıristiyanlığın kapitalizme engel teşkil eden ilkelerinin etkisizleştirme sürecinde laisizm, yahudilik ve kalvinizmin payını belirtmek gerekir. Bu etkisizleştirme süreci, aynı zamanda, Batı’nın İslâm’la ortak olduğu değerleri kesinlikle terketmesi sürecidir.5 Sanayi Devrimi “serbest rekabetin refah getirmeden zenginlikler üretebileceğini” ispatlamıştır.
Sombart kapitalizmin Batı’ya sağladığı imkanları, “Zengin olduk, çünkü ırklar ve milletler bizim için tamamen öldüler, bizim için kıtalar ıssızlaştı” ifadesiyle sömürgeciliğe bağlamıştı.6 İslâm ise bu zihniyete yabancıydı. Onun sömürüye, sömürgeciliğe imkan tanımayan; adaletsizliğe, ferdiyetçiliğe, riba, kumar ve spekülatif işlemlere karşı olan sistemi kapitalizme geçiş imkanı vermemiştir. Bununla birlikte, iç dinamizmini kaybederek kurumlarını yenileyememiş ve durağanlaşmıştır.
İslâm “gelenek” çizgisine sahip çıkmakla birlikte kendi bünyesine yabancı olan unsurları değiştirme ve dönüştürme kudretine sahip olduğunu göstermiştir. “İslâm iktisadı” İslâm’ın bütünlüğü içinde yerini alır ve yabancı unsurlara İslâm’ın özelliklerini hakim kılmayı amaçlar. “İslâm iktisadı”nı İslâm’ın bütünlüğünde ele almak gerekir. Bugünün insanına hakim olan Kartezyen düşünce yani mana-madde ruh-beden ayırımı gibi, “ikici düşünce” İslâm’ın vahdet görüşü içinde yer bulamaz.
Aydınlanma çağı Batı’da dine yani Hıristiyanlığa karşı aklı ve pozitif bilimi ön plana çıkarmıştı. Akıl ve pozitif bilim yeni bir din üretmişti. Bu yeni din ideolojidir. Oluşmasında Batı’nın antagonizmalara dayalı denge anlayışından kaynaklanan bilgi ve toplum geleneğinin önemi büyüktür. Burjuva da bir yönüyle bu antagonizmanın bir ürünüdür.
Aydınlanma çağından beri dinlerin uzaklaştırıldığı alanı ideolojiler doldurmaya başladı. Günümüzde, ideoloji halindeki inançlar kaba bir şekilde içtimaî ilimler üzerindeki hakimiyetlerini sürdürmektedirler. İdeolojiler Batı’ya has olduğu için Batı’nın geliştirdiği bilgi dallarında bunun izini ve tesirini görmek mümkündür. Batı’nın akılcı geleneği içinde ferdî psikoloji bakımından akla uydurma (rationalisation) nasıl büyük bir önem taşıyorsa, içtimaî sahada ideolojileri ortaya çıkaran da bu temel yöneliştir. Özellikle sınıf çıkarları için gerçekler akla uydurulur yani istenilen şekilde saptırılır. İdeolojilerin ortak temel noktaları Batı’yı ve Batı kültürünü esas almalarıdır.7 Sonuçta karşımıza çıkan en iyimser bir yaklaşımla kapitalizmin bir varyantı gibidir.
XVIII. yüzyıl Avrupa’sındaki sosyal tarih çalışmalarının esası evrensel bir tarihçilik anlayışıdır. Voltaire’in öncülük yaptığı çalışmalarda esas konu, evrensellikle birlikte doğrusal tarih anlayışı, yani, insanlığın ilkellikten, barbarlıktan medeniyete doğru gelişme gösterdiğidir. Yine insanların ruhimanevî özellikleri, düşünce tarzları, değer hükümleri, kültürleri sınıflaşmaya göre oluşur. Sınıflaşmadaki, servet ve gelir paylaşımındaki değişiklikler bu unsurlarda da değişikliğe yol açar.8
Doğrusal-ilerlemeci anlayış, Batı merkezli anlayışla tamamlanır. Buna göre Batı merkezdir, diğer ülkeler ise çevredir. Medenileşme Batılılaşma demektir.
Modern kapitalizmin yukarıda belirtilen esaslarının belli bir tarih ve coğrafya ile sınırlı olduğunu ilk sistemleştirenler önce Almanya’da ortaya çıkan iktisat tarihçileri olmuştur.
İktisat tarihçilerinin temel fikrinin, Ricardo geleneğinin mutlakçılığına ve evrensellik iddiasına karşılık bir iktisadî izafiyet (relativism) kurmak olduğu söylenebilir. Bu okula göre insan sadece kazanç eğilimi ile hareket etmez. Örf ve âdetler, hukuk, toplum ve devlet, sosyal zümre ve din insanı yönlendiren diğer faktörlerdir. Tarihçi okul evrensellik iddiasına karşı iktisadî relativiteyi (izafiyet, nisbîlik) koymuştur. Maamafih, Mill gibi bazı klasikler, sosyolojinin ve bu arada iktisadın pozitif (müsbet) tahminlerin değil, eğilimlerin ilmi olduğunu söylemekle bu relativiteyi kabul ederler. Marshall gibi bir neoklasik iktisatçı da iktisat kanunlarını iktisadî eğilimlerin ifadesi olarak kabul etmiştir.…kapitalist iktisat kültürün ve tabiatın kirletilmesine ve giderek yokedilmesine zihni bir gerekçe teşkil etmiştir.
Tarihçi okul, ikinci olarak, klasiklerin insanı yalnız menfaat saikiyle kazanç peşinde koşan bir varlık olarak ele almalarına karşı çıkar. Gurur, şöhret arzusu, iş görmek zevki, vazife hissi, merhamet, yakınlara düşkünlük, itibar görme isteği gibi eğilimleri de hesaba katmak gerektiğini ileri sürerler ki, Mill gibi ve daha sonra Marshall gibi iktisatçılar bu tenkitleri dikkate almak zorunda kalmışlardır.
Tarihçi okul, klasiklerin soyutlamacı ve tümdengelimci yöntemleri yerine gözlemci ve tümevarımcı yöntemi ön plana çıkarır. Bu da sonraki iktisatçılar tarafından dikkate alınmak zorunda kalınmıştır. Böylece metod hakkında daha geniş bir anlayışa ulaşılmıştır. O kadar ki, Marshall gibi neoklasik iktisadın önemli bir siması, iktisat teorisinin evrensel ve her zaman ve her mekanda geçerli olamayacağını savunurken tarihçi okulu destekliyordu.9
Alman tarihçi okulu, klasik kapitalist okulun tıkandığı noktada, iktisada yeni bir hayatiyet vermiştir. Evrensel iktisadî kanunlara ulaşabilmek için sadece Batıyla sınırlı kalmayan, çok daha geniş tarihî araştırmalara ihtiyaç olduğunu ilham etmiştir. Nihayet iktisat biliminin izafi olduğunu, her milletin kendi tarihinden ve sosyal gerçeklerinden kaynaklanan ayrı iktisadî politikaları olması gerektiğini vurgulamıştır.10Aydınlanma çağının tabiî hukuk öğretisi, tabiî düzen fikri, “Bırakınız yapsınlar”ın her türlü müdahaleden uzak, kurtla kuzunun aynı serbestliğe sahip olduğu bir ‘serbest rekabet’in temelidir.
Böylece iktisat tarihi bağımsız bir bilim olma sürecine girmiştir. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İngiliz ve Amerikalı bir çok iktisatçı Alman tarihçi okuluna mensup iktisatçıların bizzat Almanya’da öğrencisi olmuşlardır.
Alman tarihçi okulunun yoğun etkisiyle de Rogers, Toynbee, Cunningham, Ashley gibi iktisatçıların temsil ettiği “İngiliz tarihçi okulu” ortaya çıkmıştır.11
XVIII. yüzyıl sonlarında önce İngiltere’de ortaya çıkan Sanayi Devrimi, bu kavramı ortaya atan A. Toynbee (1852-1883), aynı ismi taşıyan şöhretli İngiliz tarihçisinin amcası) klasik iktisadı, sanayi çağının getirdiği sosyal meseleleri çözmede en büyük engel olarak görüyordu. Ona göre, iktisadî gelişme ve tabiî kanunlar, aslında hakim güçlerin bencilliklerinin sonuçlarından başka bir şey değildirler. Serbest rekabetin İngiltere’de gerçekleşen biçimi, güçsüzlerin ezilmesi sonucunu oluşturmuştur. 1760-1820 arasında İngiliz tarım ve sanayiinin geçirdiği köklü değişiklikleri ilk defa ‘Sanayi Devrimi’ kavramıyla ifade eden odur.
Ona göre Sanayi Devrimi “serbest rekabetin refah getirmeden zenginlikler üretebileceğini” ispatlamıştır. Artan zenginlik sefaletin de yaygınlaşmasına; büyüyen üretim, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesine ve üretici kitlesinin sosyal itibarının kaybolmasına yol açmıştır.12 Kısacası Sanayi Devrimi teknolojik gelişme ve kitlevî üretim yanında işsizlik, düşük ücret, kötü çalışma şartları ve yaygın sefaletle birlikte gerçekleştirilmiştir. Osmanlı toplumundaki yüksek ücret vakıasının Sanayi Devriminin bu toplumda oluşmama sebeplerinden biri olduğunu belirtelim.
Sanayi Devrimi’ni ve modern kapitalizmi hazırlayan süreçte sermaye birikiminin büyük yeri vardır. Sermaye birikimini sağlayan da Merkantilist dönemde yoğunlaşan deniz aşırı sömürgecilik ve köle sömürüsüdür. Bu türden bir ekonomik gelişme İslâm’a yabancıdır. Yirminci yüzyılın başlarına kadar İslâm ülkelerinin kapitalizmin tahakkümüne girmesinin de etkisiyle İslâm, müslümanlar, tasavvuf suçlanmıştır.İslâm iktisadı temelinde Kur’an ve Hadislerin bulunduğu ilkelere dayanmaktadır. Fakat bu ilkeler, İslâm’ın “Zamanın değişmesiyle hükümler de değişir” kuralı uyarınca özel şartlarda farklı biçimlerde yorumlanıp uygulanabilmişlerdir.
Yukardaki açıklamalar, bize kapitalizmin evrensel bir gerçek olmadığı konusunun daha iktisadın ayrı bir bilim olarak ortaya çıktığı dönemde ele alındığını göstermektedir. İktisat tarihi de öncelikle böyle bir anlayışın sonucudur. Daha sonraki dönemlerde ise, özellikle Batı ülkeleri dışında tarih araştırmalarının yetersiz kalması sebebiyle, genellikle kapitalizmin evrensel bir gerçek olduğu varsayılmıştır. Bunda, çağdaş kapitalist ve marksist anlayışlardan kaynaklanan ideolojik yaklaşımlar da etkili olmuştur. Günümüz düşünürlerinden sosyal ve iktisadî relativiteyi benimsemiş olanları bundan ayırmak gerekir. İktisat tarihi ayrı bir bilim olarak gelişirken işte bu relativiteden hareket ediyordu.
Kapitalist iktisat ile ideoloji arasında sıkı bir ilişki vardır. İdeoloji sınıflı bir toplumun ürünüdür ve belli bir sınıfın tercihlerini yansıtmaktadır. Kapitalist iktisat -kısmen marjinalistlerin meseleyi ideolojiden sıyırarak, fizyolojik vakıalara dayanan ‘evrenselleştirme’ ve bazı çağdaş iktisatçıların ‘nicelleştirme’ çabalarına rağmen- burjuvazinin çıkarları doğrultusunda gelişmiştir. Bunun tepki şeklinde ortaya çıkan türevi marksist iktisat da işçi sınıfının sözcüsü olmak iddiasındaydı. Günümüzde ise ideolojiler sınıfları aşmış ve millet hatta kültür ve medeniyet çapına ulaşmışlardır. Bunun en son görüntüsü olan tek kutupluluk ve küreselleşme, kapitalizmin bir kısmının üzerinden komünist örtünün kaldırılmasından başka bir şey değildir. Gerçek temel çelişki gelişmiş-geri kalmış veya daha doğru bir deyişle kapitalist-az kapitalist ülkeler arasındadır.
Her kültür çevresinin kendisine mahsus bir iktisadı vardır. İktisat evrensel gerçeklerden çok, izafî gerçeklere sahiptir. Bu yüzden İslâm çerçevesindeki bir iktisat da farklı olmalıdır.
Günümüz iktisadının her yer ve zamanda geçerli gibi görünen bazı kanun ve ilkeleri ihtiva etmesi, bizi bu konuda yanıltmamalıdır. Gerçekte iktisadî düşünce ve yaklaşımları belirleyen bu kanun ve ilkelerden çok taşıdığı kültür unsurlarıdır. Bu yüzden, günümüzde iktisat ilmine başlayanların ilk öğrenmeleri gereken şey, bu “bilim” in Batı kültüründen, Hıristiyan-İbrani geleneğinden, Roma hukukundan ve Yunan düşüncesinden kaynaklanmış olduğudur. Bu kaynaklar, bizim de ortak olduğumuz asli “gelenek”ten bir çok şeye sahip olabilirler. Fakat kapitalizmin oluşma tarihi içinde, büyük bir sapma ile “gelenek” ile olan bağlar zayıfladığı için bu kültürden benimseyebileceğimiz unsurlar çok azalmış olmalıdır. Dil ve tarih bize İslâm toplumunu oluşturan ve bu oluşumu zaman ve mekana göre farklılaştıran eğilimleri öğretiyor. Bunlar hesaba katılmadan ele alınan İslâm ilkeleri farkında olunmadan Batılı oluşumların sonucu olan eğilimler çerçevesinde ele alınıyor. Sonuçta karşımıza çıkan en iyimser bir yaklaşımla kapitalizmin bir varyantı gibidir. Yine bu yüzden müslüman “aydın”ı atıfları Batı kültürüne olan tipik bir çevre aydını olarak görmek çok yanlış değildir.“Kul hakkı”na önem ve öncelik veren bir sistem kurmayı amaçlayan bu ilkeler israfın bertaraf edilmesi, iktisadî ve siyasî bağımsızlığın sağlanması, mülkiyetin yaygınlaştırılması, içtimaî adalet, güvenlik ve refah olarak özetlenebilir.
Ekonomi, önceleri ahlâk ilminin bir kolu iken, sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmin teorik esasları halini almıştır. Bu tabir (ve iktisat) başlangıçta taşıdıkları tutumlu, idareli, itidalli olma ve tasarruf manalarını kaybetmiş, kitlevî üretim ve tüketime dayalı bir sistemin açıklayıcısı ve (özellikle Keynes’ten sonra) adeta bir harcama ilmi olmuştur. Bu haliyle o, kültürün ve tabiatın kirletilmesine ve giderek yokedilmesine zihni bir gerekçe teşkil etmiştir.
Onsekizinci yüzyılın sonlarına doğru doğan kapitalist iktisat, içinde oluştuğu Batı toplumunun zihniyetini, geleneklerini ve kültürünü aksettirmektedir. Comte ve Spencer sosyolojide, Darwin ve Lamarck biyolojide ne yapmışlarsa, Ricardo ile Marks da iktisatta benzer şeyleri yapmışlardır. Hepsinde de doğrusal gelişme fikrî asli unsurdur. Aydınlanma çağının tabiî hukuk öğretisi, tabiî düzen fikri, “Bırakınız yapsınlar”ın her türlü müdahaleden uzak, kurtla kuzunun aynı serbestliğe sahip olduğu bir ‘serbest rekabet’in temelidir.İslâm iktisadı ile ilgili bilgilerin yerleştirileceği çerçeveyi belirleyen en önemli unsurun adalet olduğunu görüyoruz. Adalet kelime anlamıyla denge demektir.
Gerek kapitalist gerek marksist olsun, bir bütün olarak Batı iktisadının temel özelliği, evrensel bir gerçeklik olma iddiasını taşımasıdır. Belki her insan topluluğunun ortak meseleleri vardır. Fakat bunlar özel şartlar bertaraf edilerek işlendiğinden, kapitalist iktisat geri kalmış ülkelerin kültürel ve iktisadî sahalarda Batı boyunduruğunda kalmalarına yardımcı olmaktadır. Bu süreç sonunda, Kapitalizm sosyal (ve devletçi) bir Kapitalizm halini alırken komünist sistem de yeniden yapılanmıştır.
Yani bugünkü iktisat, modern kapitalizmin ürünüdür. Bu yüzden de bir ilim olmaktan önce bir ideolojiler yumağıdır. İktisat kitapları da, ana çizgi olarak, ya kapitalist ya da yine Batı’nın bir ‘batıl mezhebi’ olan Marksizmin ideolojik yaklaşımlarını aksettirmekte, Batı ülkelerinin ihtiyaçlarını ele almaktadır. Söz gelimi, gelir bölüşümü ile ilgili açıklamaları, emek ve sermaye teorilerinde odaklaşan ideolojilerine göre farklılık gösterir. Modern kapitalizm veya modernite burjuvazinin eseridir. Yahudiliğin etkisi altında oluşan protestan veya laik burjuva ahlâkı püriten ahlâktır.13 Bu ahlâkın temeli “bu dünyada başarılı olan öbür dünyada da başarılı olur” fikridir. Burjuvazi homo-economicus ile modelleştirilir. Toplum modelini ise tam rekabet oluşturur.
Günümüzün müslüman iktisatçılarının veri olarak kabul edip benimsedikleri bazı iktisadî yaklaşımlar çok kere Batı sisteminden kaynaklanmıştır. Bunlar arasında evrensel olanlar şüphesiz ki vardır. Fakat gerçekten evrensel olabilecek iktisadî tahlillere ve ilkelere ulaşabilmek için çeşitli kültür çevrelerine, bu arada İslâm bilginlerinin eserlerine başvurmak gerekecektir. Bu eserler bize “İslâm iktisadı”, İslâm iktisadî düşünce tarihi ve iktisat teorisi için çok verimli kaynaklar teşkil etmektedir.İnsanın iki önemli zaafı var; mal zaafı biri de iktidar zaafı. Zaaf insanı dönüştürebilir. Tasavvuf hareketlerinin ortaya çıkması boşuna değildir. Hümeze suresinde görüldüğü gibi mal insanı ebedileştirecekmiş sanıyor insan. İnsanın zaafı budur, Müslüman da olsa değişmez. Oysa zenginlik bir imtihan vesilesidir. Zenginlik arttıkça insanın yükü de artar ve çoğu zaman bu yükün altında kalınabilir.
V. İSLÂM İKTİSADININ ESASLARI VE ÖZELLİKLERİ
İslâm iktisadı temelinde Kur’an ve Hadislerin bulunduğu ilkelere dayanmaktadır. Fakat bu ilkeler, İslâm’ın “Zamanın değişmesiyle hükümler de değişir” kuralı uyarınca özel şartlarda farklı biçimlerde yorumlanıp uygulanabilmişlerdir.
Aile, miras, kamu menfaatiyle sınırlı ferdî mülkiyet, zekât, israf ve ribâ yasakları ve devletin iktisadî işlevi gibi hususların ana hatları bu ilkelerle tesbit edilmiştir.
Bunun dışında kalan hususlar zaman ve mekana göre değişirler. Bir zamanlar uygulanan hususlar tecrübe birikimini oluştururlar ve günümüzün meselelerine çözüm aramada bize, bağlayıcı olmadan, yardımcı olurlar. “Kul hakkı”na önem ve öncelik veren bir sistem kurmayı amaçlayan bu ilkeler israfın bertaraf edilmesi, iktisadî ve siyasî bağımsızlığın sağlanması, mülkiyetin yaygınlaştırılması, içtimaî adalet, güvenlik ve refah olarak özetlenebilir. Kul hakkı kavramını önemseyen ve adalete dayanan sistemin dayanağı ahlâktır.
Başlangıçta İslâm iktisadı başlıca üç yaklaşımla ele alınmaktaydı. Bunlardan birincisi, kapitalist iktisadın geliştirdiği tahlil aletlerini ve modelleri kullanmaktadır. Bu çalışmalar İslâmic economics başlığı altında toplanabilir. İkincisi fıkıh sistematiğine dayanan ve genellikle fıkıh kökenli ilim adamları tarafından yürütülen “fıkhu’l-iktisad” çalışmalarıdır. İslâm iktisat tarihi çalışmaları üçüncü bir dal oluşturmaktadır. Nihayet İslâm iktisadî düşünce tarihi konusuna girebilecek, özellikle toprak, ticaret ve fiyat siyaseti gibi konulardaki yüzlerce eser dördüncü bölümdür. Günümüzde de bu ayrım büyük ölçüde geçerli olmakla birlikte ilk kaynaklara inebilen fıkıh ve tarihe aşina iktisatçıların arttığını söyleyebiliriz.
Olaya değişik bir açıdan baktığımızda Batı iktisat geleneği VIII. ve XIII. yüzyıllar arasında 500 yıl J.A.Schumpeter’in “The Great Gap (Büyük Boşluk)” dediği entellektüel bir atâlet yaşamıştı.14 İslâm dünyası ise bu dönemde ve sonrasında tasvirinde bile güçlük çekilen büyük bir entellektüel birikim oluşturmuştur. Bir kısmını yukarıda belirttiğimiz bu kültür birikiminin ilk örnekleri olan küçük risaleler de, çok ilginçtir, “İslâm iktisadı”nın ilk doğrudan kaynaklarını oluşturmaktadır.15 Müslümanlara düşen görev bir “örnek”, bir uygarlık örneği ortaya koymaktır. Bu yeni bir insan tipi, yeni bir toplum türü oluşturarak gerçekleşebilir.
İslâm iktisadı ile ilgili bilgilerin yerleştirileceği çerçeveyi belirleyen en önemli unsurun adalet olduğunu görüyoruz. Adalet kelime anlamıyla denge demektir. İlk olarak kainat ile ilgili adaletin sağlanmasında veya kainat görüşündeki dengenin oluşturulmasında maddenin mananın emrine verilmesi önemli bir esastır. Çünkü ruh ebedi, madde geçicidir. Bu çerçevede insanın gayesi dünyadaki imtihan süresini en verimli bir şekilde ibadet (Allah’a kulluk ve Allah’ı bilmek) şuuru içerisinde değerlendirmek ve kalb-i selîm (temiz kalb) elde etmektir.
Kadim düşüncede görüldüğü gibi evren büyük bir insan, insan da küçük bir evrendir. Evrenin dengesini maddenin geçiciliğini mananın ise ebediliğini sağlar. Bunun için madde mananın emrine verilmelidir. Daha somut olarak dünya hayatı ve maddî ilişkiler ahirete hazırlık dönemini oluşturur ve “Dünya ahiretin tarlasıdır”.16 İnsan, bu dünyada yaptıklarından öbür dünyada sorguya çekilecektir.
İslâm’a göre insanın varlık sebebi ibadet yani Allah’a kulluktur.17 İbâdet kavramı bütün hayatı etkileyen namaz, zekât, oruç hac gibi fiillerle birlikte salih amel diye ifade edilen her türlü iyi davranış, düşünce, çalışma ve faaliyetleri içine almaktadır. Bu yüzden İslâm, kapitalizmin her davranışını menfaatlerin belirlediği bir insan modeli olan “homo-economicus” görüşüne yabancıdır.Adalet herkese insanca yaşamasını sağlayan hakkının tanınmasıdır. Bunun ötesi emeğiyle orantılıdır. Yani kişinin emeği oranında istediklerini elde edebilmesi de adaletin gereğidir.
Yine ibadet bütün hayatı kucaklayan, kaynağını insan ruhunda bulan sürekli bir iyiye yönelme duygusu ve tatbikatıdır. Kur’an-ı Kerim bunu salih amel (yararlı ve yerinde iş) diye tarif eder. Salih emel işleyenlere (inanmak şartıyla) ebedi mutluluğu vadeder.18
Müslümanın davranışları yalan söylememek; başkasının hakkını kendi üzerine geçirmemek; tekelcilik, ihtikâr, karaborsacılık yapmamak; sözleşmelere uymak ve namuslu olmak gibi ahlâkî, hukukî ve iktisadî kayıtlara tabidir. Müslüman toplum çıkarlarını kendi çıkarının üzerinde tutmalıdır. Yani diğergamlık ve hizmet şuuru esastır.
Müslüman için geniş bir nesil veya büyük maddî imkanlar kendiliklerinden hiç bir değere sahip değildir. Onların değerini belirleyen Allah rızasına yönelik olmalarıdır. Allah Müslüman’dan sadece temiz bir kalp (kalb-i selîm) isteyecektir.19 İşte iktisadî faaliyetler, sadece, bu temiz kalbi elde etme ve ahlâki arınma sürecini kolaylaştırıcı tedbirler olarak yorumlanabilir.Sosyal adaletin iki yönü vardır: Birincisi kazanç hırsıyla ruhları çürüyen insanları kurtarmak. İkincisi yoksul halka haklarını vermek.
Kur’an-ı Kerim bunlar ve bunlara benzer âyetlerle maddeye bağlanmanın manâsızlığına ve boşluğuna işaret ettiği gibi, ondan kaçmanın da haddi aşmak olduğuna dikkati çeker.20 Burada önemli olan müslümanın maddeye esir olmaması fakat onu hizmet şuuruyla çalıştırarak, insanlara faydalı olması ve Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmasıdır.21
İnsan ihtiraslarına boyun eğip maddî eğilimlerine teslim olmamalı ve gayesini unutmamalıdır. İktisadî faaliyetler insanları “Allah’ı anmaktan, namazlarını kılmaktan, zekâtlarını vermekten alıkoymamalıdır”.22 Zira bütün kainat ve dünya nimetleri sadece insanın imtihan edilmesi için yaratılmıştır.23 Bu çerçeve içerisinde her türlü dünya nimeti insanlar için yaratılmıştır ve meşru yollardan elde edilmek şartıyla onlara helaldir.24
Yalnız insanın bunları helâl yollardan elde etmesi kendisini maddenin cazibesine kaptırarak gayesini unutmaması ve dolayısıyla cemiyetin çözülmesine sebep olabilecek ihtiras, güvensizlik ve bencilliğin doğurduğu çatışmalara yol açarak haddi aşmaması, elde ettiği nimetlerin gerçek sahibini hatırdan çıkarmaması ve onun kullarına her vesileyle uzanmak suretiyle şükrü eda etmesi gerekir.25 İslâm insanlar arasındaki maddî farkları imtihan dünyası için gerekli bir gerçeklik olarak kabul ederken26 maddeyi de imtihan aleti olarak değerlendirir. Dolayısıyla dünyanın kendiliğinden hiç bir değeri yoktur. O kimileri için ancak bir aldanma metaından ibarettir.İktisadın temelinde kültür, kültürün de temelinde ahlâk vardır. O halde iktisat ahlâktan kaynaklanırsa belli bir kültürün izini taşıyabilir.
İnsan dünya hayatında başıboş bırakılmayacaktır.27 Çevresi içerisinde kaybolmadan daima uyanık şuurla ayakta durmasını, gayesini gözden kaçırmamasını öğütler. Dünya nimetleri bir yönüyle fert mesuliyetini gerçekleştiren nesnelerdir. Kişi kıyamet gününde bu nimetlerden dolayı sorguya çekilecektir.28
İnsan aşırılıklardan kaçınmalı, yani itidalli olmalıdır. Bunun için israf (savurganlık) yasağı temel ilkelerden biridir. Harcamalarda ve tüketimde bunun için itidal savunulmuş, tıpkı israf gibi yetersiz harcama ve tüketim de (taktîr, cimrilik) yasaklanmıştır. Alkollü içki, kumar ve talih oyunlarının yasaklanması, lüks ve israf yasakları bireyler arasında bir tüketim dengesi sağlayarak, tüketim eğiliminin toplumun her kesiminde biraz farklı fakat yaygın bir şekilde canlı kalmasını sağlar.
İnsanın iki önemli zaafı var; mal zaafı biri de iktidar zaafı. Zaaf insanı dönüştürebilir. Tasavvuf hareketlerinin ortaya çıkması boşuna değildir. Hümeze suresinde görüldüğü gibi mal insanı ebedileştirecekmiş sanıyor insan. İnsanın zaafı budur Müslüman da olsa değişmez. Oysa zenginlik bir imtihan vesilesidir. Zenginlik arttıkça insanın yükü de artar ve çoğu zaman bu yükün altında kalınabilir.29 Oysa günümüzde küçük esnaf kazanç hırsının peşinde koşan acınacak bir duruma düşmüştür. Onlar gibi özellikle büyük sermaye sahiplerinin ruhlarının kurtarılmaları gerekiyor.
Bütün yaratıklara üstün olan30 ve en güzel şekilde yaratılan insan31 çok aşağı bir yere indirilmiştir.32 Bu yer maddî ihtiraslar ve menfaatlerdir. İnsan bu çemberi kıramazsa kendisine bir kötülük geldiğinde feryad eden, bir iyiliğe ve zenginliğe malik olduğunda ona ihtirasla sarılan,33 nankör,34 maddî sıkıntıya uğradığında ümitsizliğe düşen,35 hatta Allah’a isyana kalkışan,36 elde ettiği mal, mülk sayesinde kendisini herşeyden müstağni gören azgın37 ve cimri38 bir yaratık olur.
İnsanı tarif ve kâinattaki yerini tayin eden Kur’an yukarıda belirttiğimiz gibi ısrarla maddenin geçiciliğini telkin eder ve onunla olan kalbî ilgiyi kesmeyi tavsiye ederken dünya için çalışanların gayretlerinin karşılığını göreceklerini, dünyadan nasiplerini alacaklarını, maddî refahlarını sağlayacaklarını fakat onlar için ebedi hayatın kaybolduğunu ölüm sonrasında hiç bir nasibe malik olamayacaklarını söyler. Geçmiş milletlerden misâller vererek onların zamanlarına göre nisbeten daha çok maddî refaha sahip olanların yok olduklarını ve zenginliklerine güvenenlerin sonlarının hüsran olacağını ısrarla belirtir.39
1. İyi niyet, Samimiyet ve Sorumluluk
Hatta bizim medeniyetimizi Batı’dan ayıran en önemli özelliklerin ahilikten kaynaklandığı söylenebilir. Batı medeniyeti ve kapitalizmi yapan en önemli faktör burjuva zihniyeti iken bizim içtimaî-iktisadî hayatımızı büyük ölçüde ahi zihniyeti yönlendirmiştir.
İslâm’da ferdî hayatı içtimaî hayata üç şey bağlar: İyi niyet, samimiyet ve sorumluluk. Davranışların değerini öncelikle iyi niyet belirler. Niyet kavramına tanınan öncelikle insanı içten kuşatılır ve insan davranışları, hukukî hükümler hariç, niyete göre değerlendirilir.40
İyi niyet ve samimiyet, dindarlığın ve topluma bağlılığın ölçüsüdür. Bir başka deyişle kişi Allah’a, O’nun koyduğu esaslara, devlete ve cemiyete karşı samimi olursa gerçek dindar olur.41
Sorumluluk hayatın her safhasına şâmildir ve herkesin kendi çapında sorumlulukları vardır: Hz.Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz. Devlet başkanı çobandır ve güttüklerinden (yönetilenlerden) sorumludur. Erkek (koca) ailesi içinde çobandır ve o da güttüklerinden (ailesinden) sorumludur. Ve hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz”.42
Sorumluluk ferdî ve sosyal olarak ikiye ayrılır. Esas olan ferdî sorumluluktur: “Ey insanlar, Rabbinizden korkun. Ne babanın çocuğuna ne de çocuğun babasına hiçbir şeyle fayda vermeyeceği günden korkun”.43 Kişinin hem kendisinden hem de bütün toplumdan sorumlu olması ise sosyal sorumluluk olarak kabul edilebilir.İslâm iktisadı emeğe, kapitalizm sermayeye dayanır. Kapitalizm refah üretmeden zenginlikler ve zenginler yaratırken insanların emeğini kullanıyor. Gerçekte bu zenginliklerde bunları üreten emek sahiplerinin hakları vardır.
Ferdî sorumluluk esas olduğuna göre sorumluluğu insanın çalışması ve emeği belirliyor.44 Şüphesiz buradaki emek kavramı en geniş anlamdadır. Fert öncelikle kendi kaabiliyetlerini geliştirmeli, kendini eğitmeli ve düzeltmelidir.45 Fertlerin kendi üzerlerindeki çabalarını derinleştirdikleri ve birbirleriyle bu çerçevede ruhî-mânevi inceliğe sahip münasebetler kurdukları bir toplum sağlıklı bir toplumdur.
İslâm ferdî hakları reddetmez fakat ferdî de cemiyetten de mesul tutar.46 Toplumda zulüm ortaya çıktığında zulüm yapmayan ve fakat buna mani de olmayan kişi zulmedenler kadar sorumludur.47
Bugün iş ahlâkından ayrılmış olan bir iktisadî hayat kapitalist medeniyetin temelidir. Sermaye sahipleri insanların emeğiyle kendilerine saltanatlar kuruyorlar. Emeğin aşağılanması büyük sermaye ve servetin, sınıf farklarının ve bütün zorbalıkların kaynağıdır.
İnsan hayatını sürdürmek, dünyadaki varlığını idame ettirmek zorundadır. Tüketimin anlamı da budur. O nedenle varlığını sürdürecek kadar tüketim yapması şarttır. Her insan beslenmek, giyinmek ve barınmak ihtiyacındadır.48 İktisadî faaliyetler öncelikle bu temel ihtiyaçları giderme amacını güderler.49
İslâm ekonomisi, bir ihtiyaç ekonomisidir. Yapay ihtiyaç ve talep arttırıcı bir ekonomi değildir. Geçmişte İslâm toplumu, bir tarım, ticâret ve küçük sanayi toplumuydu.
İslâm iktisadı, tüketimi arttırmaya eğilimli bir üretimi öngörmez. Talebi ve ihtiyaçları tahrik edecek, dolayısıyla tüketimi iktisadiyatın motoru haline getirecek bir kapitalist üretim tarzı İslâm’a yabancıdır. İsraf kesinlikle yasaklanmıştır. Fazla üretim kapasitesi, lüks meta üretimine değil, sosyal, manevî ve kültürel olgunlaşmaya yöneltilmelidir.
Üretim ihtiyaca göre olduğundan tabiî kaynakların israf edilmesi söz konusu değildir. Bu temel üzerinde oluşan üretim tarzı halkın beslenme, barınma, giyinme ve ulaşım konularındaki ihtiyaçlarını karşılar. Devlet bu konuda denetimle yükümlüdür. Böylece israf kültürü aşılayan reklamcılık, sürüm ve iktisadî kalkınma faktörü olarak sömürgecilik ve savaş, nihayet talebin daralmasıyla ortaya çıkan işsizlik belirmez. Ancak bugün İslam ülkelerinde israf yasağının umumi bir kültür yozlaşmasının da etkisiyle tahrip edilmesi önemli bir ilkenin devre dışı kalmasına yol açmıştır. Modern kapitalizm insanların ihtiyaçlarını artırmada iki şey kullanır: Birisi, cinsellik. İkincisi, bencillik. İnsanın fark edilmesi gerektiği ve böylece malların daha kolay pazarlanabileceği fikri vardır.Ribânın asgariye indirilmesinin yolu öz sermayeye dayalı bir ekonomi kurulması ve kredi kullanımının azaltılmasından başka bir şey değildir. Bu da (az sayılı) ortaklıkların teşviki ile olur.
Modern kapitalizmin vazettiği istikamette insanın kendisine bu denli önem vermesi kendisine tapması gibi bir şeydir. Bunun dozları farklı farklı olabilir. Oysa İslam geleneğinde insanın fark edilmemesi esastır. Başkaları üzerinde hakimiyet kuracak ve kendisini ön plana çıkaracak şekilde de davranmaması gerekiyor.
İslâm’ın insandan istediği onun iman ettikten sonra maddenin geçici görüntüsüne kapılmadan çalışmasıdır. Müslümanı iktisadî hayata iten girişim zihniyetinde ihtirasa ve açgözlülüğe yer olmamalıdır.
İslâm iktisat düşüncesinde kanâat büyük yer tutar.49 Kanâat, hayatı sürdürürken aşırılıktan kaçınmaktır. Kanâat ihtirastan kaçınmak, başkalarına kıskançlık duymamak ve hakkına razı olmak, gönül huzuruyla yaşamaktır. İhtirasın tam tersi olan kanâat, girişimin verimliliğini ve kişinin iç huzurunu sağlar. Üstelik üreticinin tüketicilerle, ferdin toplumla barış içinde olmasının da sebebidir. Hz. Peygamber gerçek zenginliğin gönül zenginliği olduğunu bildirmiştir.50
Günümüzde yaşanan finans krizi Batının imkanların ötesinde tüketim hırsından kaynaklanmıştır. Krizden çıkış için az tüketmek, gerçek imkanlar ölçüsünde yaşamak yani kanâat tavsiye edilmektedir. Oysa batı insanı için kanâat zor bir şeydir. Müslümanlar için ise kanâat bildik bir şeydir. İnsanlar krizden çıkmak için daha mütevazı olmak zorundaysalar kapitalizmin sınırları parçalanıyor demektir. Müslümanlara düşen görev bir “örnek”, bir uygarlık örneği ortaya koymaktır. Bu yeni bir insan tipi, yeni bir toplum türü oluşturarak gerçekleşebilir.İslam iktisadındaki emek önceliği sermayeye dayalı sistemin (kapitalizmin) dışlanması demektir.
Tevekkül, Allah’a güvenmek, bir sonuca ulaşmak için gerekli tedbirleri aldıktan ve şartları eksiksiz bir şekilde hazırladıktan, sebeplere başvurduktan sonra o sonucun elde edilmesini Allah’tan beklemek, insanların güçlerinin yetişmediği şeyleri Allah Taâlâ’ya bırakıp ümitsizlik ve üzüntüden uzak olmalarıdır. Kul tedbirini alır, sebeplere başvurur, fakat sonucu tedbire ve sebebe bağlamaz, Allah’tan bilir.51
Tevekkül Müslümanların kadere olan inançlarının bir sonucudur. Tevekkül eden kimse Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuş, O’nun kaderine razı olmuş demektir ve o Allah’tan başkasına güvenemez. Salih ameller işlenmedikçe Allah’ın rızâsı kazanılmaz ve dolayısıyla cennete girilmez. Öyleyse tevekkül, çalışıp çabalarken Allah’ı hatırdan çıkarmamak ve sonucu Allah’a bırakmaktır.
Çalışmadan tevekkül olmaz.52 Tevekkül çalışıp çabalarken Allah’ın bizimle olduğunu hissetmektir. Bu insan için sonsuz bir güç kaynağıdır. İslamda tevekkülün şartı tabii kanunların gerektirdiği dikkat ve basireti göstermektir. Bunun için sebeplere sarılmak gerekir.53 Bunu ihmal eden insanın karşılaşacağı kötü sonuçtan kimseyi sorumlu tutmaya hakkı yoktur.İslâm ülkelerindeki işçi ve emek meselesine İslâm’ın öncelikli yeri vermesi gerektiğini savunmalıyız. Çünkü Batı dünyasında sendikalaşma süreci içerisinde belli bir dengeye ulaşmış bulunan işçi meselesi, İslâm ülkelerinde adaletsiz bir görünümdedir.
Hz. Peygamber, devesini salarak tevekkül ettiğini bildiren bir bedeviye: “Hayır, deveni bağla, Allah’a öyle tevekkül et”, buyurmuştu.54
İslâmî davranış rasyonalitesinden sebeplere başvurduktan yani her türlü tedbiri aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmeyi ve ona güvenmeyi anlıyoruz. Bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.) yaşayışı bu konuda da birçok örnekle doludur. Kendisi bizzat çalışıp çabalayan ve insanlara çalışmayı emreden Peygamber Efendimizden asırlar sonra onun getirdiğinin dışında bir zihniyet oluşmuş ve bu zihniyet İslâm dünyasının geri kalmasında en önemli rolü oynamıştır. Sebeplere başvurmadan tevekkül, rızık peşinde koşmadan kanâat anlayışları yerleşmiştir. Böylece Kapitalizm gelişirken İslâm dünyası teknolojik gelişmeyi besleyecek bir bilgi ve zihniyet altyapısından mahrum kalmıştır.
Eğer kaynaklar sınırsız yaratılsaydı insanların içersindeki “kötü” onlara hakim olurdu.55
Hz. Peygamber muhtaçları gözeteni Allah yolunda cihad edenle veya gecelerini namazla, gündüzlerini oruçla geçirenlerle bir tutmuştur.56 İnfak, Allah’ın verdiği rızkı toplumla paylaşmadan başka bir şey değildir.57 İnfâkın sosyal adaleti sağlama yanında en önemli rolü ruhî eğitime yaptığı katkıdır. Kişi infâk ederken emânetine verilen şeyi sarfettiğini bilmelidir.58Bu sistem Tanzimat’la birlikte, Batılılaşmanın iktisadî boyutunun gerçekleştirilmesi yani burjuva sınıfı oluşturulması niyetleriyle başlamıştır. Böylece emekçilerin tasarrufları da üst gelir gruplarının finansmanına yönlendirilmekte, vergiler ve enflasyon bu zümrelerin teşvik kaynakları olmaktadır.
İnsanın maddî eğilimleri ve ihtirası veri olarak kabul edilebilir.59 İnsan eğitimle bu eğilimi sınırlandırabilir.60
B. TOPLUMUN DENGESİ: SOSYAL ADALET
Adalet kelime anlamıyla denge demektir. İnsanla ilgili olan itidal kavramı da aynı kökten gelir. Adalet herkese insanca yaşamasını sağlayan hakkının tanınmasıdır. Bunun ötesi emeğiyle orantılıdır. Yani kişinin emeği oranında istediklerini elde edebilmesi de adaletin gereğidir.
İslâm iktisadının topluma ilişkin hükümleri sosyal adalet olarak ifade edilebilir. Bu ilkeler ‘kul hakkı’nı temel alır. Yine İslâm’da zarar vermek ve zarara uğramak yoktur.61 Sosyal adaletin sağlanmasının temel şartı zenginin daha zengin fakirin daha fakir olmamasıdır.
Sosyal adaletin gerçekleştirilmesinin esasları şunlardır: İsraftan uzaklaşma, adil gelir bölüşümü ile servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması, iktisadî istikrar. Bu esaslar aynı zamanda ahlâkî ilkelerdir. Çünkü israf, üretimin en önemli faktörü olan emeğe ve insana saygısızlık anlamına gelir. Aynı zamanda tabiata ve çevreye de saygısızlık demektir.Sömürü iş olmadığı gibi işsizliğin ve ahlâksızlığın temelidir.
Sosyal adaletin iki yönü vardır: Birincisi kazanç hırsıyla ruhları çürüyen insanları kurtarmak. İkincisi yoksul halka haklarını vermek. Zenginlik sosyal bir olay olduğu için gerçekte zengin fakire yardımda bulunmamakta, onun hakkını vermektedir. Fakir halkın zenginlere kin duymalarının önlenmesi, yeni bir haksızlık için fırsat aramalarının ve intikam peşinde koşmalarının engellenmesi ancak onlara haklarının verilmesiyle mümkün olabilir.
Çağdaş insanın ‘insan hakkı’ diye algıladığı ‘kul hakkı’ davası aslında bir zihniyet farklılığını aksettirmektir. İnsan hakları düşüncesi Batı’nın XVII. yüzyıldan yani Aydınlanma Çağından itibaren öne çıkardığı hümanizmin bir sonucudur. Hümanizm ise insanseverlik değil, adından da anlaşıldığı gibi, insan merkezli bir zihniyettir. Bir başka deyişle dinin yani hıristiyanlığın hakimiyeti yerini hümanizmin ve laisizmin hakimiyetine bırakmaktadır. Oysa İslâm kul hakkını bir esas kabul ederek ve insanın Allah’ın kulu olduğu inancının bir uzantısı olarak ayrı bir tavır sergilemektedir. Kul hakkı öncelikle emeği ön planda tutan bir zihniyeti de beraberinde getirmektedir.
Çağdaş Batı kapitalizmi oluşurken bunun tam zıddı bir yol izlemiştir. Kapitalizm insanları köleleştirerek, haklarını yiyerek ve gereğinde onları yokederek oluşmuştur.62
Müslümanların ürün ve gelirlerinden % 5-50 arasında, ayrıca servetlerinden % 2,5 oranında vergi (zekât) alınmaktaydı.
İktisat sistemi ahlâktan güç almalıdır. Zira hukuk gibi iktisat da, ahlâkın tamamlayıcı bir unsurudur. Millî gelirin artmasına veya üretim artışına katkıda bulunmak önemlidir. Ancak nihaî hedef iktisadî faaliyetleri temiz bir kalbe sahip olmaya engel olmaktan çıkarmaktır.63
Yalnız kimi ahlâk kuralları ve davranışları değişmemiştir. Sözgelimi, “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına da yapma” biçimindeki evrensel ahlâk kuralı her zaman ve yerde geçerlidir.64
Yine “dürüstlük” gibi kişisel, “yoksullara yardım” gibi toplumsal ahlâk kuralları da tarihin her döneminde, her yerde geçerli olmuştur. Acımasızlık, kurnazlık, çıkarcılık, bencillik, ikiyüzlülük her yerde ve her dönemde ahlâka aykırı, kötü ve yanlış görüldüğü gibi; merhamet, fedakarlık, cömertlik, diğergamlık her yerde ve her dönemde iyi ve doğru görülmüştür. Başkalarını kendine tercih, merhamet, hörmet, hizmet, samimiyet ve tevazu gibi kavram ve haller, ahlâkın esasını oluşturmuşlardır. Adalet ve eşitlik ancak ahlâkî duyguların toplumda yerleşmesiyle gerçekleşebilir. Merhametin olmadığı yerde eşitlikten de sözedilemez.Teknik olarak müstehlik rantı denen bir mala değerinden daha fazla fiyat ödeyebilme takatinin, lüks tüketimde (ulaştırma araçlarındaki mevki farkları, turistik tarifeler, umumi hayat standardının çok üstündeki harcamalar şeklinde) israf edilmemesi, toplum refahının artmasına yardımcı olması amaçlanmıştır. (…) Böylece İslâm devletlerinde özellikle ilk devirlerden sonra Selçuklular ve Osmanlılar zamanında lüks tüketime yönelemeyen tüketici rantları vakıflara akarak sosyal refahı yükselten yaygın bir sabit sermaye teşekkül etmiştir.
İktisadın temelinde kültür, kültürün de temelinde ahlâk vardır. O halde iktisat ahlâktan kaynaklanırsa belli bir kültürün izini taşıyabilir. Oysa, bilindiği gibi, günümüzde iktisadî tahlil ahlâk karşısında nötr olmak (lâ-ahlâkî veya a-moral) olmak iddiasındadır.
İktisat ve ekonomi kelimeleri tutumlu olmak, dengeli olmak gibi anlamlar taşırlar. Felsefenin bir bölümü olarak doğan ahlâk ilmi günümüz iktisat ilminin kaynağı gibi görünmektedir.
Ekonomi, önceleri ahlâk ilminin bir kolu iken, sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmin teorik esasları halini almıştır. Bu tabir (ve iktisat) başlangıçta taşıdıkları tutumlu, idareli, itidalli olma ve tasarruf manalarını kaybetmiş, kitlevî üretim ve tüketime dayalı bir sistemin açıklayıcısı ve (özellikle Keynes’ten sonra) adeta bir harcama ilmi olmuştur. Bu haliyle o, kültürün ve tabiatın kirletilmesine ve giderek yokedilmesine zihni bir gerekçe teşkil etmiştir.
Günümüz kapitalizmi ahlâk açısından belli bir dengeye ulaşmıştır. Bu yüzden modern Kapitalizm ahlâksızlığı akılsızlık olarak görür. Ahlâk ve erdem olmadan kalkınmanın gerçekleştirilemeyeceği ileri sürülür. Oysa modern kapitalizmin başlangıcını oluşturan Merkantilizm ve Sanayi Devrimi dönemi, ırkların yokedilmeye çalışıldığı veya köleleştirildiği, kıtaların ıssızlaştırıldığı, uzun iş saatleri içinde kadın ve çocuk işçilerin düşük ücretlerle ve kötü çalışma şartları altında çalıştırıldıkları dönemlerdir. Modern Kapitalizm zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçi sınıfıyla birlikte doğmuştur. Modern Kapitalizm adil olmayan ve giderek te adaletsizliği artan bir sistem oluşturmuştur. Yine Modern Kapitalizm, sömürü, büyük üretim, büyük tüketim ve harcama hırsına dayanmakta, ahlâka dayanmamaktadır.Özel mülkiyetin toplumsal çıkarlarla çatışmaması lazımdır. Bu yüzden enerji kaynakları, stratejik madenler, geniş tarımsal topraklar üzerinde kamu mülkiyeti öngörülmüştür.
İslâm iktisat düşüncesinin en önemli unsurlarını insan sevgisi, merhamet, adalet ve kul hakkı gibi ahlâkî ilkeler oluşturmaktadır. Kişinin toplumun çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün tutması bunun asgarî şartıdır. Toplum-fert dengesi ferdin şahıs haline getirilip toplumun hizmetine verilmesiyle sağlanıyor. Bu zihniyet ahlâk anlayışının da temelidir. Hizmet, merhamet, hürmet, adalet gibi davranışlar bir yönüyle şahsiyet kazanmanın unsurları, bir yönüyle de toplumculuğun unsurlarıdır. En yakından başlayarak en genel anlamıyla bütün İslâm toplumuna yayılan bu unsurlar infâk gibi davranışlarla somutlaşmıştır.
“İslâm güzel ahlâktır”65 İslâm, sadece medeni bir nizam kurmakla kalmamış; aynı zamanda, insan inşa etmiştir. İslâm’ın asıl kalıcı yönü de burası olmalıdır. Siyasî ve iktisadî çöküş dönemlerinde bile İslâm eğer varlığını devam ettirebilmişse, bu, eğitilmiş insan unsurundan dolayıdır. İslâm ahlâkını derinliğine işlemeyi ve yaşamayı konu edinen tasavvuf, bu eğitimi sağlamıştır. Başka insanları kendine tercih, merhamet, hörmet, hizmet, samimiyet ve tevazu gibi kavram ve haller, ahlâk eğitiminin esasını oluşturmuşlardır.
Hukukî kurallar, genellikle, bu ahlâki kuralların gerisinde emniyet süpapı vazifesini görürler. Mesela, zarara uğrayan kimse, zarar verenden hakkını almalıdır. Bu bir hukuk kuralıdır. Fakat affetmesi daha hayırlıdır. Bu ise bir ahlâk kuralıdır. Kişinin kazandığının sahibi ve maliki olmasını İslâm hukuku kabul etmiştir. Fakat bu mülkten diğer insanları da faydalandırması ahlâki bir kuraldır. Hz. Peygamber,”Her ne kadar sana müftüler fetvâ verse de sen bir de kalbine danış” buyurmuştur.66Özel mülkiyeti sosyal bir görev aracı olarak yorumlayabiliyoruz.
Ahlâki ve ruhi derinleşme, kişiler arasındaki ilişkileri düzenleyen özel hukuka düzenleyici ve denetleyici bir işlev yüklemiştir. İlişkilerde çatışma ve gerginlik değil uzlaşma ve hoşgörü hakim olmalıdır. Bunun sonucunda, devlet bir çok alanı kişilere bırakmıştır.
Değişik meşrep ve mizaçlara sahip olan insana İslâm çerçevesinde yer arayan düşünce ve hareket sistemi olan tasavvuf, İslâm iktisadı kaynaklarındandır. İlkelerini Kur’an’da ve örneklerini Hz. Peygamber ve ashabında bulduğumuz tasavvuf, “İslâm iktisadı”nın öznesini teşkil eden insan tipinin tayin ve dünya görüşünün tesbit edilmesinde bize yol gösterir. İslâm tasavvufu, ahlâkî ve ruhi derinleşmeyi hedef alırken hayatla ilişkisini kesmemiştir. Aksine, Hz. Peygamber döneminden beri eğittiği insanlar aracılığıyla, maddeyle İslâm’a özgü bir münasebet kurmuştur. Bunun sonucunda, içtimaî hayatı düzenleyici karekteriyle de, fütüvvet-ahilik-esnaf gibi, kurumların oluşmasına katkıda bulunmuştur.
Yanlış anlayış ve uygulamaların, İslâm tasavvufu hakkında yanlış düşüncelere yol açmaması gerekir. Bu tür gerekçelerle tasavvufun dışlanması İslâmın özgünlüğünü yokettiği gibi, İslâm’ın kapitalizmin türevi olarak algılanması ve bir tür “İslâm protestanlığı” ve “İslâm kalvinizmi” oluşmasının sebeplerinden birisidir.
İslâm insana güvenir ve ona sorumluluk yükleyip toplumun hizmetine vermek ister. İslâm’ın bir ahlâk ilkesi olarak ortaya koyduğu ve ahiliğin günlük hayata geçirdiği hizmet ilkesi böyle dayanışmacı bir toplum oluşturmayı hedef almıştır. Ahlâkî kurallara uyarak büyük sermaye sahibi olmanın imkânı yoktur. Bu yüzden küçük sermaye ve küçük mülkiyet emek ürünü olabilir fakat bunu büyük sermaye için düşünemeyiz.
Esnaf ve sanayicilik ahlâkî esaslara bağlanmalıdır. Esnaf ve sanayi odaları sadece teşkilatın çıkarlarını gütmemeli ahlâkî bir denetim özelliğini de taşımalıdır. İnsanları bütün ömürlerini sadece kazanç peşinde koşmaktan kurtarmak, onların insanlıklarını ön plana çıkarmak gerekir. Yani ahlâk konusunu tüketicinin korunması ile sınırlı tutmamak gerekiyor.
Geçmişte iktisadî hayatımız ahlâka bağlıydı. Sistemin temelini oluşturan küçük üretici yani küçük esnaf, tüccar ve köylü iktisadî faaliyeti ahlâktan ayırmamıştı. Oysa günümüzde küçük esnaf kazanç hırsının peşinde koşan acınacak bir duruma düşmüştür. Onlar gibi özellikle büyük sermaye sahiplerinin ruhlarının kurtarılmaları gerekiyor.
Esnaf teşkilatı küçük ve orta işletmecilik ve buna bağlı olarak kendiliğinden istihdam sistemini yüzyıllar boyunca başarıyla uygulamıştır. Bu sistem büyümeyle değil kaliteyle gücünü korumuştur.
Kapitalist dünya sisteminin edilgen bir üyesi olan ve hala “gelişmekte olan” ve Güney ülkeleri arasında yer alan İslâm ülkelerinin etken ve hakim olmalarının sırrı iktisadın da temelinde yer alan ahlâkın tekrar önemsenmesinde bulunmaktadır.
İslâm’ın insandan istediği temel özellik, güvenilir olmaktır. Bunun için, Hz. Peygamber risalet ve nübüvvetten önce de Araplarca ‘el-emîn’ (güvenilir) olarak biliniyordu. Hz. Peygamber bu özelliğini tacir olarak da göstermişti. Oysa günümüzde güvenilir olmak işadamının vasıflarından biri değildir. Toplumun menfaati gerektirdiği zaman özel mülkiyete müdahale edilebilir.
İnsan, davranışlarına ibadet özelliklerini kazandırmalıdır. “İslâm iktisadı”nın uygulama ortamı ibadetlerin bile ticâret haline gelmesi değil, aksine ticâretin ibadet vasfı kazanabildiği bir ortamdır.
Hz. Peygamber doğru tüccarın peygamberler ve sıddıklarla birlikte haşrolacaklarını buyururken ticaretin ne kadar sorumluluk isteyen bir meslek olduğunu vurguluyordu. Tüccarın müslüman olması zordur ama Hz. Ebu Bekir ve Ebu Hanife gibi gerçek anlamda dindar olan tüccarın mertebesi de yüksek olmalıdır.
Ticâret üretimi de arttırmaktadır. Üretim, geçimlik olmaktan çıkıp pazar genişledikçe büyümektedir. Hz. Peygamber’in “Rızkın onda dokuzu ticârettedir”67 hadisi ticarî faaliyetlerin üretimi de kat kat arttırdığına işaret etmektedir.
İktisat gibi çalışma iktisadı da ahlâka dayanmalıdır. İşçi ahlâkının temeli işini iyi yapması, girişimci ahlâkının temeli ise işçinin hakkını vermesidir. Oysa günümüzün tüketicinin korunması, asgarî ücret ve gelir dağılımı gibi konuları incelediğimizde iş ahlâkının çok gerilerde olduğunu görebiliriz.
İslâmın öngördüğü çalışma hayatı belli ahlâkî davranışlara dayanır. Bu ahlâkî davranışların zihnî kökleri, İslâm’ın getirdiği işbölümü anlayışı içerisinde başka bir anlam kazanan, emeğiyle çalışan grupların ve fütüvvet-ahi-esnaf birliklerinin yönetmelikleri mahiyetinde olan fütüvvetnâmelerde dile getirilmiştir. Bunun yanında devletin hisbe (ihtisap) kurumu vasıtasıyla daha çok tüketicinin korunmasına yönelik bir denetimi vardır.68
Fütüvvet ve ahiliğin en önemli ilkeleri namusluluk (elini, belini ve dilini korumak) ile Sosyal dayanışma ve hizmet, sabır, samimiyet, cömertlik, Allah’tan başkasına kul olmama, insan sevgisi, iyi niyet, irâde, bencillikten ve kibirden uzaklaşma; hürriyet ve kanâat, dürüstlük, sürekli gelişme ve yenilenme, tevazu, geçimli olma, hörmet, merhamet, dürüstlük, iyi kalplilik hep fütüvvetin özellikleri arasında sayılmıştır.69 İslâm miras hükümleri mülkiyeti küçük parçalara ayırmaya eğilimlidir.
Sonuçta fütüvvet ve ahilik anlayışı Kur’an’a ve Hz. Peygamber’in sünnetine dayandırılan ilkeleriyle İslâmî-tasavvufî düşünce ve hayat telakkisinin içinde yer alır. Bu anlayış tasavvufî eserlerde işlene işlene adeta bütün İslâmî ve insanî faziletleri barındıran bir mahiyet kazanmıştır.
Ahiler, kendimize mahsus bir iktisat süjesi oluşmasına katkıda bulunmuşlardır. Hatta bizim medeniyetimizi Batı’dan ayıran en önemli özelliklerin ahilikten kaynaklandığı söylenebilir. Batı medeniyeti ve kapitalizmi yapan en önemli faktör burjuva zihniyeti iken bizim içtimaî-iktisadî hayatımızıbüyük ölçüde ahi zihniyeti yönlendirmiştir. Bundan dolayı bizde kapitalizmi oluşturan sömürgeci faaliyetler, sınıf mücadeleleri görülmemiştir.70
İslâm iktisadı emeğe, kapitalizm sermayeye dayanır. Kapitalizm refah üretmeden zenginlikler ve zenginler yaratırken insanların emeğini kullanıyor. Gerçekte bu zenginliklerde bunları üreten emek sahiplerinin hakları vardır.
Ahlâkın temelinde insan, dolayısıyla emek vardır. İnsanın başkasına muhtaç olmadan, kendi emeğiyle geçimini sağlaması ahlâkın esasıdır. İktisadın ahlâka bağlanması insanlığı esirlikten kurtarabilir. Küçük sanayi içinde, iktisadın bir din ve ahlâk hayatına bağlı olması medeniyetimizin önemli bir unsurudur. Küçük üretici ve girişimciliğin hakim kılındığını tarihî tecrübe ispatlamaktadır. Bu ekonomik gücün siyasî güce dönüşmemesi anlamına da gelir.
İslâm iktisadı emeği en yüce değer olarak görür, kanâati ön planda tutar, servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılmasını sağlar, sosyal refahı gerçekleştirmeyi amaçlar. Böylece ekonomimiz emeği en yüce değer olarak gören ve üretimle ticareti ibadet haline getiren bir anlayışa dayanırsa ahlâk temeli üzerine yükselebilecektir.
Emek temel değer kaynağı ve üretim faktörüdür. İslam’a göre kazancın dolayısıyla mülkiyetin en kutsalı el emeğinin mahsulü olandır.71
Emeksiz kazanç asgarî seviyede tutulmaya çalışılmıştır. Ribânın yasaklanışının temel sebebi bu olmalıdır. Belirtilen istisnalar dışında, emek-kazanç dengesinin bozulması konusunda büyük bir duyarlılık gösterilir. Haramlık şüphesi bulunmayan kazanç el emeğinin ürünü olan kazançtır.
Bugün iş ahlâkından ayrılmış olan bir iktisadî hayat kapitalist medeniyetin temelidir. Sermaye sahipleri insanların emeğiyle kendilerine saltanatlar kuruyorlar. Emeğin aşağılanması büyük sermaye ve servetin, sınıf farklarının ve bütün zorbalıkların kaynağıdır. Kendi emeğiyle yaşamayı önemseyen insan zorbalık yapamaz.72
Teşebbüs (girişim de emek kavramı içerisinde ele alınır. Bir iş ve hizmet üreten esnaf ve sanatkârlar da bu kavrama dahildir. Bu yüzden İslâm’daki ‘işçi’ kavramı çağdaş ‘işçi’ kavramından daha geniştir.Bireysel yetenekler ancak toplumsal talep varsa zenginlikler oluşturabilir. Bu yüzden zenginiğin toplumla paylaşılması esas olmalıdır.
Yine İslâm farklı emeğe farklı ücret ödenmesinden yanadır. Fakat emekçi ile onun emeğini kiralayan arasında hayat standardı farkı olmamalıdır. Teşebbüs faktörünün kapitalizmdeki hayati rolü dolayısıyla ayrı bir üretim faktörü olarak ele alındığını biliyoruz.
Helâl yollardan elde edilmiş mülkiyeti gasb ve hırsızlıktan korumak, bu suretle helâl olmayan kazançlara mani olmak emeğe olan saygının bir ifadesidir. Yine bu sebepten meşru mülkiyet korunmuştur ve onu müdafaa hakkı verilmiştir ve Peygamberimiz “Malının önünde öldürülen kimse şehittir” buyurmuştur.73
Gerçek anlamda emek sarfederek geçimlerini sağlayanlar toplumun örnek gösterilmesi gereken insanlarıdır.
Ahilik ve ahilerin oluşturdukları küçük sanayi sistemi emeğe verilen önceliğin ekonominin temel kurumlarından birini oluşturmasının ispatıdır. Sermayeye genellikle emekle birlikte üretim faktörü olma şansı tanınmış, üretim cihazının dışında âtıl kalmaması öngörülmüş veya üretime bir kredi kaynağı olarak katılarak faiz gelirine bağlı kalmaması istenmiştir. Emeğe verilen önem sebebiyle emeksiz kazançların başında yer alan ribâya cephe alınmasına yol açmıştır.
Bu ad altında toplanan her türlü faiz, zamanla oluşan rant ve spekülatif kazançlar yasa dışı kabul edilmiştir. Buna karşılık kâr güdüsü girişim özgürlüğüne paralel olarak çok geniş çapta kullanılmıştır. Ribânın asgariye indirilmesinin yolu öz sermayeye dayalı bir ekonomi kurulması ve kredi kullanımının azaltılmasından başka bir şey değildir. Bu da (az sayılı) ortaklıkların teşviki ile olur. Yine servetin âtıl bırakılmaması, harcamaların (infâk) teşvik edilmesi ribâ ortamının doğuşunun önlenmesine katkıda bulunur.İslâm’ın üst gelir gruplarını değil, alt gelir gruplarını teşvik eden ve iktisadî faaliyete sokan bir iktisadî sistem getirdiğini biliyoruz. Böylece daha üretim safhasının başlangıcında bölüşüm meselesi de büyük ölçüde halledilir.
İslam iktisadındaki emek önceliği sermayeye dayalı sistemin (kapitalizmin) dışlanması demektir. İslamın ticarete verdiği önem “İslam kapitalizmi” diye adlandırılmamalıdır. Sermaye emekle veya işletme rizikosuyla (daman) birlikte bir üretim faktörü olarak kabul edilebilir.
Günümüzde emeğin hor görülmesinin temel sebebi insanın hor görülmesidir. İnsan bir beşerî sermaye, bir kaynak, bir işçi, bir tüketici, bir müşteri vs. gibi ele alınabilir ama bir “insan” olarak ele alınmaz. İnsanın insan yerine konmaması emek sömürüsünün de yoğun olmasının göstergelerindendir. İslâm ülkelerinde bu daha da çok belirgindir.
Emeğiyle geçinenlerin gelirleri, kutuplaşmanın olduğu bir düzende bir hiç mesabesindedir. İş-hizmet ilişkisi kopunca topluma verdikleriyle uyumlu olmayan bol kazanç sağlayanların el üstünde tutulduklarını görüyoruz. Üstelik hak edilmeyen yüksek kazançlar ahlâksızlık göstergesidir.
İslâm ülkelerindeki işçi ve emek meselesine İslâm’ın öncelikli yeri vermesi gerektiğini savunmalıyız. Çünkü Batı dünyasında sendikalaşma süreci içerisinde belli bir dengeye ulaşmış bulunan işçi meselesi, İslâm ülkelerinde adaletsiz bir görünümdedir.74 Bu adaletsizliğin unsurlarını işveren sömürüsü, sendikacı sömürüsü ve dış sömürü oluşturmaktadır. Gerçekten, özellikle Türkiye’de, bir taraftan işsizlik, bir taraftan da bu işsizlerle alay edercesine istenen veya fiilen ödenen yüksek ücretler ile birlikte emek karşılığı olmayan yüksek haksız kazançlar söz konusudur.
Bugün emeğiyle geçinenlerin gelirleri azalıyor. Zengin daha zengin fakir daha fakir hale geliyor. Küreselleşme ile dünya ekonomisinde üretimin payı azalıyor, finans sektörünün payı artıyor. Bir başka deyişle üretim fakir ülkelere bırakılıyor, ileri kapitalist ülkeler ise finans sistemine sahip olup dünyanın geri kalan kısmını kontrol ediyorlar.Bu yüzden ortaya çıkan toplumsal gerginliklerin büyümemesinin temel sebebi aile, akrabalık ve komşuluk geleneklerinin hala varlığını sürdürmesidir. Modern kapitalizmin hor gördüğü bu tür gelenekler toplumlarımızdaki gerginlikleri azaltan en önemli faktördür.
Geçmişte para üretimle yakından ilgiliyken finans piyasalarını ellerinde tutan kapitalist ülkeler elinde bağımsız bir faktöre dönüştü. Parayı kazananla kullanan farklılaştı. Bugün özellikle petrol ülkelerinin tasarruflarını finans piyasalarını kontrol eden kapitalist sistem kullanıyor. Yine Türkiye’nin yıllık ihracatının, 2008’de 120 milyar dolara kadar çıkması bir açıdan Batı kapitalizminin sanayi ve üretimi nisbeten geri ülkelere bırakıp dünya finans sektörüne hakim olmasıyla yani dizginleri tamamen ele geçirmesiyle açıklanabilir.
Günümüzde Türkiye gibi ülkelerde emek sömürüsü farklı boyutlarda ele alınmalıdır. Bunun en önemli sebebi, iktisadî kalkınmanın tasarruf eğilimi yüksek üst gelir gruplarının görevi olarak görülmesidir. Bu sistem Tanzimat’la birlikte, Batılılaşmanın iktisadî boyutunun gerçekleştirilmesi yani burjuva sınıfı oluşturulması niyetleriyle başlamıştır. Böylece emekçilerin tasarrufları da üst gelir gruplarının finansmanına yönlendirilmekte, vergiler ve enflasyon bu zümrelerin teşvik kaynakları olmaktadır. Böylece, zengini daha zengin, fakiri de daha fakir yapan bir sistem oluşturulmuştur. Oysa İslâm’ın üst gelir gruplarını değil, alt gelir gruplarını teşvik eden ve iktisadî faaliyete sokan bir iktisadî sistem getirdiğini biliyoruz.
İnsanın kendi emeğiyle hayatını sürdürmek istememesi kadar emeğin hakkının verilmemesi de ahlâksızlıktır.
Çalışma ibadettir. En kötü şartlar altında çalışma başkalarına yük olmaktan üstün tutulmuştur.75 Çalışma ahlâkının esası insanın emek sarfederek geçimini sağlamasıdır. Sömürü iş olmadığı gibi işsizliğin ve ahlâksızlığın temelidir.
Günümüz ekonomilerinin temel sorunu ahlâkî sefaletlerin en önemli kaynağı olan ve emek israfından başka birşey olmayan işsizlik sorunudur. Çoğunluğunu İslâm ülkelerinin oluşturduğu az gelişmiş (daha doğru bir deyişle az kapitalistleşmiş) ülkeler ise daha da kötü durumdadırlar. Enflasyondan daha çok göze çarpan ve sıkıntı kaynağı problem olan işsizlik sanayi kapitalizminin bir ürünüdür. Kitlevî üretimin bir sonucu kitlevî tüketim, bir diğer sonucu da kitlevî işsizliktir. Bir başka deyişle işsizlik, en önemli kaynak ve emek israfıdır. Batı’da kitlevî üretimin bir sonucu olarak daha fazla arttırılamayan talep, malların satılamamasına, fabrikaların kapanmasına dolayısıyla işsizliğin artmasına yol açıyor.Gelir ve servet dağılımının âdil olmadığı bir toplumda ve dünyada kardeşlikten bahsedilemez. Bu sömürü aslında yerel olmaktan çok global bir sömürüdür.
İşsizliğin bir başka sebebi de insanların artık meslek sahibi olmaya önem vermemeleridir. Bir başka deyişle işsizlik daha çok mesleksiz ve vasıfsız insanların meselesidir. Kalifikasyon yükseldikçe işsizlik azalmaktadır. Meslek sahibi olmak o kadar önemlidir ki Mezopotamya ve Roma gibi bazı ilkçağ uygarlıklarında her tanrının bir mesleği vardı. İslamî dönemlerde kaleme alınan eserlerde meslek pîrleri peygamberlerdi. Bu bir yönüyle ekonominin din içerisinde yer aldığını da vurgulamaktaydı. İslam insanların ihtiyaçlarını giderebildiği bir ekonomi oluştururken, bir yandan da onların meslek sahibi olmalarına önem verir. Ahilik’in temel fonksiyonu budur. Her insanın meslek sahibi olması, emeğiyle geçinmesi şarttır. Kapitalist ülkeler kalkınmalarını büyük ölçüde emek (önce köle sonra işçi) sömürüsüyle sağlamışlardır. İslâm ise emeği en yüce değer olarak gören, kanâati ön planda tutan, servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılmasını sağlayan, sosyal refahı gerçekleştirmeyi amaçlayan bir sistem kurmuştur. Bu sistem içerisinde fiyatları ve ücretleri etkileyen tekelci eğilimler ile kaynağı büyük ölçüde emeğiyle geçinenlerin tasarrufları olan işverenleri teşvik kredileri yer bulmamıştır.
Avrupa işçi sefaletini büyük ölçüde XIX. yüzyıl sonlarındaki sendikalaşma süreciyle birlikte ile aşmıştır. Görüldüğü gibi sendikalaşma, koalisyon hakkı veya bir başka deyişle toplu sözleşme düzeni Sanayi Devriminin bir sonucu olup sınıflı bir içtimaî-iktisadî yapıdan kaynaklanmıştır. Bu dönem Avrupasında işçilerin toplu olarak hak aramaları ve birleşmeleri, serbest rekabete aykırı olduğu için kanunen yasaktı. İşte bir noktada verimliliği düşüren bu sefaletin giderilmesi için adım adım, bazan uluslararası andlaşmalarla, sendikalaşma, toplu pazarlık ve sözleşme hakları tanındı.
3. Şahsiyetçilik ve Cemaatçilik: İnfâk, Zekât ve Miras
İslâm insana öyle bir değer vermektedir ki, onun nazarında bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş, bir insanı dirilten (maddî-manevî) bütün insanlığı diriltmiş gibidir.76
Şahsiyetçiliği ile ferdî cemiyet içerisinde kaybolmaktan kurtaran onu daima cemiyete ilâvelerde bulunan bir birim haline getiren İslâm, ona ısrarla cemiyet menfaatlerini kendi menfaatlerinden üstün tutmayı telkin eder.Hz. Peygamber ilke olarak toprağı işleyenin ona sahip olmasını ve herhalde toprağını boş bırakmamasını istemiştir. Boş toprakların da işletmeye açılması özendirilmiştir. Büyük tarımsal topraklarda, kişilere kullanım hakkının tanınması yanında, kural olarak devlet mülkiyeti tanınmıştır. Daha Hz. Peygamber döneminde iktâ’ denen bu uygulama sonraları tımar sistemi olarak yaşatılmıştır.
Merhamet, hürmet, adalet ve hizmet gibi ahlâkî esaslar ferdin şahsiyet kazanmasının olduğu kadar cemiyetin sağlam temellere dayanmış olduğunun da göstergesidirler. Manevî ve kültürel yoğunluğu fazla olması gereken bir cemiyet ferdin sığınabileceği, ondan kopamayacağı cemiyettir. Böyle bir cemiyetin değerlerine karşı çıkmak İslâm’a karşı çıkmak olarak yorumlanmıştır ve cemaatten ayrılan kınanmıştır.77
İslâm insanların doğuştan “hür ve eşit” olduklarını belli bir çerçevede kabul eder.78 Ancak insanların zeka, kaabiliyet ve cinsiyet gibi doğuştan getirdikleri farklılıklarla miras, iktisadî farklılaşma gibi sonradan ortaya çıkan farklılıklar inkar edilmez.79 Yalnızca bunların hukukî imtiyazlara yol açmaması ve yine bunların en aza indirilmesi çeşitli politikalarla sağlanmaya çalışılır.
Bu, eşitlik kavramı ile ‘işe en yakından başlama’ ilkesi birbirini tamamlar. Toplumsal bütünlüğün bireylerin en yakın çevrelerinden, ailelerinden, akrabalarından ve komşularından başlayarak sağlanması amaçlanır.
Önce işe kendisinden başlaması gereken ve bu suretle olgunlaşan fert içtimaî dayanışmaya en yakınından başlayacaktır. Nitekim Hz. Peygambere görevini yapmaya en yakınlarından başlaması emredilmiştir.80
Müslümanlar da faaliyetlerini öncelikle kendi çevrelerinde, genişleyen halkalar halinde yoğunlaştırmalıdırlar.81 Yakınları daima gözetmeyi teşvik, onlarla ilginin kesilmemesini tavsiye buna bir başlangıçtır. Öncelikle yakınların ihtiyaçları karşılanmalıdır.82Ancak eksik rekabet şartları altında ve özellikle ihtikar ortamı oluştuğunda fiyatlar devlet denetimine tâbidir.
İslâm’ın sosyal ve iktisadî ilkelerinden en önemlisi toplumculuktur (cemaatçilik). Toplum çıkarları her zaman kişi çıkarlarından üstün tutulmuştur.83
Hatta, fıkıhta cemiyetin hakları, Allah’ın hakları arasında mütalaa edilmiştir. Bunları affetmek kimsenin yetkisinde değildir. İslâm, toplumculuğunu, kişilere sorumluluk verip ve kişilikleri güçlendirip onları toplumun hizmetine vererek sağlamak istemiştir.
Yine, sonuçta toplumun hakları olan kul hakları da ancak bu hak sahiplerinin affetmesiyle ortadan kalkabilirler. İstihsân ve istislâh bahislerinde belirtilen hususlar, İslâmın cemaatçi yönünü ortaya koymaktadır. İçtimai adalet, dayanışma ve güvenliğin temeli olan hizmet ilkesi de İslâm’ın bu yönünü vurgular.84
Hizmet ahlâkı dayanışmacı toplumun esası olduğu gibi İslâm ekonomisi bir yönüyle infâk kavramına ve olgusuna dayanır. Yani İslâm ekonomisi biriktirmeye değil harcamaya dayanır. Daha teknik bir deyişle gelir oluşmasının temeline tasarrufu değil harcamayı koyar.
İnfâk (harcama) olgusu bu arz yönlü toplumu oluşturmanın maddî yönünü teşkil eder. Bütün toplum, kişinin kendisinden başlayarak en yakınlardan dış halkalara kadar infâk ile birbirine bağlanır. İşte bu noktada arz yönlü ekonomi gündeme gelir. Bu yaklaşıma göre ekonomi insan içindir. Çağdaş kapitalist anlayışta olduğu gibi insan ekonomi için değildir.Krediye dayanmayan ekonomi hem ribâ baskısının hafifletilmesi anlamına gelir, hem de girişim sahiplerinin ortaklıklar kurmalarını teşvik eder.
Bütün bunlar cemiyetin ayakta kalmasının şartı olan genel ahlâkı koruma ve sağlıklı bir kamuoyunu gerçekleştirme amacındadır.85 Zekât, ister malî ister sosyal güvenlik kurumu olarak ele alınsın, bir nesil içinde servet ve mülkiyetin yaygınlaşmasının en önemli aracıdır. Bilindiği gibi zekât temel ihtiyaçlar çıktıktan ve bir yıl geçtikten sonra, bir asgarî geçim çizgisinin (nisâb) üstünde olanlardan altında olanlara, bazan devlet aracılığıyla, gelir transferidir. Vergi sistemi oldukça esnektir. Müslümanların ürün ve gelirlerinden % 5-50 arasında, ayrıca servetlerinden % 2,5 oranında vergi (zekât) alınmaktaydı.
Hz. Osman’dan sonra zekât, devletin karışmadığı, tıpkı namaz gibi ferdî bir sorumluluk unsuru ve sosyal dayanışma kurumu olarak yaşamıştır.
İslâm imtiyaz tanımaz. İslâm toplumunda imtiyazlara karşı bir tutum takınılmakla birlikte kabiliyet ve gelir farklılaşmasının tabiî kabul edilmesi işbölümünün ve sosyal hareketliliğin temelidir.86
Gelir, yetenek ve güç farklılaşmaları bir üstünlük sebebi değil dünya hayatındaki sınamanın aletleri olmalıdır.87İşbirliği ve bütünleşme çabalarına rağmen bugünkü İslâm ülkelerini İslâm devleti tanımına sokmak zor olduğu gibi iktisadî sistemlerini de “İslâm ekonomisi” olarak sıfatlandırmak kabil değildir. İnsanıyla, toplumuyla, devletiyle İslâm gerçekleşmeden “İslâm iktisadı” uygulamalarının geçiş dönemi uygulaması olma şansı bile yoktur.
Bireylere üstünlük ilmî88 ve ahlâkî89 ve anlamlarda tanınmıştır. Bu yüzden İslâm toplumlarında toprak aristokrasisi ile sanayi ve ticaret burjuvazisi oluşmamıştır. Fütüvvet ve ahilik geleneğine bağlı olan esnaf teşekküllerinde küçük ölçekli fakat yaygın bir sanayi sistemi oluşturmuşlar ve sınıf geleneğinin oluşmasına imkân vermemişlerdir.90 İslâm’ın sınıflaşmayı önleyici vasfı, vakıflar gibi içtimaî hizmet kurumlarının gelişmesinde oynadığı rol ile de sabittir. Böylece, kişilerin gelir fazlaları, bizzat kendileri tarafından, içtimaî hizmet kurumlarına aktarılmıştır. Dolayısıyla, teknik olarak müstehlik rantı denen bir mala değerinden daha fazla fiyat ödeyebilme takatinin, lüks tüketimde (ulaştırma araçlarındaki mevki farkları, turistik tarifeler, umumi hayat standardının çok üstündeki harcamalar şeklinde) israf edilmemesi, toplum refahının artmasına yardımcı olması amaçlanmıştır.
Vakıflar İslâm’daki hizmet müesseselerinin temelini teşkil etmektedir.91 Yine muhtelif hadislerde “sadaka-i câriye” (sürekli sadaka) gibi ıstılahlar altında vakıf teşvik edilmiştir. Böylece İslâm devletlerinde özellikle ilk devirlerden sonra Selçuklular ve Osmanlılar zamanında lüks tüketime yönelemeyen tüketici rantları vakıflara akarak sosyal refahı yükselten yaygın bir sabit sermaye teşekkül etmiştir.
Vakıf sistemi sosyal güvenlikle alakalı olduğu kadar eğitim, sağlık ve sosyal yardım, diyanet ve bayındırlık yatırımlarını yürüten kurum olarak malî sistemin üçüncü alt öğesini teşkil etmiştir.
İslâm ülkelerinin geçmişinde belirleyici olan fütüvvet ve ahilik geleneğinin ihyâ edilmesi iktisat-ahlâk bütünlüğünü tekrar oluşturmada ilk adımı oluşturacaktır. Yeni bir uygarlık oluşturmanın hareket noktası budur.
Mülkiyetin asıl sahibi Allah’tır. İnsanların mülkiyeti Allah’ın mülkiyetinden türemiştir. Allah’ın kullarına bağışladığı mülk onlara verilen emânettir. Kulun elindeki mülk bir imtihan aracıdır ve özel mülkiyetin toplumsal çıkarlarla çatışmaması lazımdır.91
İslâm mülkiyetin temelinde öncelikle emeği arar. Sermaye ve toprak gibi diğer üretim faktörlerinin de ürünlerinin ferde ait oluşu ancak onun emeğiyle desteklenmiş olmasıyla mümkündür. Yine özel mülkiyetin toplumsal çıkarlarla çatışmaması lazımdır. Bu yüzden enerji kaynakları, stratejik madenler, geniş tarımsal topraklar üzerinde kamu mülkiyeti öngörülmüştür.
Özel mülkiyet bir hak olarak kabul edilmekle93 birlikte kişiye malında her dilediği şeyi yapmak hakkı verilmemiştir.94 Bu yüzden özel mülkiyeti sosyal bir görev aracı olarak yorumlayabiliyoruz. Bu şekilde İslâm’ın “malı koruma” ilkesi ortaya çıkıyor. Bu ilke hem malı saldırılardan korumak, hem de onu israf etmekten ve yoketmekten kaçınmak anlamlarına da gelir.
Özel mülkiyetin yaygınlaştırılması, belli ellerde toplanmasının önlenmesi aynı zamanda İslâm iktisadının en önemli hedeflerinden biridir. Yine bu sebepten miras mümkün olduğu kadar çok yakınlar arasında paylaştırılır.95
Mülkiyet olgusu bir yönüyle insan şahsiyetiyle ilgilidir. İslâm insana güvendiği ve onun şahsiyetine büyük değer verdiği için özel mülkiyeti de tanır. Zira özel mülkiyeti kabul etmeyen sistemler insana güvenmeyenlerdir. Mülkiyet insan şahsiyetinin gereği ise mülkiyete hürmet insana hürmetten başka bir şey değildir.
Mülkiyet şahsiyet ve hürriyetle ilgili olduğu için mülkiyet büyüdükçe ona sahip olan kişinin de hürriyeti büyür ve toplumun hürriyetini tehdit etmeye başlar. Bu durum, ancak mülkiyetin büyümesine engel olunursa önlenebilir. Şahsiyetin belirleyicilerinden olan mülkiyet küçük ve yaygın olmalıdır.Bu yüzden faizsiz bankacılık gibi gelir dağılımını olumlu yönde etkilemeyen kurumların teorisini yapmaktan çok, insanca bir hayat tarzı ve yeni bir medeniyet ile ilgili sorunlar ele alınmalıdır. Bu yaklaşım binlerce yıllık birikimin önümüzdeki yeni uygarlık ve ekonomi arayışlarına ışık tutması anlamına da gelmektedir.
Ahlâkî kurallara uyarak büyük sermaye sahibi olmanın imkânı yoktur. Bu yüzden küçük sermaye ve küçük mülkiyet emek ürünü olabilir fakat bunu büyük sermaye için düşünemeyiz.
Özel mülkiyet bu imtihan esprisi çerçevesinde toplumsal görev niteliği olan bir haktır. Helâl yollardan elde edilen mülkiyeti gasb ve hırsızlıktan korumak, bu suretle helâl olmayan kazançlara mani olmak emeğe olan saygının bir ifadesidir. Yine bu sebepten meşru mülkiyet korunmuştur ve onu müdafaa hakkı verilmiştir ve Peygamberimiz “Malının önünde öldürülen kimse şehittir” buyurmuştur.96
İslâm’da böyle bir esas olan özel mülkiyetin çerçevesini toplum çıkarları çizmektedir. Toplumun menfaati gerektirdiği zaman özel mülkiyete müdahale edilebilir.
Zaruret hallerinde ferdî mülkiyete geçici olarak yeni sınırlar konabilir.97 Burada zekâtta olduğu gibi belirli bir nisbet söz konusu değildir. Nisbeti tayin eden zarurettir.98
6. Adil Gelir Dağılımı ve İktisadî İstikrar
Servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması ile adil gelir dağılımı iktisat siyasetinin temel hedeflerindendir. Özel mülkiyetin yaygınlaştırılması, belli ellerde toplanmasının önlenmesi aynı zamanda “İslâm iktisadı”nın en önemli hedeflerinden biridir. 99
Ayrıca servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılmasını sağlayan bir başka faktör, mirasın mümkün olduğu kadar geniş bir yakınlar zümresi arasında bölüştürülmesidir. İslâm miras hükümleri mülkiyeti küçük parçalara ayırmaya eğilimlidir.100
Bu hedefe doğru ilkin büyük mülkiyetlerin oluşma süreci ortadan kaldırılır. Kapitalist devletin büyükleri ve büyümeyi teşvik politikası söz konusu olmadığı gibi küçük üretici ve girişimciliğin hakim kılındığını tarihî tecrübe ispatlamaktadır.
Bu ekonomik gücün siyasî güce dönüşmemesi anlamına da gelir. Yine zenginlik bireysel bir olay değil toplumsal bir olaydır. Bireysel yetenekler ancak toplumsal talep varsa zenginlikler oluşturabilir. Bu yüzden zenginliğin toplumla paylaşılması esas olmalıdır. Yine bu ilke iktisadî güçlenmenin belli bir zümrenin değil; bütün toplumun görevi olduğunu gösterir. Burada sosyal adaletin adeta bir finansman unsuru olarak uygulandığını tekrar edelim.
Adil gelir dağılımının esası iktisadî istikrardır. Bunun da üç önemli esası üretim ve arzın yüksek seviyede tutulması, istikrarlı para sistemi ile fiyat ve kalite denetimidir.
Adil gelir dağılımını sağlamak (servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması) fakirliği ortadan kaldırmaktır. Hayatın idamesi için insanların ihtiyaçlarını giderebilmeleri gerekir; o da bunu sağlamak ister. İslâm’ın üst gelir gruplarını değil, alt gelir gruplarını teşvik eden ve iktisadî faaliyete sokan bir iktisadî sistem getirdiğini biliyoruz. Böylece daha üretim safhasının başlangıcında bölüşüm meselesi de büyük ölçüde halledilir.
Gelir dağılımının son derece bozuk olduğu dolayısıyla fakirliğin yaygın olduğu İslâm toplumlarında iş ahlâkının ve iş barışının hatta toplum barışının sağlanması imkansızdır. Bu yüzden ortaya çıkan toplumsal gerginliklerin büyümemesinin temel sebebi aile, akrabalık ve komşuluk geleneklerinin hala varlığını sürdürmesidir. Modern kapitalizmin hor gördüğü bu tür gelenekler toplumlarımızdaki gerginlikleri azaltan en önemli faktördür.
Gelir ve servet dağılımının âdil olmadığı bir toplumda ve dünyada kardeşlikten bahsedilemez. Bu sömürü aslında yerel olmaktan çok global bir sömürüdür. Şüphesiz ki, kardeşini101 kendine tercihte ileri gitme müslümanlıkta ileri gitmedir.102
Günümüzde halen büyümeyi teşvik eden, sonuçta gelir dağılımını bozan zihniyetin ve uygulamanın hakim olduğunu görüyoruz. Bu da gelir ve servet adaletsizliğini arttırmakta dolayısıyla ahlâksızlığın zeminini güçlendirmektedir.
Günümüzde dünya sistemi içerisinde müslümanların etken değil edilgen olmaları, İslâm ülkelerinin dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkeleri olmaları öncelikle ahlâkî bir problem gibi görünmektedir.
İktisadî istikrar sosyal adaletin ve adil gelir dağılımının sağlanmasının temel şartlarındandır. Bunun da üç önemli esası üretim ve arzın yüksek seviyede tutulması, istikrarlı para sistemi ile fiyat ve kalite denetimidir.
İslâm’ın, iktisadı ahlâka bağlama yönündeki temel tavrı fiyat konusunda da geçerlidir. Burada alıcı ve satıcılara müsamahalı olmaları yönünde bir davranış öğütlenir: “Satarken cömert ve müsamahakar hareket eden, alacağını isterken cömert ve müsamahakar olan kula Allah merhamet eder”.103 Buna göre pazarlık vetiresinin sertlikten uzaklaşması amaçlanır. Talep cephesinin düşük fiyat verme, arz cephesinin yüksek fiyat isteme eğilimi yumuşayarak arz ve talebin esneklik kazanması ve fiyat istikrarının kolaylaşması düşünülür.
İnsanlar, hayırlı işlerde rekabet etmeli, yarışmalıdırlar. İktisadi anlamda rekabetin bir süre sonra rekabeti öldürdüğü ve şu veya bu şekilde anlaşmalarla sonuçlandığı bilinmektedir. Bu yüzden daha işin başında yardımlaşma ve dayanışmanın bir esas olarak kabul edilmesi tekelcilik gibi arzu edilmeyen şeylerin doğmasına yol açacak ortamın belirmesini büyük ölçüde önler.
İslâm ekonomisi kapitalizmin dayandığı kitlevî üretim olgusunu benimsemez. Buna karşılık ihtiyaca göre üretim fikrini uygular. İlk bakışta bu yaklaşımın yüksek bir üretim kapasitesi yaratamayacağı düşünülebilir. Ancak küçük üreticiliğin hakim kılındığı bir sistem içinde herkesin ihtiyacını gidermeyi hedefleyen yüksek bir üretim seviyesi tutturulmuştur. İhtiyaçların başında halkın beslenme, giyinme ve barınma ihtiyaçları gelir. Bu yüzden tarım ve küçük sanayi sistemiyle savunma ihtiyaçlarını gidermeye yönelik sanayi faaliyetleri öncelik taşır.
Hz. Peygamber ilke olarak toprağı işleyenin ona sahip olmasını ve herhalde toprağını boş bırakmamasını istemiştir. Boş toprakların da işletmeye açılması özendirilmiştir. Büyük tarımsal topraklarda, kişilere kullanım hakkının tanınması yanında, kural olarak devlet mülkiyeti tanınmıştır. Daha Hz. Peygamber döneminde iktâ’ denen bu uygulama sonraları tımar sistemi olarak yaşatılmıştır.
İslâm ekonomisi istikrarlı ve reel para sistemini savunur. Bu bir noktada belirsizlik ve bilinmezliklerin giderilmesi ilkesinin tabiî bir sonucudur. Paranın sadece mübadele aracı olma fonksiyonu ön plana çıkarılmıştır.
Fiyat ve kalite denetimi narh sistemi olarak yaşamıştır. Buna göre fiyatların, ilke olarak, tekelci müdahalelerin olmadığı bir piyasada serbestçe oluşması istenmiştir. Devlet veya tekelci güçler tarafından yapılacak müdahalelerin ticâret hacmini daraltacağı ve karaborsaya yol açacağı bilinmektedir. Ancak eksik rekabet şartları altında ve özellikle ihtikar ortamı oluştuğunda fiyatlar devlet denetimine tâbidir.
Fiyat denetimi gibi narh sistemi içinde yer alan kalite denetimi ve standardizasyon da aynı zamanda bilinmezlik ve belirsizliklerin giderildiği reel ekonominin gereğidir.
Yine ticarî faaliyetlerde tüketiciyi aldatacak davranışlardan kaçınılması, mal fiyatlarını yapay olarak yükseltecek spekülatif müdahalelerden uzaklaşılması istenmiştir. Mal komisyonculuğu yasaklanmış, malların üreticiden tüketiciye en kısa yoldan ulaşması amaçlanmıştır.
İslâm iktisadının da hedeflerinin başında, zenginliğe değil, temiz kalbe ulaşmak gelir. Zenginlik bir güç, itibar ve iktidar vesilesi olmamalıdır. Sadece hizmet ve infâk vesilesi olmalıdır. Ancak böylece temiz kalbe ulaşmayı sağlayan bir araç olabilir.
Gerek İslâm’ın iktisadî ilkeleri, gerek tarihî tecrübe bize, İslâm iktisadının bir öz sermaye iktisadı olduğunu göstermektedir. Kredi arzı teşvik edilirken kredi talebi en aza indirilmeye çalışılmıştır. Krediye dayanmayan ekonomi hem ribâ baskısının hafifletilmesi anlamına gelir, hem de girişim sahiplerinin ortaklıklar kurmalarını teşvik eder.
O halde İslâm iktisadında işçilik kalıplaşmış ve sürekli bir statü değildir. Bunun için İslâm iktisadı emek-sermaye, işçi-işveren ilişkilerini Batı’dan farklı olarak çatışma içerisinde değil bir işbirliği içerisinde düzenlemiş ve bu ilişkileri mutlak değil nisbî ilişkiler olarak kabul etmiştir. Emeğin teşkilatlanması sınıfsal karaktere bürünmemiş, işçi ile işveren, esnaf sisteminde, aynı çatı altında birleştirmiştir.
İşbirliği ve bütünleşme çabalarına rağmen bugünkü İslâm ülkelerini İslâm devleti tanımına sokmak zor olduğu gibi iktisadî sistemlerini de “İslâm ekonomisi” olarak sıfatlandırmak kabil değildir. İnsanıyla, toplumuyla, devletiyle İslâm gerçekleşmeden “İslâm iktisadı” uygulamalarının geçiş dönemi uygulaması olma şansı bile yoktur.
İslâm ülkelerinin geçmişinde belirleyici olan fütüvvet ve ahilik geleneğinin ihyâ edilmesi iktisat-ahlâk bütünlüğünü tekrar oluşturmada ilk adımı oluşturacaktır. Yeni bir uygarlık oluşturmanın hareket noktası budur. Günümüze müslümanların tecrübeleri yani İslâm tarihi iyi bilinmediği için “İslâm iktisadı”na İslâm tarihi değil Batı tarihi kaynaklık etmekte ve bir tür ‘İslâm Kapitalizmi’ ortaya çıkmaktadır.
Bilgi ve usul meselelerini halletmeden İslâm’ın bütünlüğünü ve “İslâm iktisadı”nın bu bütün içerisindeki yerini belirtmek mümkün değildir. İslâm’ın kültürel ve tarihî bütünlüğünü dikkate almadan yapılan “İslâm iktisadı” çalışmaları “faizsiz ve zekâtlı kapitalizm”i düşündürmektedir. Bu tür çalışmalar “İslâm iktisadı”ndan çok, kapitalist iktisat teorisine katkıda bulunmaktadır.
Kapitalizm, hevesleri sınırsız burjuva tipini oluşturmuş ve onu homo- economicus ismiyle modelleştirmiştir. Oysa üretim tarzının hedefi ise insanın tüketim ihtiyaçlarını gidermekle birlikte sonsuz maddî tatmin eğilimi yerine sonsuz manevî tatmin imkanlarını vermek olmalıdır. Yine harcamalarda ve tüketimde itidal savunulmalıdır. Harcama ve tüketim eğiliminin yaygın bir şekilde canlı kalması istenmiştir.
“İslâm iktisadı” ferdiyetçi değil, şahsiyetçi ve cemaatçi eğilimlere sahiptir. Kendi çıkarını ön planda tutan insan tipi İslâm’a yabancıdır. Devletçilik olsa olsa ekonominin denetim ve gözetim alanlarını kapsar. Yoksa devlet üretici değil ancak üretim alanında organizatör olabilir. Bu çerçevede ferdî ve özel teşebbüsü engelleyici ve ona rakip değildir.
Az gelişmiş veya kalkınmakta olan ülkeler Batı türü bir kalkınmayı bir hayat yolu olarak benimsemiş görünüyorlar. Bu ülkeler “kalkındıkça” kalkınmış ülkelerle aralarındaki açık kapanacağına daha da artıyor. Dünya nimetlerinin dörtte üçü dünya nüfusunun ileri kapitalist üçte birinin tekeli altındadır.
Günümüzde ihtişam ile sefalet, aşırı beslenmeden ölüm ile açlıktan ölüm yanyana barınıyor. Silahlanma ve başkalarını tahribe yönelen kaynakların çok az bir kısmı açlık sorununu ortadan kaldırabilir. Gerçekten kapitalist sistem kendisini “tehlikeye” atmıştır. Bütün bunlar insanca bir hayat tarzı özlemini ve yeni bir uygarlığı gündeme getiriyor.
Bu yüzden faizsiz bankacılık gibi gelir dağılımını olumlu yönde etkilemeyen kurumların teorisini yapmaktan çok, insanca bir hayat tarzı ve yeni bir medeniyet ile ilgili sorunlar ele alınmalıdır. Bu yaklaşım binlerce yıllık birikimin önümüzdeki yeni uygarlık ve ekonomi arayışlarına ışık tutması anlamına da gelmektedir.
* * *
1. Fütüvvet ve ahilik hakkında bkz. Giese F., “Osmanlı imparatorluğunun teşekkülü meselesi”, Türkiyat Mecmuası, S. 1-İst. 1925; Abdülbaki Gölpınarlı, “İslâm-Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”, İÜİFM, XI, İst. 1952, s. 354; Aynı yazar “Şeyh Seyyid Gaybi oğlu Şeyh Seyyid Hüseyin’in Fütüvvetnâmesi, İÜİFM, XVII, İst. 1960, s. 27-155; Franz Taeschner, “İslâm Ortaçağında Fütüvva Teşkilâtı”, İÜİFM, XV, İst. 1955; Aynı yazar, “İslâm’da Fütüvvet Teşkilâtının Doğuşu Meselesi”, Belleten, 142, Ankara 1972, s. 209- 210; L. Massignon, “Guild-Islamic”, Encyclopaedia of the social sciences, VII- VIII, 214-216; “Sınıf”, İslâm Ansiklopedisi, X, 555.↩
2. Osmanlı Devleti XVIII. yüzyılın birinci bölümünde, 1747-1768 yılları arasında uzun süreli bir barış dönemi yaşamıştır. 21 yıl süren uzun ve kesintisiz bu barış döneminden sonra 1768 yılından 1820’lerin sonuna kadar uzun, yıpratıcı, masraflı ve yenilgilerle biten savaşlar yapmış, bunun sonucunda bütçe harca- maları önemli oranda artmıştı.↩
3. Kalvinizmin izafe edildiği Jean Calvin (1509-1564) teokrat olduğu kadar siyasetçidir. Cenevre kentinin diktatörü olarak ölen Calvin’in, Stefan Zweig’ın 1936’da yazdığı bir kitabında Hitler’i çağrıştıracak bir ifadeyle ele alınması ilginçtir. Bkz. Kılıçbay, 2006, I, 90-98.↩
4. Sombart, Werner (2005), Kapitalizm ve Yahudiler, (Çev. S. Gürses), 2. bs.İleri Yay. İst. ; (2008), Burjuva, (Çev. Oğuz Adanır), 2. bs. Doğu-Batı Yay. İst.; Kılıçbay, M. Ali (2006), “Kapitalizm, Kalvinizm ve İslami Kalvinistler”, TİSK Akademi Dergisi, I. 2006, 91.↩
5. Buna bir örnek olarak Medine pazarı uygulamasını verebiliriz. Bu pazarda mevki avantajları gibi rantların oluşmasına imkan verilmiyordu: Cengiz Kallek, Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, İst. 1992. Yine İslam piyasa ekonomisiyle Ortaçağ Batısındaki uygulamanın birbirlerine çok benzediğini biliyoruz: Orta çağın ilk yarısında idealize edilen buhransız ve ihtirassız ekonomik hayat yeniden geçerli olup şehir için dayanışma ve himaye esaslarına göre örgütlen- miş bir ekonomik ve sosyal düzen tesisine çalışılmıştır. Şehre ucuz ve bol erzak sağlayabilmek için malın pazara gelmesini, herkesin ihtiyacı oranında ve arz edilen miktar göz önünde tutularak alımını yapmasını sağlamak, zahirenin üreticiden dolaysız bir şekilde tüketici eline geçmesini sağlama prensipleri dahilinde hareket ediliyordu. Bu nedenle, pazara gelme- den bir malın, şehre varmadan yolda alınmasının, ihtiyaçtan fazlasını alıp depo ederek suni darlık yaratarak ihtikar yapılmasının önlenmesi gerekiyordu. Satılmak üzere gelen mallar pazar yerinde belediye memurları gelip evsafını ve fiyatını tesbit edinceye kadar bekletilir ve pazar açıldıktan sonra satışına izin verilirdi. Fiyatlar narha tabiydi. Pazar yerlerinde, mevki rantını önlemek için, pazarcı esnafın yeri belli bir sıra dahilinde değişiyordu. Bkz. Halil Sahillioğlu, İktisat Tarihi Ders notları. ↩
6. Sée, Henri, Modern kapitalizmin doğuşu, Çev. T.Erim, İst. 1970, s.43. İslâm’ın sömürüye, sömürgeciliğe imkan tanımayan; adaletsizliğe, ferdîyetçiliğe, riba, kumar ve spekülatif işlemlere karşı olan sistemi kapitalizme geçiş imkanı ver- memiştir.
7. İdeoloji konusunda bkz. Cemil Meriç, Ümrandan uygarlığa, İst. 1984.
8. Sosyal tarih çalışmaları için bkz. Freyer, Hans, İçtimai nazariyeler tarihi (Çev.T. Çağatay, 2. bs.), Ank. 1968, 20-26.
9. Ona göre klasikler, ‘İngiliz medeni hukukunu Hindistan’ın yerli halkı üzerine zorla empoze eden’ zihniyetinin etkisiyle teorilerini ‘bütün dünyanın Londra’nın sermayedarlarından oluştuğu’ varsayımı üzerine kurmuşlardı. Soyut akıl yü- rütme yöntemi ise ona göre Ricardo’nun Yahudi olmasından kaynaklanıyordu. Yine o tümevarımın tümdengelimle birlikte kullanılması gerektiğini vurgula- mıştı. Bu nakiller için bkz. Kurmuş, Orhan, Bir bilim olarak iktisat tarihinin doğuşu, Ank. 1982, 143-5.
10. Alman tarihçi okulu hakkında bkz. Rist C.- Gide, C., Fizyokratlardan günü- müze kadar iktisadî mezhepler tarihi, (Çev. A. Muammer-Ş. Kaya), 4. bs. İst. 1341, 497-535; Kazgan, Gülten, İktisadî düşünce veya politik iktisadın evrimi, 2. bs. İst. 1973, 208-210; Kurmuş, 1982, 143.
11. Kurmuş, 1982, 79-89.
12. Kurmuş, 1982, 166-171.
13. İngiltere’de 1600’lü yılların başında radikal bir kalvinist mezhep olarak yayılan püritenlik İngiltere’de 1649’da Cromwel’in iktidara gelmesinde, ABD’nin kuruluşunda ve kızılderili soykırımında etkili olmuştur. Afganistan ve Irak’ın işgallerinde püriten geleneğininin önemli yeri vardır.
14. Schumpeter, Joseph A., History of Economic Analysis, London, 1961, s.73-74. Schumpeter’in bu samimi itirafı bir çok batılı yazarın girmeye cesaret edeme- diği bir alanı işaret etmektedir. Mesela bkz. Galbraith, J. K. İktisat Tarihi, Çev. M. Günay, İst. 2004, s. 28.
15. İslâm iktisadî düşünce tarihinin kaynakları hakkında bkz. Orman, Sabri, İkti- sat, tarih ve toplum, İst. 2001, s. 247-299; Ayrıca bkz. Abul-Hasan M.Sadeq- Aidit Ghazali (Ed.), Readings in İslâmic Economic Thought, Longman Malaysia, 1992; İslâm İktisadı Araştırmaları, İst.1988.
16. Aclûnî, Keşfu’l- Hafa, I, 412
17. Zâriyât, 51/56.
18. Bakara, 2/25, 277; Nisa, 4/57, 112, 124, 173; Mâide, 5/9, 55, 69; Kehf, 18/30; Nûr, 24/97.
19. Şuarâ, 26/88.
20. “De ki, Allah’ın kulları için ortaya çıkardığı güzellikleri ve temiz, hoş rızıkları kim haram kıldı” (A’raf, 7/32).
21. “Şüphesiz ki, Allah müminlerden kendilerini ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe, 9/111; ilgili diğer âyetler: Âlu İmrân, 3/14-15; Şûrâ, 42/27; Zuhruf, 43/33-35).
22. Nûr, 24/38.
23. Kur’an’da “Biz yeri, göğü ve arasındakileri boş yere yaratmadık” (Sâd, 38/27) ve “Şurasını iyi biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan vasıtasıdır” (Enfâl, 8/28; ilgili diğer ayetler: Âlu İmrân, 3/186; Kehf, 18/7; Câsiye, 45/22; Tegâbün, 64/15) buyrulmuştur.
24. Bakara, 2/22, 29, 35, 36, 58; Mâide, 5/ 120; A’raf, 7/10, 24; Tevbe, 9/24, 115; İbrahim, 14/32; Hicr, 15/19-21; Nahl, 16/5, 11-14; Taha, 20/53-54; Hacc, 22/65; Lokman, 31/20; Mümin, 40/79-80; Casiye, 45/13; Kâf, 50/11; Mülk, 67/15.
25. Bakara, 2/60, 68, 177; Mâide, 5/88; A’raf, 7/128, 160; Nahl, 16/114.
26. En’am, 6/165; Mâide, 5/48.
27. Kıyâmet, 75/36.
28. Tekâsür, 102/8.
29. “Her ümmet için bir fitne vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır”: Tirmizî, Zühd, 26.
30. İsra, 17/70.
31. Tîn, 95/4.
32. Tîn, 95/15.
33. Me’aric, 70/19-25.
34. Hacc, 22/66.
35. İsra, 17/83.
36. Fecr, 89/15-20.
37. Beled, 90/10; Alak, 96/6-8.
38. İsra, 17/190.
39. “Şüphesiz ki, kâfirlerin ne malları, ne çocukları Allah’tan gelecek şeyden onları kurtarabilecektir. Onlar ateşin yakıtlarıdır”: (Âlu İmrân, 3/10); “Bırak onları yesinler, faydalansınlar. Onları emel oyalasın. Yakında bileceklerdir” (Hicr, 15/3; ilgili âyetler Âlu İmrân, 2/116, 145, 152; Nisa, 4/134; Tevbe, 9/69; Hûd, 11/16-17; Nahl, 16/30; İsra, 17/18-19; Mü’minûn, 23/114).
40. “Ameller (eylemler) niyete göredir. Kişiye niyetinin karşılığı verilecektir”. Buhârî, Bedu’l-vahy, 1; İman, 41.
41. Peygamberimiz şöyle buyurmuştu: “Şüphesiz ki, din samimiyettir…Allah’a, Kitabı’na, Elçisi’ne, müminlerin önderlerine (devlet başkanlarına) ve cemiyet- lerine karşı olan samimiyet”: Müslim, Îmân, 95; Ebû Dâvûd, Edeb, 4944.
42. Buhârî, Ahkâm, l.
43. Lokman, 31/33.
44. “Allah, sizin ne dış görünüşünüze ne de mallarınıza bakar. O sadece sizin kalplerinize ve amellerinize bakar”: Müslim, Birr 33; İbn Mâce, Zühd, 9; İbn Hanbel, II, 285, 539.
45. “Ey iman edenler. Kendinizi düzeltmeye bakın. Siz doğru yolu bulunca sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüp varacağı nihayet Allah’tır (Mâide, 5/105).
46. Kişi çevresinde ufak olsun büyük olsun bir fenalık gördüğünde eliyle, gücü yetmezse dili ile önlemelidir. Buna da gücü yetmezse onu kalbiyle kötülemelidir. Ebû Dâvûd, Salat, 1140; Melâhim, 4340.
47. “Sizden sadece zulmedenlere isâbet etmekle kalmayacak fitneden sakınınız” (Enfâl, 8/25).
48. Klasik fıkıh usulünde ihtiyaçlar zârûriyât, hâciyât ve tahsîniyât olarak sıralama gösterirler. Bunları insanın hayatını sürdürebilmesi için yeme-içme, barınma, giyinme gibi temel ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçları en güzel şekillerde karşılayan kültürel, entellektüel ve sanatsal boyutlar olarak yorumlayabiliriz. Zaten ikti- satta da ihtiyaçların zorunlu, kültürel ve lüks olarak bir sıralama gösterdiğini biliyoruz. Bu ihtiyaçlar zaman ve mekan içersinde izafî ve nisbî olabilir. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Yaran, Rahmi, İslam Fıkhında İhtiyaç Kavramı Ve Kurumsallaşması, İst. 2007.
49. “Kanâat tükenmez bir hazinedir” buyurulmuştur: Keşfu’1-hafa, II, 102. Her- hangi bir şeyi lüzumundan fazla kullanmak, yani israf etmek, bir şeyi beyhude yere dağıtmak, layıkı olmayan yerlere sarfetmek, bir şeyin olmasını hırsla istemek kötü huylardır. Fakat güzel şeylere erişmek için hırs göstermek iyidir.
50. “Zenginlik mal mülk çokluğundan değildir. Zenginlik gönül zenginliğidir”: Buhârî, Rikak, 15; Müslim, Zekât, 120; Tirmizi, Zühd, 40; İbn Mâce, Zühd 9; “Müslüman olup da ancak yetebilecek kadar rızıklandırılan kimse kurtulmuştur. Allah verdiği şeyle onu tatmin etmiş, kanâat sahibi kılmıştır”: Müslim, Zekât, 125; Tirmizi, Zühd, 35; İbn Hanbel, II, 8.
51. “Kim Allah’a tevekkül ederse O ona yeter” (Talâk, 65/3); “Müminler Allah’a te- vekkül etsinler”(İbrahim, 14/11); “Eğer mümin iseniz Allah’a tevekkül ediniz” (Mâide, 5/23).
52. “Bir işe başlayacağın zaman Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever”: Âlu İmrân, 3/159; Âlu İmrân 3/122, 160; Mâide 5/11; Tevbe 9/51; Tegâbün 64/13.
53. Sâd, 38/10.
54. Tirmizi, Kıyâmet, 60.
55. “Allah rızkı kullarına sınırsız olarak verseydi yeryüzünde azgınlık çıkarırlardı. Fakat Allah dilediği kadar indiriyor. Şüphesiz o kulların herşeyinden haberdar olan ve onları bilendir” (Şûrâ; 42/27).
56. Buhârî, Nefekât, l; Müslim, Zühd, 41; Tirmizî, Birr, 44; Nesâî, Zekât, 78.
57. “Ey iman edenler, hiçbir alışveriş, dostluk ve şefaatin olmayacağı gün gelmeden size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infâk edin” (Bakara, 2/254).
58. Vâkıa, 57/7.
59. “Adem oğlunun mal dolu iki vadisi olsa hiç şüphesiz üçüncüsünü de ister. Adem oğlunun karnını ancak toprak doyurur. Bununla beraber Allah da tevbe edenlerin tevbesini kabul eder”: Buhârî, Rikak 10; Müslim, Zekât 116-119; İbn Hanbel, III, 247, 341; V, 219; Ayrıca bkz. Tirmizî, Zühd 27, Menâkıb 32, 64; İbn Mâce, Zühd 27.
60. “Adamlar vardır. Ne bir ticâret ve ne de bir alışveriş onları Allah’ı anmaktan, namazlarını kılmaktan, zekâtlarını vermekten alıkoyamaz” (Nûr, 24/38).
61. “Başkalarına zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur”: İbn Mâce, Ahkâm, 17; Malik, Akdiye, 31; İbn Hanbel, V, 327 hadis-i şerifi ve bundan çıkarılan diğer hukuk kaidelerinden birkaçı: “Zarar kadim olmaz” Mecelle: 7, “Zarar izale olunur” Mec. 20, “Zarâr-ı âmmı def’ içün zarâr-ı hâs ihtiyar olunur” Mec. 26, “Zarâr-ı eşedd, zarâr-ı ehaff ile izale olunur” Mec. 27 vs.nitekim Hz.Peygamber iktâ’ ettiği tuz madeninin bulunduğu bir toprağı ferdî mülkiyet altında olması kamuya zarar vereceği gerekçesiyle geri almıştı: Ebû Dâvûd, Harâc, 3064.
62. Mesela bkz. Sée, 1970, 43.
63. “O gün, ne mal fayda verir ne de evlat, ancak Allah’a temiz bir kalple gelenler fayda bulur”: Şuarâ, 26/88-89.
64. “İnsan, başkalarına karşı, kendisine nasıl davranılmasından hoşlanıyorsa öyle davransın”: Müslim, İmâre 46. Ayrıca bkz. Nesâî, Bey’at 25; İbn Mâce, Fiten 9.
65. Suyutî, Kenzü’l-Ummâl, 3/17, No: 5225.
66. Ahmed b. Hanbel, I, 194. Yine “ Kalbine danış. İyilik, kalbin uygun gördüğü ve yapılmasını tasdik ettiği şeydir. Günâh ise içini tırmalayan ve başkala- rı sana yap diye fetvâlar verseler bile, içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.”:Ahmed b. Hanbel, IV, 227-228; Dârimî, Büyû, 2.
67. Suyûtî, el-Câmi’u’s-Sağîr, 3, 244; Gazzâlî, İhya, II, 64
68. Fütüvvet ve fütüvvetnâmeler hakkında geniş bilgi için bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, “İslâm-Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”, İÜİFM, XI, İst. 1952, s. 354; Aynı yazar “Şeyh Seyyid Gaybi oğlu Şeyh Seyyid Hüseyin’in Fütüvvetnâmesi, İÜİFM, XVII, İst. 1960, s. 27-155; Franz Taeschner, “İslâm Ortaçağında Fütüvva Teşkilâtı”, İÜİFM, XV, İst. 1955; Aynı yazar, “İslâm’da Fütüvvet Teşkilâtının Doğuşu Meselesi”, Belleten, 142, Ankara 1972, s. 209- 210; “Fütüvvetnâme”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, III, 262.
69. Bu ilkeler için bkz. Msl. Kuşeyrî, Risale, Mısır, 1319, s. 112; Muhyiddîn b. Arabî, Fütûhâtu’l-Mekkiye, I, Bulak, 1269, s. 262; Erdebilî Kitabu’l-fütüvve, v.100b. Süleymaniye Ktp. Ayasofya Kit. Nu. 2049 da kayıtlı Mecmuatu’r-resail fi’t-tasavvuf içinde.
70. Sombart kapitalizmin Batı’ya sağladığı imkanları, “Zengin olduk, çünkü ırklar ve milletler bizim için tamamen öldüler, bizim için kıtalar ıssızlaştı” ifadesiyle sömürgeciliğe bağlar. Bkz. Sée, 1970, 43; XVI. yüzyılın ilk yarısında İspanyol Cortez Aztek, Portekizli Pizarro İnka uygarlıklarını kısa sürede ‘her türlü zulüm ve alçaklık’la yokettiler. Altın elde etmek için Aztek ve İnkaların yokedilmeleri hakkında bkz. Cipolla, Fatihler, Korsanlar, Tüccarlar, (Çev. T. Altınova), İst. 2003, 2-3; Yelken ve Top, (Çev. A. Kayabal), İst. 2003, 75; “Coğrafî keşif- lerden sonra Avrupa devletleri açgözlükte ve barbarlıkta birbirleriyle yarıştı- lar”. Baharat ticareti için Portekizliler, Hollandalılar, İngilizler, İspanyollar ve Fransızlar insanları fakir düşürdüler, köleleştirdiler ve kimilerinin de kökünü kuruttular”: Dalby, Andrew, Tehlikeli Tatlar, Tarih Boyunca Baharat, (Çev. N. Pişkin), İst.2004, 11.
71. “Ve gerçekten de insan ancak kendi çalıştığını elde eder” (Necm, 53/39). Hz. Peygamber de kazancın en üstününün el emeğinin ürünü olduğunu belirtir: “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yememiştir”: Buhârî, Büyû’, 15.
72. NurettinTopçu, Yarınki Türkiye, İst. 1997, s. 23.
73. Buharî, Mezâlim, 33.
74. Oysa Hz. Peygamber ücretin işçiye “teri kurumadan” verilmesini emretmiş (İbn Mâce, Ruhûn, 4) hele ücretle bir kimse çalıştırıp da ücretini vermeyen kimsenin kıyamet gününde hasmı olduğunu bildirmiştir (Buhârî, Büyû’, 106).
75. “Kişinin sırtında odun taşıyarak geçimini sağlaması, versin veya vermesin birisinden birşey istemekten daha hayırlıdır”. Buhârî, Nefekât, 1.
76. Mâide, 5/32.
77. Buhârî, Fiten, 2; Ahkâm, 4.
78. Hz. Peygamber “Bütün kulların hepsinin kardeş olduklarına tanıklık ederim” buyurur. Ebû Dâvûd, Salât, 1508
79. Mâide, 5/105.
80. Şuara, 26/214.
81. “Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için (çeşitli ümmetlere ayırdı). O halde hayırlı işlerde yarışın” (Mâide,5/48).
82. “Allah adaleti, ihsanı ve yakınlara vermeyi emreder” (Nahl, 16/90); “Yakına, miskine ve yolcuya hakkını ver” (Rum, 30/38).
83. “Müslümanlar, kendileri fakirlik ve ihtiyaç içerisinde olsalar bile diğer kardeşlerini kendi öz canlarına tercih ederler” (Haşr, 59/9) âyeti toplumcu yaklaşıma bir örnektir.
84. “İnsan, başkalarına karşı, kendisine nasıl davranılmasından hoşlanıyorsa öyle davransın”: Müslim, İmâre 46. Ayrıca bkz. Nesâî, Bey’at 25; İbn Mâce, Fiten 9; “Birbirinize kin tutmayınız, hased etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilginizi kesmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz. Bir müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terketmesi helâl değildir”: Buhârî, Edeb 57, 58, 62; Müslim, Birr 23, 24, 28, 30-32. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24; İbn Mâce, Duâ 5.
85. “Siz insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. Çünkü Allah’a inanıyorsunuz” (Âlu İmrân, 3/110).
86. “İnsanları derecelendirdik ki, birbirleriyle iş görsünler” (Zuhruf, 43/32).
87. “Allah, sizi yeryüzünün halifeleri yapan, bize verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için derecelendirendir” (En’am, 6/165).
88. Hucûrât, 49/13.
89. Zümer, 39/9.
90. L.Massignon,”Guild-Islamic”, Encyclopaedia of the social sciences, VII-VIII, 214-216; “Sınıf”, İslâm Ansiklopedisi, X, 555.
91. Hz. Peygamber Hz. Ömer’e şöyle bir tavsiyede bulunmuşlardı: “Bir şeyin aslını, satılmamak üzere, hayır vasıtası kıl. Yalnız mahsulü harcansın ve sadaka olarak dağıtılsın”: Buharî, Hars, 14.
92. “Biliniz ki mallarınız da çocuklarınız da ancak birer imtihan vasıtasıdır. Asıl büyük mükâfat ise şüphesiz Allah katındadır” (Enfâl, 8/28 ve Âlu İmrân, 3/186; Kehf, 18/7; Casiye, 45/22; Teğabün, 64/15), “Şüphesiz ki Allah inananlardan kendilerini ve mallarını Cennet karşılığında satın almıştır” (Tevbe, 9/111).
93. “Erkeklerin kendi kazandıklarından bir payı olduğu gibi kadınların da yine ken- di kazandıklarından payı vardır” (Nisa, 4/32).
94. Hûd, 11/84-88.
95. Nisa, 4/176.
96. Buharî, Mezâlim, 33.
97. Meselâ Medine’ye hicretten sonra ensar ile muhacirler arasında bir kardeşlik kurulmuş, muhacirlere ensarın bir kısım malları verilmiş, kazançları ortak kılınmıştı. Hatta Hz. Peygamber de bu şekilde bir hurmalığa sahip olmuştu. Hayber’in fethinden sonra bu malların eski sahiplerine geri verildiğini biliyoruz. Müslim, Cihad, 70.
98. Abdurrasûl Ali (1968), el-Mebâdiü’l-iktisadiyye fi’l-İslâm, Kahire, s. l10.
99. “Ta ki, bu servet içinde sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın” (Haşr, 59/7).
100. Nisa, 4/176.
101. “Müslüman müslümanın kardeşidir… Kim kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun bir ihtiyacını giderir…”: Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58.
102. “(Müslümanlar) kendileri fakirlik ve ihtiyaç içerisinde olsalar bile (diğer kardeş- lerini) kendilerine tercih ederler”: Haşr, 59/9.
103. Buhârî, Büyû’, 16; Ayrıca bkz. İbn Mâce, Ticârât 28.
1 Response
[…] İslam İktisadı Ve Modern Kapitalizm (Ahmet Tabakoğlu – 14.02.2016) […]