Gazap Üzümleri Devam Ediyor
O yol yitirmişler bu dünyanın malına üşüştüler, birbirleriyle haram elde etmek için dövüştüler.
Cennetin, cehennemin alametleri gözlerinden kaldırıldı; Cennetten yüz çevirdiler, amelleriyle cehenneme yüz tuttular.
Rableri çağırdı onları, onlar yüzlerini döndürdüler; şeytan çağırdı onları; icabet ettiler, ona döndüler.
Hz. Ali (Sıffin savaşından önce, Nehc’ül Belaga, s. 232)
“Tehachapi’den sabah aydınlığında geçtiler, güneş arkalarında kaldı. Derken… Ayaklarının altında geniş ovayı gördüler. Al frene bastı, yolun ortalık yerinde durdu.
– “Amanın bakın bakın” diyordu.
Bağlar, bahçeler, dümdüz geniş bir ova, yemyeşil pek güzel; sıra sıra ağaçlar, çiftlik evleri. Baba: “Şükürler olsun Tanrı’ya” dedi.
Uzaklarda kentler, yemiş bahçeleri arasında kasabalar…
Sabah güneşi aşağıya altın gibi vurmuş.
Arkalarından bir araba korna çaldı, Al kamyonu yana çekip durdu.
“Uzun uzun bir bakmak istiyorum ben”
Sabah güneşinde altın başaklı tarlalar, sıra sıra söğütler, sıtma ağaçları
Baba içini çekti
“ Hiç bilmezdim böyle bir şey olabileceğini”
Şeftali ağaçları, kestane koruları, parça parça koyu yeşil portakal bahçeleri.”
Yukarıda alıntıladığım parça John Steinbeck’in, Gazap Üzümleri adlı romanından bir bölüm, Oklahoma’dan toprakları banka tarafından haczedilen bir ailenin cenneti bulmak düşleriyle geldikleri Kaliforniya’ya ilk ayak bastıkları anda gördükleri ve hissettiklerini anlatıyor. Adeta bir cennete gelmiş gibi mest oluyorlar, ancak zar zor bir meyve bahçesinde bütün aile olarak buldukları bir işten sonra yaşamaya başladıkları cehennemi ve mücadelelerini anlatarak devam ediyor, bu müthiş romanı burada anlatmayacağım, ancak romanın son zamanlarda bana hissettirdiği şeylerden bahsedeceğim. Joad ailesi bütün bir aile olarak bir portakal bahçesinde çalışıyorlar ve bu bahçenin kampında ikamet etmeye başlıyorlar. Kampın içine dışarıdan herhangi bir yiyecek içecek getirmek yasak, her ihtiyaçlarını kampın kantininden gidermek zorundalar, fakat burada problem şu, bütün ailenin tüm gün çalışmaları sonucu elde ettikleri kazanç, kaldıkları barakanın kirası, yiyecek ve içecek gibi günlük ihtiyaçlarını karşılamaya ancak yetiyor, çünkü aldıkları ücret çok düşük olmasına rağmen, satın aldıkları malların fiyatları çok yüksek. Bu durum bütün bir ailenin köle gibi bahçe sahibine çalışmasına yol açıyor. Yani aile büyük umutlarla geldikleri Kaliforniya’da tam bir cenderenin içine düşüyor. Bütün bir aile çalışıp kazandıkları paraları gene işverenlerine ait tesislerde tüketiyorlar.
Günümüzde büyük metropoller de ya da şehirler de yaşayanlar, diyelim İstanbul’da yaşayan üniversitede işletme, iktisat veya bilgisayar programcılığı gibi bölümlerden mezun olanlar veya güvenlik, temizlik işlerinde çalışan lise mezunları; bu insanlar giderek daha da artan plazalarda, banka şubelerinde veya holdingler de çalışmaya başlıyorlar, tabii bu arada genellikle eşleri de buralarda çalışıyor. Buralardan aldıkları maaşları, bu holdinglerin alışveriş merkezlerinde, marketlerinde harcıyorlar, bu holdinglerin bankalarından krediler çekip, yine bu holdinglerin ürettikleri araçları veya evleri, 3,5 veya 10 yıl vadelerle satın alıyorlar. Alınan evler şehrin dışına gidiyor, mahallelerin dışına çıkılıyor, insanlar birbirinden uzaklaştırılıyor. Pazarlar, camiler, okullar ve sosyal alanlar ayrılıyor. Çalışanlar bırakın aldıkları maaşları harcamayı, ayrıca ömürleri boyunca borçlandırılıyorlar. Günlük ihtiyaçlarını karşılamayı aldıkları kredi kartlarıyla sağlıyorlar, banka olmayan paraları harcatıyor, sen daha maaşını almadan borçlanıyorsun. Evleri, arabaları, kendileri, çoluk çocukları sigortalanıyor. Sen zaten hastalanacaksın diye ya da evinde yangın çıkabilir, sokakta başına saksı düşebilir, arabayla kaza yapabilirsin diye bu holdinglerin, tröstlerin sigorta şirketlerine durmadan paralar ödeniyor, adamlar bize risk satıyor.
Peki tarihte nasıl olmuş, bu sadece günümüze ait bir şey mi? “Para ölçeği henüz başlangıç döneminde olduğu mal değiş tokuşunun ilkel biçimlerinin sürüp gittiği yerlerde ticaret kolektif bir eylem halinde kaldı, önceleri oymağın işi oldu sonra da devletin. Mısır’da Firavun hem Tanrı, hem hükümdar, hem de işletmeciydi. Yasaya göre yalnızca o üretici, satıcı ve alıcıydı. Ambarları ticaret tekeline sahiptiler. Uyrukları genellikle onun memurları ve topraklarının yöneticileriydiler.” [1] Nitekim Kuran şöyle der: “Ve Firavun halkına bir çağrıda bulunarak “Ey Kavmim” dedi. “Mısır’ın hakimiyeti bana ait değil mi? Bütün bu nehirler benim ayaklarımın altında akmıyor mu? Sizin en büyük efendiniz olduğumu görmüyor musunuz?” [2]
Ya da şöyle “O ülkede firavun kendini büyüklük duygusuna kaptırmış ülke halkını kastlara sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kısmını iyice hor ve güçsüz görmek istiyor ve bunun içinde erkek çocuklarını öldürüyor, yalnız kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o gerçekten de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak isteyen kimselerdendi.” [3]
Görüldüğü gibi yapılan zulümler ve bu zulme karşı verilen mücadeleler, bildiğimiz tarihin başına kadar gider. Nitekim M.Ö. 1700’lü yıllarda Babil ve Ninova ticarette çok ileri gitmişlerdi. Fırat ve Dicle kıyılarında resmi makamlar yalnızca ekonomi ile ilgili bir şey olduğunda bununla ilgili yasa ve buyrukları çıkarıyorlardı. Yönetici durumundaki rahipler zümresi de para işlerinde doğrudan ticaretle uğraşanlar kadar becerikli ve atılgandılar. Ödünç para vermeyi keşfetmelerinin hemen ardından rehin ve faiz geldi. Avans olarak tohumluk verildi. Karşılığında garanti olarak gelecek yılın ürünü isteniyordu; ayrıca borç alanın köleleri, karısı, kızı ve evi de garanti olabiliyordu. Belirli miktarda maden de ödünç veriliyor ve vade sonunda madenin %12’den %20’ye kadar bir fazlalıkla geri verilmesi isteniyordu. Böylece rehin ve faiz doğmuştu. Faiz oranlarının en üst sınırları yasayla saptanabildiği gibi, kira sözleşmesi, şirket ortaklığı, vekillik, simsarlık ve komisyon işleri de yasal esaslara bağlandı. [4]
Peki daha sonra ne oldu? Cahiliye Mekke’sinden bir manzara paylaşayım. “Ebrehe’nin hezimetinin bir takdir-i ilahi olduğunu anlayan Araplar, Harem-i Şerif’e ve Hac ibadetine çok büyük önem gösteriyorlar. Bu zafer Kabe’ye büyük bir itibar kazandırıyor. Bunun üzerine Kureyş, Hums müessesesini icat ediyor. Bu kuruma Mekke sakinleriyle Kureyş’in en yakın müttefikleri üye olabiliyor. Buna göre Kureyş (kutsiyetini muhafaza etmek bahanesi ile) dışarıdan yiyecek içecek, giyecek sokamayacaklarını ileri sürerek, Hums kapsamına girmeyen hacıları, yiyecek ve içeceklerini Mekke’den almaya mecbur ediyorlar. Tüccarın lehine işleyen bu mekanizma Mekke ekonomisini güçlendiriyor. Din kisvesine büründürülen bu Hums müessesesi, ekonomik olarak çok önemlidir.” [5]
Yaklaşık 7. Yüzyıldan itibaren başlayan İslam akınları zaman içinde Batı Avrupa’yı tehdit eder bir vaziyete gelmişti, gerçi Batı Avrupa mesela Fenikeliler, Antik Yunan ve Roma gibi etkilerden dolayı hep doğunun kültürünü almak durumunda kalmış olmasına rağmen, İslam akınları ile birlikte Akdeniz’le olan bağlantısı da kopmuş, kendi kaynaklarıyla yaşamak zorunda bırakılmıştı. Bunun etkisiyle başlatılan Doğu’nun kaynaklarına el koymak için girişilen Haçlı Seferleri için kaynak gerekiyordu. “Toprak sahipliği servet sahipliğini yardıma çağırmıştı. Fakat Kilise buna karşıydı, para ne tohumu tanıyordu, ne de hasadı. “Komşundan faiz almamalısın” buyuruyordu, Musa’nın kitabı. İncil ise “Borç verirsen karşılığında hiçbir şey ummadan ver” diyordu. Kilise faiz alanı tek kelime ile günahkar sayıyordu, ruhban sınıfına ticaret yapmayı da yasaklıyordu.” [6] Fakat bu durum uzun sürmedi, kilisenin koyduğu yasaklar birer birer yıkıldı, para değiştirmek, borç para vermek gibi şeyler olağan hale geldi ve “ Manastırlar köylülere borç para veriyor, karşılığında tarlaları rehin sayıp, ürünü kendi alıyordu. Bazı Manastırlar bu ürünü Pazara götürüp satmayı da kendileri üstlendiler, böylece tarımsal kredi kurumları gelişti. Kilisenin başka temsilcileri de bir Komandit sözleşmesi ile büyük çapta ticarete atılmıştı. Vergi toplayan manastır tarikatları, dünyasal senyörlere borç veren sermayedarlar oldular. [7]
1800’lü yıllarda dünyanın yeni bir ekonomik düzeni kuruluyordu, Kapitalizm. “Bu, ekonomik büyümenin rekabetçi özel girişime, ( emek dahil ) her şeyi en ucuza alıp en pahalıya satma başarısına dayandığına inanan bir toplumun zaferiydi. Kaidesi bu olan, dolayısı ile bulundukları toplumsal konuma enerjileriyle, zekaları ile ve sahip oldukları değerlerle yükselen ve orada kalan kişilerin meydana getirdiği bir burjuvazinin sağlam temellerine dayanan bir ekonominin, yalnızca maddi zenginliğin uygun bir biçimde dağıtıldığı bir dünya değil, aydınlanmanın, aklın ve insani fırsatların durmadan geliştiği, bilimlerin ve sanatların ilerlediği, özetle ivmesi sürekli artan maddi ve ahlaki ilerlemenin hakim olduğu bir dünya yaratacağına inanılıyordu.” [8]
Fakat durum düşünüldüğü gibi bir uygarlık mı doğurdu, yoksa bütün tarihi kapsayacak bir bunalımlar çağını mı? İnsanlık, kapitalizmin ortaya çıkışıyla beraber günümüze kadar görülmemiş düzeyde bir birbirini boğazlama tarihi yaşadı, iki tane dünya savaşında milyonlarca insan öldü. Emperyalizmin çıkar savaşının kurbanı masum milletler oldular. “On dokuzuncu yüzyıl uygarlığı dört kurum üzerinde duruyordu. Bunlardan ilki, bir yüzyıl boyunca büyük devletler arasında uzun ve yıpratıcı bir savaş çıkmasını önleyen güç dengesi sistemiydi. İkincisi dünya ekonomisinin eşi görülmemiş biçimde örgütlenmesini sağlayan uluslararası altın standardıydı. Üçüncüsü, görülmemiş bir maddi refaha yol açan kendi kurallarına göre işleyen piyasaydı. Dördüncüsü ise liberal devletti.” [9]
İşte 1800’lü yıllardan bugüne gelindiğinde tarihin derinliklerinde sadece bazı bölgelerde var olan bu hayatın her cephesini ele geçirme isteği bugün tüm yeryüzünü sarmış bulunmakta, hak ile batılın kavgası zalimlerin zaferleriyle sürmekte. Yani yeryüzünün büyük bir çoğunluğu şirketlerin, holdinglerin, devasa yapıların kontrolü altına girmiş durumda. Adamlar toprağımıza, suyumuza, madenlerimize, tohumlarımıza varıncaya kadar her şeyi mülkiyetlerine alıyorlar. Bütün pis işlerini üçüncü dünya dedikleri ülkelere yaptırıyorlar, oradaki ucuz işçilikle üretilen mallar, gelişmiş ülkelerde tüketiliyor, Somali’den çıkan balıklar, Fransa’da tüketiliyor, Somalili’ler açlıktan ölüyor. Pakistan’da, Mısır’da üç otuz paraya yaptırılan tekstil ürünleri bu ülkelerde her türlü sömürüyü meşru bir şekilde işlerken, bu ürünler gelişmiş ülkelerin halklarına bu büyük firmaların markaları ile satılıyor. Çin’de insanlar ayda 50 dolar gelirlerle fabrikalarda yatıp kalkarak üretim yapıyorlar.Bu şirketler yeryüzünde her şeyi kontrol etmeye çalışıyorlar. Sistemin dışında kalan bütün ülkeleri de buraya dahil etmek için her şeyi yapıyorlar. Bölgemizde yaşananlar neyin göstergesi. Yaklaşmakta olan büyük çatışma ne için yapılacak? Bütün kavga neo liberal politikaların bütün bölgenin ülkelerini ve insanlarını ele geçirmek için yapılıyor. Yani kampın dışında kimse kalmayacak. Kısacası Gazap Üzümleri devam ediyor.
Peki, bu böylemi gidecek? Bu soruya, bir dostumdan dinlediğim bir alıntıyla cevap vereyim, Bir Kürt atasözü derki, “Dinya li dinyê, çavê gur li mîyê” yani “dünya dünya olalı kurdun gözü kuzudadır.” ama nereye kadar? *
[1] Değiş tokuştan Süper Markete, Tarih boyunca ticaretin öyküsü, Rene Sedillot, 1983 basım, çeviren Esat Nermi Erendor s.45
[2] Zuhruf suresi, 51. Ayet; Muhammed Esed Meal, Tefsir
[3] Kasas suresi, 4. Ayet; Muhammed Esed Meal, Tefsir
[4] Değiş tokuştan Süper Markete, Tarih boyunca ticaretin öyküsü, Rene Sedillot, 1983 basım, çeviren Esat Nermi Erendor s.52
[5] Cengiz Kallek, Hz. Peygamber döneminde Piyasa
[6] Değiş tokuştan Süper Markete, Tarih boyunca ticaretin öyküsü, Rene Sedillot, 1983 basım, çeviren Esat Nermi Erendor s.182
[7] Değiş tokuştan Süper Markete, Tarih boyunca ticaretin öyküsü, Rene Sedillot, 1983 basım, çeviren Esat Nermi Erendor s.184
[8] Sermaye çağı, Eric Hobsbawm s.14
[9] Sermaye çağı, Eric Hobsbawm s.14
[10] Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, s.35
*Burhan Sönmez, Hrant Dink ile ilgili yaptığı konuşmadan alıntıladım.
Abi çok iyi yazı olmuş. Ek olarak hali hazırda uygulanan ve ülkemizdeki mevsimlik tarım işçilerinin de maruz kaldığı şeye çok yakın olan peşkir yani ailecek kiralama ve çalışanı içinde çıkılamayacak bir sarmala hapsetme anlayışı varlığını farklı adlarla ve yasal dayanaklarla devam ettiriyor. Bu noktada alınacak tavrın mahiyeti öyle yada böyle netleşmeli yada mesele netleştirilip basit bir hedefe sabitlenmeli kanaatindeyim. bu kadar bilgi kirliliği içinde meramımızı aktarmanın bir yolunu bulmak durumundayız. Yoksa yasal olarak köleleştirilmeye devam edicez. Kalemine sağlık .