Öznur Sevdiren: İş kazalarına yol açan nedenlere kayıtsız kalan bir yapı ile karşı karşıyayız

Can kaybıyla sonuçlanan iş kazalarının en önemli sebeplerinden biri işverenler açısından caydırıcılığın olmaması. Dün yine benzer bir hadise gerçekleşti, 3 işçi 3. köprü inşaatında göçük altında kaldı. Uludağ Üniversitesi’nden Öznur Sevdiren’in iş kazalarının mukadderat vurgusuyla olağan algılanmasını ve uygulamadaki çarpıklıkları mesele edinen bu yazısını ilginize sunuyoruz.

Öznür Sevdiren/ 20.12.2013/ Radikal

“Gaziantep’te bir AVM’nin yılbaşı ışıklandırmasında çalışan işçi düşerek yaşamını yitirdi.” (7 Aralık 2013)
Anaakım gazetelerin ilk sayfasında asla yer alamayacak, olağan dünyada anlık bir empatinin dışında etkisi hazin bir biçimde sınırlı bir haber. Mesele ‘sayı’ değil; anlıyoruz. Hatırlanacağı gibi, inşaatında bir gece basit önlemlerle önlenebilecek yangın nedeniyle uyudukları çadırlarda hayatlarını kaybeden 11 işçinin trajedisi, Marmara Park AVM’nin açılışında fecir vakti başlayan kuyruk ve izdiham arasında yitip gitti son kertede. Dava devam ediyor, fakat Türkiye’de iş kazaları ile ilgili ceza davalarına ilişkin yargı pratiği düşünüldüğünde, sonucun adalet duygusunu tatmin edeceği konusunda ciddi tereddütler var. Yargının bu pratiği, güvencesiz ve sağlıksız koşullarda çalışmanın dahi lütuf olarak görüldüğü, mukadderat fikrinin zihniyet ve algı dünyamızda önemli bir yer tuttuğu, dahası ölümün tevekkül ile karşılanması gerektiğinin yeri geldiğinde mevcut siyasi iktidarın en yetkili sözcüsü tarafından ilan edildiği bir memlekette şekilleniyor. Dolayısıyla durumun bir yerde Demokrat Yargı Derneği’nin analitik soyutlaması ‘hâkim vasatı’yla izahı mümkün bir tarafı var. Fakat, esasen, hâkim ve savcıların formasyonu, yetişme biçiminin rolü bir tarafa, Türkiye’de iş kazalarından doğan cezai sorumluluk ile ilgili davalar Türkiye kapitalizminin tarihsel ve güncel gereksinimleri, Avrupa ile entegrasyonu ile ilgili temel mesele ve açmazlarının doğrudan doğruya izlenebildiği bir alan olma vasfı taşıyor.

Türkiye ‘istisnailiği’

Gerçekten iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili Avrupa Birliği ve ILO standartları ile uyumlu bir mevzuat oluşturulmaya çalışılıyor. 2003 tarihli İş Kanunu’nun dışında, 2012 tarihli İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu da yürürlüğe girdi. Bu kanun yürürlük tarihleri kısmen ertelenmekle birlikte, kural olarak iş güvenliği uzmanı bulundurma yükümlülüğünü genelleştirirken işyeri hekimliği uygulamasını da zorunlu hale getirdi. Bu itibarla, Türkiye mevzuatı, AB devletleri pozitif hukuku ile önemli ölçüde uyumlu hale gelmiş durumda. Fakat, işyerinde ölüm ile sonuçlanan ‘kazalara’ bakıldığında (1) SGK tarafından açıklanan resmi istihdam verileri çerçevesinde Türkiye’de kayıt altına alınan ölümle sonuçlanan kaza oranının çok daha yüksek olduğu görülebilir. Avrupa ülkelerinde üretimin ucuz işgücü amacıyla Hindistan, Bangladeş, Çin gibi ülkelere kayması bu durumu kısmen açıklıyor, nitekim söz konusu ülkeler dünyada iş kazalarının en yoğun görüldüğü ülkeler olarak kabul ediliyor ve ILO istatistikleri (ILOSTAT) bu durumu doğrulayan veriler içeriyor; örneğin bu istatistiklerde Hindistan’da 2007 yılında iş kazası oranı her yüz bin kişide 116 olarak görünüyor.

Türkiye’yi bu bakımdan AB ülkelerine kıyasla ‘üçüncü dünya’ya yaklaştıran, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili kuralsız çalışma yaşamı. İstanbul İş Sağlığı ve Güvenliği Meclisi, bir süreden beri iş kazaları ile ilgili başta gazete haberleri olmak üzere bir dokümantasyon çalışması yapıyor. Bu haberler değerlendirildiğinde, iş kazalarının çok temel iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınmaması, zorunlu bilgilendirme ve eğitimlerin yapılmaması, okul sıralarında olması gereken çocuk işçilerin tehlikeli sektörlerde çalıştırılması gibi bir dizi nedeni var. İşyerinde meydana gelen ölüm ve yaralanma olaylarında yıllar içinde kayda değer bir azalma olmaması da şaşılacak bir durum değil. Türkiye’de iş kazalarının kader olarak değerlendirilmesi gerektiği fikriyatını şu veya bu biçimde vazeden, yeniden üreten, yapısal olarak iş kazalarına yol açan nedenlere kayıtsız kalan bir yapı ile karşı karşıyayız.

Cezasızlık 

Türkiye’de iş kazalarının temel nedenlerinden biri, örneğin, taşeron işçilik uygulaması; başta inşaat ve maden sektörü olmak üzere, çok tehlikeli veya tehlikeli işler kategorisinde çalışırken hayatını kaybeden işçilerin büyük bir bölümü taşeron işçisi. İş mevzuatı, hukuki statüsünü alt-işveren olarak belirlediği taşeron uygulamasını temizlik ve yemek gibi ‘yardımcı işler’ ve asıl işin ‘işyeri işletme gerekleri ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren’ kısımları ile sınırlandırmasına rağmen, pratikte taşeron işverenlik rutin. Konunun özel hukuk açısından arz ettiği sorunlar bir tarafa, taşeron işçilerin ölümü ve yaralanması ile ilgili yapılan yargılamalarda sorumluların çoğunlukla cezasız kaldığını söylemek mümkün. Konuyla ilgili az sayıda kararda Yargıtay, hem alt işveren hem asıl işvereni sorumlu tutmanın kural olarak anayasal bir ilke olan cezaların şahsiliği prensibine aykırı olacağını içtihat ediyor ve fiili işbölümünün nasıl yapıldığına bakılarak ona göre bir belirleme yapılmasını istiyor. Bu değerlendirme ise alana son derece yabancı. Hakikatte, taşeron işçiler hiçbir işletmede izole bir biçimde çalışmıyorlar, temizlik işçisi olarak ağır sanayide istihdam edilen işçilerin çalışır halde makinelerin bakımını yapmaya çalışırken hayatlarını kaybetmeleri veya kalıcı sakatlıklara maruz kalmaları Türkiye’de çok trajik bir biçimde çalışma yaşamının ‘vaka-ı adiye’lerinden. Nitekim, pek çok durumda esasen güvencesiz ve sendikasız olarak muvazaalı biçimde taşeron işçi olarak çalıştırılanlar, asıl işverenin kendi işçileri.

İş kazalarında asıl sorumluların cezadan bağışıklığını doğuran diğer bir neden, uygulamada ‘fiilen üretimden’ sorumlu olmayan işveren ve işveren vekillerine kusur izafe edilmeyeceği yaklaşımı (bkz., örneğin, Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin, 2012/16102 E., 2013/8373 K. no’lu kararı). Ceza hukukunun temel ilkelerinden kusur sorumluluğu çerçevesinde bakıldığında, ilk bakışta bu önermenin dogmatik açıdan aleyhe argümanları önemli ölçüde bertaraf ettiği söylenebilir. Nitekim, iş kazaları söz konusu olduğunda genellikle belirli bir (gerçek) kişi değil, bir kamu hukuku veya özel hukuk tüzelkişisi söz konusudur ve mevzuatımızda özel hukuk tüzelkişilerinin cezai sorumluluğu sadece faaliyet izninin iptali ve müsadere gibi güvenlik tedbirleri ile sınırlı. Bu yaklaşımın doğal sonucu, işveren şirketin yetkili organları aracılığıyla iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili yetkilerini devrettiği çoğunlukla mühendis olan kendisi de işverene iş sözleşmesi ile bağlı iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarının sorumlu olması olarak uygulamada tezahür ediyor. Fakat tam da bu nedenle ceza hukuku objektif sorumluluğu kabul etmediği, başka bir deyişle ancak kusur sorumluluğunu kabul ettiği için, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili önleyici tedbirler bir tarafa, mevcut noksanları gidermek için öneride bulunma yetkisi dahi ‘fiilen’ sınırlı kişilerin mahkûm olmalarının, ne adalet ile ne de cezaya izafe edilen pozitif önleme fonksiyonu ile telifi kabil değil.

Nitekim, iş güvenliği uzmanlarının ve diğer işveren vekillerinin bu konumu dikkate alınarak, aslında ceza normlarını epeyce zorlayan kararlar alınıyor. Ceza sorumluluğunu olabilecek en alt seviyeden kurabilmek için hapis cezasının süresine bakılmaksızın adli para cezasına çevrilmesini mümkün kılan basit taksirle (TCK 22/2, 50/4) öldürme ve yaralanma hükümleri uygulanıyor. Halbuki bazı iş kazalarında kasten öldürme ve yaralamaya sebebiyet hükümlerini dahi uygulamak mümkün. Bursa Mustafakemalpaşa’da 19 işçinin hayatını kaybetmesine neden olan kömür ocağında basına yansıyan haberlerdeki verilere göre gaz ölçüm cihazının düzenli olarak kullanılmasını sağlamayan ve 40 cm’lik borularla yapılması gereken havalandırmanın 12 cm’lik bahçe hortumuyla yapan işverenin metan gazı sıkışması sırasında işçilerin ölebileceği tasavvuru ile ölüm neticesini kabullenerek hareket etmiş olduğunu iddia etmek mümkün. Türk Ceza Kanunu’nun 21/2 maddesi, fiilinin suçun kanuni tanımındaki unsurlarını gerçekleştirebileceğini öngörmesine rağmen kabullenen kişinin olası kastla hareket ettiğini hüküm altına alıyor. Dolayısıyla somut olayda koşulları bulunduğunda olası kast hükümleri uygulanmalıdır.

Ceza yargılaması, haliyle, iş kazalarını önlemenin sadece bir veçhesi. Koruyucu ve önleyici tedbirler alınmadan ve etkin bir denetim yapılmadan iş kazalarını önlemek mümkün değil. Ne var ki, Türkiye uygulamasında iş cinayetleri ile ilgili esas failler bakımından devam eden, mazur, meşru ve hukuki olarak görülen cezasızlık olgusu, yeni cinayetlerin sebebi olmaya devam ediyor.
1) http://ec.europa.eu/health/data_collection/docs/idb_report_2013_en.pdf
*Yrd. Doç. Dr., Uludağ Üniversitesi

http://www.radikal.com.tr/yorum/yarginin_is_cinayetleriyle_imtihani-1167082

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir