“HES’lerde işçi ölümleri isyan ettiriyor” – Agos
İnşaat sektörünün ekonominin lokomotifi olduğu iddialarına, sektörün spekülatifliğine ve enformal yapısına kentsel yatırımlar üzerinden dikkat çekmeye çalışarak cevap verdik, veriyoruz. Kentsel alanlar inşaat ile genişlerken sadece fiziksel yapıyı değiştirmiyorlar, aynı zamanda buralara yerleşen yeni ahaliye istihdam da sağlıyorlar. En azından iktidarın, işsizliğin önünü hazır sektör büyüyorken inşaatla almaya çalıştığı, belirli verilerden anlaşılıyor, daha önce de dikkat çekmeye çalışmıştık:
http://www.emekveadalet.org/arsivler/10420
Ne var ki, inşaatta istihdam edilen nüfus, hem sektörün enformalliğinden hem de maliyetlerin düşürülmesi pahasına güvencesiz bir şeklide, en basit önlemler dahi alınmadan çalıştırılıyor. HES inşaatlarının enerji ihtiyacını karşılayıp karşılamadığı tartışması bir yana, yapılan doğa katliamının ötesinde kırsala dair korkutucu yeni bir “kategori” oluşuyor; HES inşaatlarında ölen işçiler.
Bu vesileyle her ayın ilk Pazar günü Galatasary Lisesi önünde buluşan yakınlarını iş cinayetlerinde kaybeden ailelerin tuttuğu Vicdan ve Adalet Nöbetleri’ni de tekrar andıktan sonra, bu HES cinayetlerinin peşinden giden haberciler Funda Tosun ve Erhan Arık’a kulak veriyoruz şimdi:
http://www.agos.com.tr/hes-gercegini-anlattilar-1658.html
HES’lerde işçi ölümleri isyan ettiriyor
Haber: FUNDA TOSUN / Fotoğraflar: Erhan Arık
2006 yılından bu yana 65 kişinin öldüğü, 108 kişinin de yaralandığı baraj ve hidroelektrik santrallerindeki (HES) ölümlere sürekli yenileri ekleniyor. Açılan davaların çoğunda HES’lere durdurma kararı çıkmasına karşın, inşaatlar sürüyor. Yaşanan kazalar, HES inşaatlarının bir an önce bitirilmesi için şantiyelerde işçi sağlığı ve güvenliği hiçe sayılarak çalışıldığını gösteriyor. Firmalara caydırıcı cezalar verilmemesi yeni ölümlerin meydana gelmesinin en büyük sebebi. Devlet olan bitene seyirci, hatta çoğu zaman şirketlerin en büyük destekçisi konumunda. Pek çoğu, AK Parti’ye oy veren inançlı insanlar olan ve devletle ilk kez karşı karşıya gelen köylüler, hükümetin tavrından son derece rahatsız; hatta yöneticilere beddua edecek kadar kızgın.
Erzurum’un Aşkale ve Tortum ilçeleri ile Giresun’un köylerini dolaştık, HES olgusunun halkın yaşamını nasıl etkilediğini araştırdık. 5 günlük tanıklıktan çıkardığımız sonuç şu: Enerji elbette ki önemli, ama insanların ve doğanın yaşamını hiçe sayan bir enerji, kimseye huzur getirmeyecek. Devlet ve şirketler, doğanın yaşamasını ve insanların can güvenliğini sağlamak zorunda. Yakınlarını kaybeden bu insanlar, seslerinin duyulmasını bekliyor. Onların sesleri duyulmalı ki, yeni can kayıpları yaşanmasın.
GİRESUN
‘Lafın özü, cüzi bir kamulaştırma
bedelini dört can ödedi’
15 Mayıs tarihinde, Giresun’un Dereli ilçesinin Kızıltaş köyünde Doruk Enerji Üretim AŞ’ye ait HES inşaatındaki istinat duvarı çalışması sırasında bir heyelan meydana geldi. Toprağın altında kalan 5 işçiden 4’ü hayatını kaybetti. Erdem Erdem (16), Kerem Erdem (35), Kenan Özdemir (43), Mustafa Yiğit’in (45) öldüğü, Zafer Kırlak’ın (29) ise yaralı olarak kurtulduğu olayı en iyi anlatan cümle köylülerden birinin deyişiyle, “Lafın özü; çok cüzi bir kamulaştırma bedelini dört can ödedi.”
Tipik bir iş cinayeti olarak nitelendirilebilecek ‘kaza’da ağabeyi Kerem Erdem’i kaybeden, kendisi de aynı şirkette bir HES işçisi olan Veysel Erdem, hayatta kalmasını, o gün izinli olmasına borçlu: “Aynı HES projesi üzerinde ben de çalışıyorum. Onunla aynı kaderi paylaşıyorum yani. O gün ben işe gitmedim, istirahatlıydım. Göçüğün olduğu yerde birkaç gün önce yaklaşık şu çekyat büyüklüğünde bir taş düş-müştü ve yapılan kalıplardan birine vurmuştu. O gün o kalıbın içinde çalışırken göçük gelmiş. Olay yerinin üzerinde bir yayla evi vardı ve asıl mesele o yayla evinin istimlak bedelini verip de evi yıkmadıkları için ortaya çıktı. Şirketin çok büyük kabahati var. Toplam 20-25 bin liralık ederi olan o evi yıkamadıkları için normalde yatay olarak yürütülmesi gereken kazıyı dik olarak yapmak zorunda kaldık. Aynı şu duvar gibi 90 derecelik açıyla kazı yapıldı. Şirket ucuza kaçtı yani, insan canı ucuz… Biz oraya vardığımızda toprak uçmuş gelmişti. Şirket yetkilileri gelmişler, görmüşler, kaçıp gitmişler. Biz gittikten çok sonra kepçe geldi. Önce yaralı arkadaşımızı kurtardık, belden aşağısı toprak içindeydi. Sonra abimi çıkardık; zaten çıkardığımızda canı yoktu. Sonra da diğerlerini…”
‘Elimize kazma-küreği verdiler, başladık’
Diğerleri gibi sezonluk işçi olarak yevmiye usulüyle çalıştığını söyleyen Veysel, işe girmeden önce herhangi bir eğitim almadıklarından, kazalar konusunda bilgilendirilmediklerinden şikâyetçi: “Önce dört ay çalıştık. Sonra kış koşullarında işten çıkarıldık. Havalar düzelince tekrar çalışmaya başladık. Elimize kazma küreği verdiler ve başladık. Yapıyorduk yani, o işlerin acemisi değildik; ömrümüz inşaatlarda geçtiği için birkaç gün sadece zorluk çekiyorduk.”
Veysel Erdem’in adaletin gerçekleşebileceğine inancı çok az. ‘Kaza’dan sonra şirket yetkililerinden herhangi birinin tutuklanmamış olması bu inancın doğruluğunun en büyük göstergesi olduğunu söyleyen Erdem, Temmuz ve Aralık 2011 tarihinde aynı bölgede, 2 ayrı ölümlü ‘kaza’nın daha yaşandığı hatırlatarak, “Ailelerin tepkisini yatıştırmak için sadece iki şantiye şefini tutukladılar. Onlar da bir nevi işçi. Şirket’in üst düzey hiçbir yöneticisine dokunmadılar. Tutuklananları da ya bıraktılar, öyle duyduk, ya da bırakacaklar.”
Veysel haklarını arayacaklarını ifade ediyor ama o kadar yoksullar ki, şirket kendilerini tatmin edecek bir para verirse davadan vazgeçebileceklerini de söylüyor: “Mahkemeye gitsem ne kazanabilirim? Şirket dese ki, mahkeme sonunda üç lira kazanacaksın, ben sana bugün üç lira veriyorum. O zaman anlaşırız. Çünkü mahkeme kaç yıl sürecek bilmiyoruz. Bu arada beş çocuk nasıl geçinecek, ne yiyecek bilmiyoruz. Yani kardeşimin canının parasını verseler, anlaşırım şirketle… Belki o ev kamulaştırılsaydı, o kazı yatay alınsaydı, bu iş de olmayacaktı. Ama hepsi kader, kısmet, alınyazısı…”
‘Gidin çalışın, biz size yardım edeceğiz’
Göçükten yaralı olarak kurtulan Zafer Kırlak, o günün her zamanki gibi bir gün olduğunu, ancak olaydan birkaç gün önce heyelan olabileceğine dair ilk işaretlerin göründüğünü anlatıyor. Ancak, geliyorum diyen tehlikeye rağmen herhangi bir önlem alınmamış: “Her günkü gibi normal işimize gidiyorduk. Çalışmaya başladık. Yeni her şey her zamanki gibiydi. Sağlığımız sıhhatimiz de yerindeydi. Kalıbımız 1 metre uzunluğunda, iki buçuk metre genişliğindeydi. Biz çalışmaya başladık, kalıbımızın bir tarafını bitirdik. İkinci tarafına geçmeden önce öğlene yakın çayımızı içtik, ekmeğimizi yedik. Döndük tekrar kalıbın yanına. Dayım da oradaydı. Sonra o bir iki dakikalığına dışarı çıktı. Göçük oldu işte. Benim belden aşağım gömüldü. Diğerleri tamamen gömüldü. İki gün önce zaten kalıbın üzerine taş gelmişti, kalıbı yamultmuştu ama bir önlem alınmadı. Bize bir uyarı yapmadı şirket. Söyledik, ‘Siz gidin çalışın, biz size yardım edeceğiz’ dediler. Şirketin işi ilerlesin, gerisi de önemli değil zaten.”
‘İnanmasak ne çare!’
Köylülere ait toprağın bölgede sadece yüzde 5 civarında olması, Dereli halkının yöre ahalisine göre HES’lere daha az tepki duymalarının nedeni. HES’lerin yapıldığı alanların yüzde 95’inin hazine arazisine bağlı olması, köylülerin olaya müdahil olma ‘hak’kını kendilerinde bulmalarına engel. Kırlak, HES’le ilgili çalışmaların bundan altı-yedi yıl önce kendilerinden habersiz olarak yapıldığını söylüyor: “ Yedi yıl kadar önce, içimizden birileri şehre indiğinden internetten öğrendi, derelerin satıldığını. Biz önce inanmadık. Sonra bir gün buraya dozerler geldi, inşaatlar kuruldu. Bizi topladılar meydana ve ‘Biz suyu alacağız, kanala koyacağız sonra yine size vereceğiz’ dediler. İnandık. İnanmasak ki ne çare, toprak onun, suyu almış. Muhtarla da anlaşmış. Biz ne yapabiliriz ki.”
‘Tam 16 demir saydım’
Göçük altında 16 yaşındaki oğlunu kaybeden Ekrem Erdem, 10 çocuklu bir aile babası. İnşaatta sigortasız olarak çalıştırılan oğluyla ve diğer işçi arkadaşlarıyla yemek yedikten sonra, olayın olduğu yerde çalışmaya başladıklarını söylüyor. Alan çok dar olduğu için kendisinin diğerlerinden ayrılarak iki metre uzakta duran demirleri saymaya başladığını anlatan Erdem, “Tam 16 demir saydım, oğlumun yaşı, sonra bir gürültü duydum” diyor.
“16 yaşındaydı. Sigortasız çalışıyordu. Şimdi aslında o çalışmıyormuş da öylesine o inşaattaymış gibi şeyler söyleniyor ya. Peki çalışmıyormuş da nasıl gelmiş harfiyatın altına girmiş? Onu da ben bilmiyorum. Daha önceden okuldaydı, dersleri başarısız olduğu için okumadı. Kalıbın kilit denen işlerini yapıyordu. Ben kendimde oradaydım. Kalıp ustasıyım. Şantiyede yazılan sabah yedi akşam altı. Gerçek bu mu bilmiyorum, köylü olduğumuz için, bilmiyorum. Bildiğim yedide işbaşı yapıyorduk. Yalnız ‘kalıp’ uzun iş, gece 12’yi falan buluyordu… O gün kalabalıktık ve yer çok dardı. Ben girmedim kalıbın içine. Çıktım, ileride demirleri saymaya başladım.16 tane demir saydım, oğlumun yaşı. Bir gürültü duydum. Baktım, harfiyat gelmiş. Yeğenim, Zafer Kırlak’ın sesini duydum ‘Dayı beni kurtar’ diye. Kazdık…”
AŞKALE
‘Tamam, ölüm Allahın emri ama…’
Erzurum’un Aşkale ilçesinde Karasu-2 adlı HES’in göletinden geçen enerji nakil hattındaki arızayı onarmak için 5 işçi, 3 Nisan günü deniz bisikleti ile yola çıktı. Buzla kaplı gölette deniz bisikletinin alabora olmasıyla suya düşen Mustafa Arifoğulları, Ahmet Sait Turan, Şahin Baykal, Feridun Öztürk ve Rıdvan Takım hayatını kaybetti.
Erzurum, inançlı insanların yoğunlukta olduğu bir memleket. Aşkale’de hayatını kaybeden insanların yakınlarının en çok sorguladıkları şey, kaderin nerede başlayıp nerede bittiği…
Ölen işçilerden Mustafa Arifoğulları’nın oğlu Arif, Aşkale çimento fabrikasında çalışıyor. Aynı zamanda DHA’ya muhabirlik yapan Arifoğulları babasının 31 yıldır TEDAŞ’ta çalıştığını söylüyor. Arifoğulları, gölette meydana gelen arızadan sonra babası ve diğer işçilerin baskıyla göreve gönderildiğinin altını çiziyor:
BİLİRKİŞİ RAPORU:
‘Deniz bisikletine iki 5 işçisiyle ilgili bilirkişi raporunda, gölette ölen personelin İş Sağlığı ve Güvenliği (İSG) eğitiminden geçirilmediği, önlem almadan deniz bisikletine bindikleri, kurtarma ekibi olmadığından yardımın çok geç ulaştığı vurgulandı. Rapora göre, işçilerden Mustafa Arifoğulları dışındakiler sosyal güvenceden yoksundu. Olayın ardından Aras Elektrik Dağıtım A.Ş. İşletme Müdürü Tuncer Yeşilyurt, ‘taksirli olarak birden fazla kişinin ölümüne neden olmak’tan tutuklandı. Ancak Yeşilyurt, personelin kendi inisiyatifleriyle gittiği gerekçesiyle 30 Nisan günü tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Öte yandan, bilirkişi raporunda olayla ilgili olarak, Aras Elektrik Dağıtım A.Ş. İşletme Müdürü Tuncer Yeşilyurt, taşeronluk yapan Temel Elektrik Sorumlu Müdürü, İş Güvenlik Sorumlusu, Karasu HES-2 şirket yetkilisi, İdeal Enerji, güvenlik önlemi almadıkları için ölen işçilerden Rıdvan Takım ve Şahin Baykal’ın birinci derecede, ölen işçilerin 5’i ise deniz bisikletine iki kişiden fazla bindikleri için ikinci derecede sorumlu tutuluyor. |
‘Hani şu bildiğin lunaparklardaki deniz bisikleti’
“Gölette arıza olduğu haberi olaydan üç gün önce gelmeye başladı. Bölge’den sürekli olarak babam telefonla aranıyordu. Arızayı gidermesi isteniyordu. Gölet’e düşen direğin kaldırılması ve köylere elektrik verilmesi gerektiği söyleniyordu. Deyim yerindeyse babam o gölete, bu koşullarda girmemek için ayağını yere vuruyordu. Üç gün boyunca sürekli olarak üstlerinden baskı gördü. Babam ne kendisinin ne de altında çalışan Temel Elektrik personelinin oraya girmesinin güvenli olmadığını mümkün olan her şekilde anlatıyordu. Kesinlikle gitmeyeceğini söylüyordu. Bölge’den bir ekip gönderilmesini istedi. O gün artık ‘lanet olsun’ diyerek gölete giriyorlar. Beni aradığında ‘Oğlum, gölete gidiyoruz, senin rafting botun nerede?’ diye sordu. Çünkü şirket ve TEDAŞ araç vermiyor. Benim botun patlak olduğunu söyledim. Yine de gidip bota bakmışlar. Sonra kullanılamayacağını anlayıp belediyenin deniz bisikletini almışlar. Hani şu bildiğin lunaparklardaki havuzlarda kullanılan çocukların bindiği gezi bisikletlerinden. Gölet tamamen buz kaplı, çok dar bir su koridoru var. Babam elinde demir bir sopayla buzu kırıyor, bisiklet öyle ilerliyor. Sanıyorum bir boşluğa denk geliyor ve dengesini kaybediyor, düşüyor gölete. Ardından ‘Hacı düştü’ diye panikleyen dört işçi de suya düşüyor. Babam hiç görünmedi ama dört işçinin ölümünü izledik. Her yeri aradık, valilik, jandarma, belediye, sivil savunma ama yardım gelmedi. 18’i 10 geçe oldu olay, ancak 5 saat kadar sonra 23.30’da Malatya’dan bir helikopter geldi. Cesetleri bulamadılar. En fenası da tüm bu süreci ölenlerin yakınlarının çıplak gözle izlemesiydi, çığlıklarını duyması… Cenazeleri bir balıkçı buldu. Bir gün sonra iki cenazeyi, sonra da diğerlerini buldu. Devletin yapamadığını bir balıkçı yaptı.”
‘Bu beddua değil temenni’
Gölette ölen Şahin Baykal’ın babası da diğer mağdurlar gibi ölüm ve kader arasındaki ilişkiyi sorguluyor. Baykal en çok da, olaydan sonra devlet erkanı tarafından yapılan açıklamalara içerlediğini söylüyor: “Bizim insanlarımız öldükten sonra verilen beyanatlar var ki, artık insaf! Enerji bakanı Yıldız mıdır Yılmaz mıdır, diyor ki ‘İşçiler kimseye sormadan, kendi inisiyatifiyle suya girmişler.’ Bunlar öldüler ya, suç, bunların üzerine kalacak… Bakın şimdi ezan da okunuyor. Her canlı ölümü tadacak, herkes o şerbetten içecek. Biz buna inanmış, iman getirmiş insanlarız. Buna diyecek bir şeyimiz yok ama bizim öfkemiz, dargınlığımız, kırgınlığımız, devletin yapmış olduğu ihmalkârlıklar. Orada, beş tane insan suya düşüyor. Kaymakamlık, valilik herkes haberdar edilmiş ama bir tane yardım gelmiyor. İki saat sonra sivil savunmadan bir bot geliyor ama onların da feneri olmadığı için bir şey yapamıyorlar. Hani ‘bizim devletimiz güçlü devlet, iradeli devlet’ diye meth u sena yapıyorlar ya, hani biz de bununla gurur duyuyoruz ya. Hepsi palavra… Bu, orada ölen insanların kaderi midir yani? Değil. Kader nedir biliyor musun? Sen, her türlü güvenlik önlemini alırsın, işçileri gönderirsin, sonra bir kaza olur, anında müdahale edersin, çocukları kurtarırsın sonra ölür. Derdim ki o zaman, devlet elinden gelen imkânları seferber etti ama takdir-i ilahi… Ben kimsenin evlat acısı çekmesini istemem ama onlar bizim evladımızı, canımızı bu kadar hafife aldılar ya, onlar da yaşasın istiyorum bu acıyı. Bu beddua da değil, temenni.”
‘Bayağı eğlenmiştik yani keşke ölmeseydi…’
Babaannesinin ardında 10 yaşındaki Kaya Erdem konuşmak istediğini söylüyor ve ağabeyiyle geçirdiği zamanı anlatıyor: “Hoca okuldan traktör istedi, ben de abime dedim. Tahtadan bir traktör yaptık birlikte. Ama tekerlerini nasıl yapacağımızı bilemedik. Sonra şemsiye vardı, kırdık, onun telleriyle yaptık. İyi not aldım, hatta hoca traktörü aldı, okula koydu. Bazen torpil alır, şuradan atardık. Bayağı eğlenmiştik yani, keşke ölmeseydi… Ben sevmiyorum ya. Şirketi de sevmiyorum. Yoldaki çukurları dolduruyorum, onların arabaları benim düzelttiğim yerleri bozup geçiyor. Sevmiyorum işte…”
TORTUM
Bir ‘vatan savunması’ olarak HES direnişleri
Erzurum’un Tortum ilçesine bağlı Bağbaşı beldesindeki köylerde Eylül 2011’de HES’e karşı toplanan bin 500 köylü, “Canımızı alırsınız, suyumuzu asla”, “Bu yolda öleceğiz ama suyumuzu vermeyeceğiz” sloganları atarak iş makinelerinin köye girişine engel olmuştu.
Şu anda sanık durumunda olan onlarca köylü için devletle ilişkileri, kesinlikle “bürokratik ve diplomatik” olamayan, son derece doğal bir ilişki. Arada herhangi bir mesafe duygusu yok. Komşunun oğlundan bahseder gibi bahsediyorlar başbakandan, vekilden. Ama eğer röportaj verirlerse, devletin kendilerine iyice “gıcık kapmasından” korkuyorlar…
Yüzde 98 oranında AK Parti’ye oy veren köylülerin, olan bitenle ilgili kesin kanaatleri, Müslüman olan bir partinin tüm bunları yapamayacağı, yaşananların “bir İsrail” oyunu olduğu. Kendilerinin bugüne kadar “doğudaki diğer insanlar gibi” devlete karşı gelmediklerini her fırsatta hatırlatan köylüler, tıpkı dedelerinin yaptığı gibi, şu anda bir ‘vatan savunması’ yaptıklarını ve devlete küstüklerini ifade ediyorlar: “Yani vatanımızı müdafaa etmeyelim mi? Bu bizim için vatan müdafaası. Ama biz biliyoruz ki haksız çıkacağız. Çünkü devlete karşı devlet lazım. Bizim sözümüz kâr etmez. Biz devlete küsmüşüz artık. Küstük.”
‘Yasin bizi koruyacakmış!’
Davada yargılananların çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor. Bu kadınlardan biri de 60 yaşındaki Cezminur Kaya; 30 saat karakolda tutulmuş, 500 lira para cezası almış. Cezminur ana için HES’lerin elektrik üretecek olmasının hiçbir anlamı yok “Dediler ki ‘elektrik üretecez’! Tamam, biz elektrik istemiyoruz. Ben karanlıkta otururum. Bizim suyumuzu almayın. En mühim olan su. Elektrik olursa torunum ders yaparmış, torunumu da oğlum götürsün, İstanbul’a orda ders yapsın.” Cezminur ananın, kâh gülerek kâh ağlayarak anlattığı hikâyesinde, içine en çok oturan, oğlu yaşında bir “uşağın” başörtüsünü çekerek onu “kıllıbaş” bırakması olmuş…
“O gün bana bu (kocası) dedi ki ‘Suya muya gitme sen.’ Ben de ‘tamam’ dedim. Sonra komşu karılar dedi ki ‘Hadi kalkın gidek!’ Ben de gitmeyecektim, adamın sözünü sayacaktım. Ama altı yaşında bir torunum kaçtı gitti meydana. O da meraklı bayrağa. Hani bayrak sallayacak elinde. Ben de dedim ki ‘Kalkam da gidem çocuğun başına bir hal gelir, sahip çıkam’. Gettik orda oturduk, benim gibi yaşlı karilar bir ağacın altına girdik, oturduk. Bir tane de kari aha böyle Yasin okuyor. Neymiş, Yasin bizi koruyacakmış, onlar da pişman olup gelmeyecekmiş. Kari okuyo, biz de amin diyoruk. O okuyo biz de amin diyoruk. (gülümsüyor) Töbee yarabbim bir de gâvur olacaz… Bir de baktık ki karşımıza birden silahlı kuvvetler çıktı. Bir de görsen böyle izdiham. Bunlarda dediler ki ‘Siz canlanmayın, kalkmayın ayağa. Siz canlanmazsanız, kimse gelmez’ Biz de oturduk yerimizde, canlanmadık. Kara turp yüzlü bir komutan da ha böyle hoparlör elinde bir şey konuşuyor. Kulaklarım duymuyor ya ne konuştuğunu da anlamıyorum. Daha biz kalkmaya kalmadık, gözlerimize bir şey sıktılar. Sıktılar ki bir gör, ağzım yüzüm hep yandı, canım çıktı. Daha doğrusu canım çıksa da kurtulsam dedim.”
‘Hers ettik, yemedik’
“Ayağıma bir potin vurdular, izi hâlâ kaldı. Yanımdaki karıların kollarını simsiyah ettiler. Sabah olduğunda hacı amca (kocası) geldi dedi ‘Bu garilara niye böyle vurdular? Kalkın da gidek bir dilekçe verek’. Biz sanıyoruk ki başbakandan değil bu, oy verdik ya o parmaklarımız düşsün böyle, bize ettikleri yakasına yapışa… Biz kalktık karakola gittik dilekçe verek. Biz üç kariyi otuz saat tuttular orada. Sonra gittik savcı kariya. Bak abdestliyim yalan varsa imansız gideyim. Doktor gördü ayağımı ama ne bir film ne bir kâğıt vermedi elimize. Örtbas ettiler. Aldılar bizi tekrar karakola götürdüler. Gece oldu acıktık, taa sabah yemişiz. Bize yemek getirdiler, dedi ki uşağın biri ‘Siz bizi taşınan garşılıyorsunuz ama biz size yemek veriyok.’ Dedim ki ben, ‘Size ne taş attık, ne sopa. Yemiyoruk’. Hers ettik, (sinirlendik) yemedik. Sabaha karşı acıktık ama yemek istedik, getirdiler. Yedük.”
‘Sabaha kadar ağladım, büküldüm’
“Sonra sabah namazında bizi adliye götürdüler. Ooo gittim ki bizim köyün hepsini getirmişler adliyeye. Sonra bana beni bütün kış imzaya tuttular. Her gün gidiyorum. Böyle C ilen N yazıp dönüyorum. O kışta kıyamette kaç saat vesayit bekliyorum ki gideyim imza vereyim. Bir gün araba beklemekten bu kollarım buz etti. Gece sabaha kadar ağladım, büküldüm.”
‘Şimdi çayırımı alsalar sormam daha…’
“Gittik mahkemeye, bütün köyü doldurdular bir salona, hepimiz ama. Savcı yok idi, o böyle berbat bir kari ki. Dedim içimden ‘Sen rütbe almayla böyle konuşuyorsun ama seni benim elime bir vereler!’ Hâkim kari çok eyiydi ama. Allah onu Kabe’ye, nasip etsin. Sordu. Dedim ki ‘Siz niye bana bu hitabı verdiniz. Benim suçum ne, koyun ortaya.’ Hâkim çok iyi kari, bana dedi ki ‘Ana sen beş sene suç işlemezsen, cezan olmaz.’ Ben ne suçu işlemişim bilmiyorum hâlâ. Ben beş sene değil, 60 sene suç işlemedim, bu lanet suyun yüzünden düştük bu hallere. Şimdi de çayırımı alsalar daha kafamı kaldırıp da sormam niye aldınız diye. Çünkü ben alacağımı aldım. Namahremler içinde bizi sürüklediler. Heç birşey değil, o uşaklar nasıl benim bu örtümü çektiler, böyle açtılar başımı, kıllıbaş ettiler beni.”
Hakkında 8 ayrı dava açılan ve HES mücadelesinin sembolü olan, 18 yaşındaki Leyla Yalçınkaya’nın yargılandığı davada 80 polis “mağdur” sıfatıyla Leyla ve belde halkından şikâyetçi oldu. Hakkında açılan davaların yanında babaannesinin de aralarında olduğu 13 köylüyle konuşma yasağı bulunan Leyla, yaşadıklarından yorgun olduğunu söylüyor: “Artık konuşmuyorum, çünkü hiçbir şey yapmadığım halde dokuz yıl hapis cezası istiyorlar. Bu da yetmiyor, babaannenle ‘konuşma’ diyorlar. Küs gibi yani. Ama korkmuyorum, çünkü vicdanım rahat. Suyumuzu vermeyeceğiz.”
‘Toprağa bu kadar sövülür mü?’
Seksen yaşında, çobanlık yapan Hacı amca, “Biz HES istemezük” dedik. Demiyelim mi? ‘Bahçamızın, bağımızın suyunu kesmeyin’ dedik. Ama devlet bilir, suyu keser kesmez, bağı işletir işletmez, biz bir şey diyemeyiz. Devlet bilir. Ama bu kadar toprağa sövmelerinin ne hakkı var? 26 tane ağaç kestiler, derenin kenarına yığdılar. O cevizi neden kırmışlar ki? Kepçe vurmuş kafasına, ağacı devirmiş. Kimse de dememiş ‘Ağaca neye vuruyorsun?’ diye. Görmedik ki diyelim, ‘Sen ağacı kırma!’