Dünyanın Sırrı

 

Her gün, her taraftan yeni bir dünyanın sırrı açılıp dökülürken yüzümüze, kimi zaman da kendimize dönüp bu sırra nasıl vakıf olduğumuzu görmemiz gerekir. Dostumuz Gazali Kılınç tüm sırlı yolculuğunda nasıl dünyayı değiştirmenin sırrına ulaşmaya çalıştığını anlatıyor.

 

 

Hüsnü Yusuf’tu o
Güzellik timsaliydi desem
Bilirim söylediğim tartışma açmaktan öteye geçmez
Kime göre güzellik?
Çağlar içinde konulmuş mu bir kanun?
Hem nerede görülmüş
Tek başına güzellik
Kendi ayakları üzerinde dursun?

Derinlikti Yusuf’u güzel kılan
Gerçekte Adem soyuna ait olmayan
Ve sanki bir yeminle onlara hep bağlı kalan
Derinlik.
Derinlikti Yusuf’la varoluşun bağını kuran
Bu çocuğun yüzünden başka yüzlere yansıyan şey
O bir engin ezinti, bir terennüm gibi
Devam
Diyordu devam etsin devam etse gerek
Derinlikten cayılmasın
Kopsun kıyamet.

Bu çocuk ne giyerse giysin
Giysilerin üzerinde duruşu
Neye dokunursa dokunsun ona ellerini
Yerle göğün bağlacına ermiş gibi sunuşu…
Ya Rabbi, bu derinlik ne demek oluyor?
Başını çevirirken bu çocuk
Sanki affı muhakkak bir günah
Saklıyor.
Esrar dolu kimine göre belki bu baş
Ama bilgelik güdümüyle Yusuf’a bakarsanız
Sırların güzelliğini görürdünüz
Güzelliğin sırlarıyla sarmaş dolaş.

Tam zamanlı memur, yarı zamanlı yazar bir babanın çocukluğundan beri şairliğe öykünmüş oğlu olarak dünyaya hüsnü yusufça bakmaya çalışırdım. Dünya muhakkak ki benim tarafımdan çözülmesi gereken sırlarlarla malüldü. Bu sırlara, dünyanın gizem ve büyüsüne vakıf olmak, Allah’ın yeryüzündeki ve nefislerimizdeki ayetlerinin hakikatine varmak demekti aynı zamanda. Ufacık bir çocukken başlayan yazma ve okuma serüvenimi hep bu derin ilgi ve merak kamçıladı. Bir şey bulmalıydım, bir şey bilmeliydim. Benim ve dünyamızın hakikatini sarıp sarmalayacak bir hakikatti, sırdı, gizemdi o bulmam gereken.

(Bunun birini nerelere savurabileceğini, hakikat arayışının bir insanı ne denli hakikat körü kılabileceğini çok daha sonra kavradım)

Bu sebeple aklım başıma geldiğinden beri tefsire ve felsefeye sarıldım. Lise yurdunda parasızlıktan kitap alamazken MEB’in felsefe kitabını okumakla başlamıştım. Biraz içine kapanık, handiyse depresif denilebilecek bir ergendim. Fırsatım olunca haylazlık da yapıyordum belki ama çoğunlukla ağırbaşlı bir görüntü veriyordum, akranlarıma ve hocalarıma. Sonra lisemizin felsefe hocasının radarına girdim. Bir yıl sonra beni, aslında lise son sınıfların katıldığı Felsefe Olimpiyatlarına götürecekti ve o zamana kadar bana okumam için kitaplar vermeye başladı. Antik Yunanı ilk o zamanlar okudum. Pek bir şey anlamamışım aslında ama anladığımı sanıyordum. O zamanlar en çok anladığım Descartes olmuştu. Kartezyen dualite, uzun yıllar ortamlarda anlatarak caka sattığım bir şey oldu.

(Evet, dünyanın sırrını çözmek hikayesinin ikincil kazancı ortamlarda satılacak şeyler öğrenmekti. Uzun zaman “o iş sizin bildiğiniz gibi değil” diyebilmenin sefasını sürdüm akranlarıma karşı. Ama bunu yine de mütevazi bir tonda yapmaya çalıştım. Nihayetinde hüsnü yusuf olmaya çalışıyordum, öyle çirkin tavırlar derinliğimi gölgelerdi)

İsmet Özelle çok erken yaşta tanıştım. Henüz liseye yeni geçmiştim, kırmızı ciltli, üstünde sadece şiirler yazan, muhtemelen Celladıma Gülümserken’in bir özel baskısı vardı evde. Birkaç gece üst üste baştan sona hatmetmiştim. Sonra şair olmaya çalışan herkesin başına gelen şey geldi başıma. Yazdığım şeylerde çiğ bir İsmet Özel etkisi hasıl oldu.

(O yıllarda Dilek Kartal ile tanışmıştım Demlik Kafe’de. Kendisi defterime şiir yazdığımı görünce defterimi okumak istemişti. Okuyup bana iade ettiği zaman, henüz gençsin, bu kadar karamsar şeyler yazma demişti. Bugünden bakınca şair olmaya çalışan bir gence verilecek en kötü tavsiyelerden biri gibi geliyor. Belki sadece böyle söylememişti, hakkını yemek istemem. Ama aklımda kalan sadece bu olmuştu)

Tefsir okumak, Kur’an’ı yani Kelamullah’ı anlamak çok önemliydi bu hakikat yolculuğunda. Allah’ın sözü. Aman Yarabbi, bu ne demek, nasıl bir önem arz ettiğini idrak etmek mümkün mü? Nasıl bir müdahale insanın hayatına? Muhammed Esed mealciliğiyle başlayan bu yolculuğum kısa süre sonra Zemahşeri’ye, Izutsu’ya uğradı. Fazlurrahman okumak zihnimde yepyeni sorular açmıştı, hatırlıyorum. Bir de Tahsin Görgün’ü okumak. Hepsinden bir şeyler öğrenip, bir şeyleri terk ediyordum. Mealciliği çok kısa sürede terk ettim ama gideceğim yerin ne olduğunu bir türlü bulamadım. Kurancılığın eleştirisini tarihselcilikle vermek gerekiyordu. Ama gelenekten kopuk bir tarihselcilik dümdüz sekülerizme denk düşmüyor muydu? O noktada Gazali’nin Makasıdına sarılmıştım.

Dünyanın çözülecek bir sırrı vardı ve nereye gitsem ne yapsam onu arıyordum. Doğada seyahat etmeyi çok seviyordum. Çıktığımız her zirveye, girdiğimiz her ormana, hayret makamından bakıyordum. Güneş ışıklarının ağaçlar arasından yükselirken yerdeki kırağının buharlarını aydınlatmasından kendime hikmetler devşiriyordum. Sahiden bir hikmet var mıydı orada? Muhakkak ki içimde bir yerlerde bunların bir yeri oldu, benimle bütünleşmiş, beni tanımlayan anlamları vardı artık bunların.

Şimdi bu yazıda nasıl bir felsefe okuma serüveni yaşadığımı izah etmem yakışık almaz. O sebeple kısa keseceğim ve Jose Ortega y Gasset ile Heidegger okuduktan hemen sonra Marx’ı okumaya başladığımı söyleyeceğim. Gasset ve Heidegger’de hoşuma giden şey, insanın bedeni, dünyadaki varlığı, dünyasallığı üzerine konuşuyor olmalarıydı. Belki de Kant’tan kısa süre sonra okuduğum için, daha somut geliyordu onların yazdıkları. Onlarda somutluğu sevmiştim. Hüseyin’e bir akşam Heidegger ve Gasset arasındaki bağlantıyı ve dünyasallığı anlatıyordum Bahçelievler’de. O da bana beraber Marx okuyalım dedi. Özellikle Feuerbach Üzerine Tezler’i okumayı önermişti. Çünkü benim ona o akşam anlattığım şeylerle bir ilgisi olduğunu düşünüyordu.

Marx okudum ve dünyam değişti. Şaka değil, gerçekten böyle. Kullandığım kavramların ayaklarının artık daha çok yere bastığını hissettim. Marx, Hegel’e yaptığını bana da yapmıştı.

(O zamana dek hiç Hegel okumamıştım ama Kant’ın üç kritiğinden ikisini okumuştum. Bence biraz Kant bilen birini Marx fena çarpıyor. Ya da aslında Alman idealizmini işte, Marx’ın Marx olmasını sağlayan zaten Alman idealizmine geliştirdiği eleştiriymiş diyorlar.)

Marx okuyunca dünyanın büyüsünü yitirdiğini hissettim. Artık bulunacak bir sır kalmamıştı yeryüzünde. Çünkü hem bir yandan o sırrı bulmuş gibiydim, emekti o, Allah’ın insanı hayvandan ayırmak için ona bahşettiği şey, emek gücüydü, dünyayı emeğiyle yapan insan, emaneti yüklenen ademoğlu… Hem de bulduğum bu sır beni başka sırlar aramaktan alıkoyuyordu. Başka bir hikmeti aramak yerine, elimdekinin beni sürüklediği, bana vaz ettiğini yapmak zorunda hissediyordum kendimi. O neydi? Sınıf mücadelesiydi en kaba tabirle. Bu ülkede kanımızı semiren sermayedarlar ve onların devletine karşı halkın örgütlü gücünü kurmak ihtiyacı. Mücadeleye atıldım.

Mücadele insanın sır, gizem, derinlik arayışını köreltiyor gibi hissediyorum. Derinlik arayışında olanları romantizmle itham edip geçmek çok kolay benim için. Ben geçtim oralardan, bakın suyun aktığı mecra burası dememek için zor tutuyorum kendimi. Avare avare dolanıp durduğunuz, güya arayışında olduğunuz hakikat sokağın ucundaki kavga, bu arayış romantizmi sizi bu gerçeği kavramaktan alıkoyuyor. Kendi deneyimim buna benzer olduğu için, buna katılmadan edemiyorum.

(Özellikle son zamanlarda uzak çevremde bu tip insanların türediğini fark ediyorum. İnsanları dönüşüme sürükleyen çelişkiler [soykırıma ortaklık farkındalığı, kardeş kavme zulmün farkındalığı, her allahın günü emek sömürüsüne maruz kalmanın farkındalığı] derinleştikçe, insanın haysiyeti incitildikçe, bazıları kendilerini buradan soyutlayarak kaçmaya çalışıyor)

Ben hakikati ararken yanıbaşımda, sokağımın öte ucunda meydana gelen sömürüyü ve savaşı görmüyordum. Sömürü ve savaş, sığ ve çirkin geliyordu, derinlik ve güzellik arayışındaki biri için uzak durulası şeyler.

(Bunlara hepten kayıtsız kalıyordum diye demiyorum, radikal bir romantik olarak devletten de sermaye sevgisinden de farklı sebeplerle çoktan itizal etmiş, onlardan bir hayır gelmeyeceğini düşünüyordum. Devletin küfür ehli olduğu açıktı, dolayısıyla onun başlattığı, bitirmemeyi tercih ettiği tüm savaşların farkındaydım. Ama bu kısıtlı bir farkındalıktı, beni bir aksiyon almaya itmiyordu. Dünyaya, onu gözlemek için geldiğimi düşünüyordum belki de. Oysa esas olan onu değiştirmekti)

Şimdi tekrar, bu derinlik arayışını özlediğimi düşünüyorum. Romantik olmayan bir derinlik arayışı mümkün değil mi diye dolanıp duruyorum. Dünyanın sırrını bir kez çözünce (Marx sağolsun) her soruya bir yanıtım, her probleme çözümüm varmış gibi hissediyorum. Büyüsünü yitiren dünyada beni şaşırtacak bir şey kalmamış gibi. Oysa öyle değil. Hiç değilse mücadele içinde bile nice şey beni derinden şaşırtmaya devam ediyor.

Filistin eylemlerine ilk geldiğinde çantasında termosla çay getiren o kardeşimin şimdi örgütlü bir mücahit olduğunu görmek mesela, hayret makamından seyrettiğim bir şey oldu. Ve hatta o kardeşimin bu kadar iyi anlaşacağım biri çıkması. Aslında, dünyanın her bir yerinden bu kadar iyi anlaşacağım insanların çıktığını görmek bu küresel intifada sürecinde, böyle bir etkiye sebep oldu bende. Sahiden her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var / Dostlar ki bir kerre bile selamlaşmadık / aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz.

Bu yazıyı yazmadan evvel düşünmediğim, aklıma gelmeyen bir şeyi, yazıyı yazarken farkettim. Dünyanın sırrını çözmüş olma hissine avuntu olsun diye buraya da iliştiriyorum. Dünyanın hakikati benim için hep şekil değiştirdi. Esrarengiz varlığını korumak için, nesneden nesneye saklandı durdu. Eskisi gibi büyülü hissettirmemesinin sebebi, artık o romantizme sahip olmamam belki de. Ki bu her halükarda iyi bir şey gibi geliyor bana. Romantizmmiş sanki, güzellik ve derinlik arayışım sebebiyle dünyanın hakikatlerinin başında gelen savaşları ve sömürüyü görmezden gelmeme sebep olan. Şimdilerdeyse, yeni tanıştığım bir insanların çizgilerinde, savaşa, sömürüye tepkilerinde arıyorum gizemi. Dünyada artık sır olmaktan çıkmış (öyle mi), hüküm süren türlü zulüm nizam ve aktörlerine karşı nasıl tavır alıyor insanlar, neleri, neden kırmızı çizgi görüyor ve eğer olursa, mücadeleye nasıl ikna oluyor. Nerelerde ürküyoruz sözlerin anlamlarından, eylemlerin meşruiyet çizgisini nereden çekiyoruz. Korku ve ümit anlarındaki tepkilerimiz, coşkun hallerimiz nasıl? Bunların gizeminde buluyorum artık beni deriştiren şeyleri.

Denedim. Soğuk sular dökünüp fırladım sokaklara
sorular sordum nice kara sıfatları üstüme alaraktan
ipte boynum, ağzım şehvet yalaklarında
çapraştım, and içip ayna kırdım
doğadan bir vahiy bekledimse boşuna
baktım akşam herkesin kabul ettiği kadar akşamdı
hiç bir meşru yanı kalmamıştı hayatımın.

Sözlerimin anlamı beni ürkütüyor
böylesine hazırlıklı değilim daha.
Bilmek. Bu da ürkütüyor. Gene de biliyorum:
Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir