Cem Somel, Bir İşçi Partisinin Ekonomi Programı Nasıl Olmalı? – 4
Cem Somel’le gerçekleştirdiğimiz “Bir İşçi Partisinin Ekonomi Programı Nasıl Olmalı?” atölyesinin birinci, ikinci ve üçüncü oturumlarının notlarını paylaşmıştık. Şimdi de dördüncü oturumunun notlarını ilginize sunuyoruz. Beşinci ve son oturumun notlarını da haftaya paylaşarak seriyi tamamlayacağız.
OTURUM 4: İŞÇİ PARTİSİNİN FARKLI GELİR TÜRLERİNE YAKLAŞIMI
1. Giriş
Bugün gelir dağılımını düzeltme sorununun daha geniş bir çerçevede bir işçi partisince nasıl ele alınması gerektiğini tartışacağız.
İktisat teorisinde gelirler 4 kategoride sayılır: emek gelirleri, faiz gelirleri, kira gelirleri ve kâr gelirleri.
Emek gelirleri arasında büyük farklar vardır.
Düşük ve yüksek emek gelirleri vardır. Yüksek emek geliri sahibi dediğimize örnek olarak devlette üst düzey bürokratlar; kendi hesabına veya bir şirkette çalışan yüksek öğrenimli insanlardan bir kısmı, bazı avukatlar, hekimler, mühendisler verilebilir. Bu yüksek emek geliri kazananlar kendilerini kâr, faiz ve kira gelir sahipleriyle aynı sınıfta görüp benzer siyasi davranış gösterebilir; bu sebeple işçilerden ayrışabilir. Nitekim meslek odalarındaki yönetim mücadeleleri genelde ilgili meslekteki yüksek gelir sahipleri ile düşük gelir sahipleri arasında cereyan ediyor. Onun için emekçi derken orta-düşük emek gelir grubundaki emek gelir sahiplerini kastediyorum.
Dış ticaret dengelendiğinde, ithalat ve ihracat kontrol altına alınıp planlandığında, taşeron istihdam sistemi kaldırıldığında, işçilerin çoğu sendikalılaştığında ve kamu sektöründe istihdam arttığında millî gelir içinde işçilerin payının artması sağlanmış olacaktır. Bu da ister istemez bazı kâr gelirlerinin, faiz gelirlerinin, kira gelirlerinin payının ve muhtemelen yüksek emek gelirlerinin payının azalması demektir. Bu yüzden diğer gelir türü sahiplerinden bazı gruplar işçilerin payını artıran politikalara direnecektir. Faiz, kira, kâr gelirleri ve yüksek emek gelirleri kazanan grupların gücü servetlerindedir. İşçilerin gücü ise nüfus içinde çoğunluk olmalarındadır.
Emekçilerinki dışında saymış olduğumuz dört gelir tipini teker teker ele alalım.
2. Faiz
Faiz İslam’da ve başka dinlerde caiz görülmez. Eski çağlarda insanlar mahsul az olduğunda, tabii afet olduğunda aç kalmamak için borçlanıyordu. Modern çağda sermayeyi takviye etmek için borçlanma önem kazandı. Ama 19. ve 20. yüzyılda sosyal reformcular da faize iyi gözle bakmadı; haksız bir kazanç olarak gördü. İslami bankacılığın gerçekten faizsiz işleyip işlemediği tartışılabilir. Sosyal adalet açısından faiz oranlarını düşük tutmak ve faiz gelirlerini herhâlde azaltmak gerekir. Tamamen ortadan kaldırılması mümkün olmayabilir.
3. Kira
Kira daha ilginç bir konu. Ekilecek toprak için ödenen yahut kentlerde barınma yahut iş yeri kurmak için kullanılan mekan karşılığında ödenen bir ücret. Bu ödemenin sebebi, insan nüfusunun karalardaki alana oranının artması. Yer yüzünde nüfus yoğunluğunun artması. Nüfusun az, arazinin çok olduğu bir yerde kira olmaz, ya da az olur. Kira olması için toprak üzerinde özel mülkiyetin ihdas olması koşulu da var elbette. Kira nüfus baskısına ve arazilerin hukuken özel mülke dönüştürülmesine dayanmaktadır.
Bizde eskiden arazilerin çoğu padişaha aitti ve köylünün padişahın arazisini kullanma hakkı vardı. Bugün de arazileri kamuya mal etmek ve ondan sonra o araziler üzerindeki kullanım hakkını ailelere veya şirketlere sözleşmeyle vermek mümkün. 20. yüzyıl başında kira konusuna kafa yoran Silvio Gesell isimli Alman bir sosyal reformcu, toprakların kamulaştırılmasını, arazi kullanmak isteyen ailelere uzun vadeli kiralanmasını ve kiraların devletin hazinesine ödenmesini savundu. Bunu savunan başkaları da var.
Adil bir düzende kiralar kamu geliri olmalı. Devlet tarımsal arazilerin kullanım hakkı için çiftçi aileleriyle sözleşme yapabilir. Bu sözleşmeler uzun süreli yapılırsa çiftçi toprağı korur. Arazi kullanmak isteyen devletten kiralar; bir şey inşa edecekse devletten kiralar, tarım yapacaksa devletten kiralar; kullanmazsa yeniden devlete devreder. Bu bana mantıklı geliyor. Arazi kullanım hakkını kiralayan bu hakkı alıp satamaz.
O hâlde adil bir toplumda arazinin kamulaştırılması gerek. Zira mevcut düzende arazi üzerinde mülkiyet mirasla birikiyor; kira geliri sahiplerinin konutlarını, arazilerini çoğaltmasıyla servet dağılımı daha da bozuluyor. Servet dağılımında eşitliğe gidilecekse mekânın kamulaştırılması lazım.
Kamulaştırma şu açıdan da savunulabilir: Kira geliri emek karşılığı olmadığı için haklı bir gelir değildir. Ama buna şöyle itiraz edilebilir: İnsanlar emek gelirlerinden tasarruf edip konut ya da arazi alıyorsa, buna hakkı yok mudur? Bu itiraz makul görünebilir. Ama bence adil, dayanışmacı toplum projesinde ailelerin, hane halkının geleceği için, çocuklarının geleceği için tasarruf yapıp bir şeyler biriktirmeye ihtiyacı olmamalı. Mevcut toplum düzeninde hepimiz gelecekte umulmadık durumlar için, çoluğumuz çocuğumuz için ihtiyaten tasarruf ediyoruz. Ekonomide belirsizlik ve tehlikeler olmasa böyle bir ihtiyaç duymayabiliriz. Ne var ki kapitalist düzende konut ve arazi biriktiren insanlar sonunda başkaları üzerinde tahakküm kurabilir hâle geliyor, toprak ağası oluyor, konut ağası oluyor.
Piketty isimli bir iktisatçı 2014’te yayımladığı 21. Yüzyılda Sermaye isimli kitabında gelişmiş ülkelerde 200 yıldır servet dağılımını inceledi ve mirasın servet eşitsizliğinde belirleyici önemde olduğunu ortaya koydu. Mirasın vergilendirilmesini önerdi.
Soru: Emek gelirleri yükselirse kira gelirleri niye azalır ki?
Milli Gelir = Yüksek emek gelirleri + düşük emek gelirleri + kâr gelirleri + faiz gelirleri + kira gelirleri denklemiyle düşünüyorum. Bu gelir gruplarından birinin payı yükselirse en azından başka birinin payının azalması gerekir. Ancak haklısınız, emek gelirleri ile kira gelirleri arasında doğrudan bir etki yok, dolaylı bir etki olabilir. Kira gelirleri ile düşük emek gelirleri arasında doğrudan bir bağlantı yok. Bu sebeple kira geliri sahiplerinden bazısı, düşük emek gelirlerinin yükselmesine itiraz etmeyebilir. Ama mekânın kamulaştırılmasına itiraz edeceklerdir.
4. Kâr
Burada üzerinde durduğum anonim şirketlerin hissedarlarının topladıkları temettüler. Büyük şirketlerin kârları…
Standart iktisat teorisi zanaatkâr ve küçük esnafın gelirini de kâr sayar. Aslında bunların geliri kısmen kendi sermayesinin kısmen emeğinin geliridir. Bunları ayırt etmek zordur veya imkânsızdır. Sermayesini kullanarak emeğiyle üretim yapanlara küçük üretici de denir. Bence emekçi kavramına girer. Sosyal adalet bakımından bunların kâr geliri bir problem teşkil etmeyebilir. Tartışmaya açık bir konu.
Sorun, kendi emeğini katmadan kâr geliri sağlayan sınıf ve tabakalar. Ve bu tip kâr geliri kazanan grupların işçilerinin çalışma şartları ve ücretleri üzerinde yarattığı baskı. Çünkü şirketlerin temettüleri artırmak için işgücü maliyetlerini azaltmakta menfaati vardır. Bu tür kâr gelirleri elde eden gruplarla, çalıştırdıkları işçilerin çıkarları çatışmaktadır. Bu kârlar emek harcamadan kazanılan gelirler olduğu için bir işçi partisinin bu tip kâr gelirlerinin tasfiye edilmesini hedeflemesi gerekir.
Kâr gelirinin sermayedar girişimcinin risk almasının karşılığı olduğu söylenir, kâra böyle bir gerekçe ileri sürülür. Yani kâr, girişimci üretimi yapmak için işçisine ve başkalarına taahhütlere girmesine karşılık, ürününü sattığı piyasada belirsizliğin tehlikelerini göze almasının bedelidir deniyor. Fakat taşeron sistemi gibi uygulamalarla, esnek çalışma biçimlerinin yayılması ile işverenler artık ürün piyasasındaki belirsizliğin risklerini giderek işçilere yansıtmaktadır. Kârın gerekçesi olarak sunulan risklerin önemli bir bölümünü işçilerin omzuna yüklemiş oluyorlar. Özellikle işçiyi işten çıkarmanın kolaylaşması, iş yeri denetimlerinin gevşemesi vs. işverenin işçiye taahhütlerinin yükünü azaltıyor. İşveren arızi olarak ürününü satamazsa, zararı sineye çekmek veya kârından fedakârlık etmek yerine kolayca işçiye yol veriyor.
Büyük işletmelerde üretilen katma değerden ücretler çıkarılınca kalanı kapitalist düzende kira, faiz ve kâr olarak paylaşılıyor. Dayanışmacı paylaşmalı bir toplum düzeninde o gelirler kamunun hesabına intikal etmeli. Belediyenin, il özel idaresinin, merkezî yönetimin ya da kolektif mülkiyetteki işletmenin sahibi hangi kamu kurumu ise onun bütçesine gelir olarak intikal etmeli. Hem aileler arası gelir dağılım adaleti açısından, hem de ortaklaşa çabayla üretilen değerlerin bir ortak bütçeye tahakkuk etmesi makul olduğundan.
Şöyle bir hassas nokta var: Küçük üreticilerin işçi istihdam etmesine ne gözle bakmalı işçi partisi? Kesin bir şey söyleyemiyorum. Tartışılmak gereken bir konu. Faraza 5 kişiye, 10 kişiye kadar istihdama izin vermek gibi bir ilke benimsenebilir. Bu istihdamın belli standartları sağlaması için bu gibi işletmelerdeki işçilerin hakları korunabilir. Ama elbette böyle işletmelerde büyüme eğilimi olur. Böyle bir küçük üreticinin işletmesi büyüyünce, doğrudan üretime kendi emeğini katmayan bir yöneticiye dönüşecektir. Tabii bu noktada işletme yönetenler de emek harcamıyor mu diye sorulabilir. Bu da yerinde bir soru. Ancak bir yerde bir sınır çekmek gerekiyor, nereden nasıl çekileceğini ise elbette tartışmak gerekir. Soruna işaret edip geçiyorum.
5. Yüksek emek gelirleri
Son olarak emek gelirleri arasındaki farkı irdeleyelim. Kamu sektöründe üretiminin ağırlıklı olduğu ve küçük üreticilerin de aktif olduğu bir ekonomi tahayyül edelim. Gelir adaleti için böyle bir ekonomide çalışanların emek gelirlerini mümkün olduğunca eşitlemeyi hedeflemek gerekir.
Ne kadar eşitlenebilir, nasıl eşitlenebilir? Maaş ve ücretlerde azami-asgari sınırlar belirlenip emekçilerin istediği kadar daraltılabilir.
Bugün asgari ücret uygulaması var. Bunda bir kişiyi geçindireceği iddia edilen bir ücret verildiğini görüyoruz. Sendikalar aile ücreti verilmesi gerektiğini söylüyor. Asgari ücret aile için saptandığında evde yapılan (aş pişirme, temizlik, çocuk-yaşlı bakımı vs işlerin) de hakkı verilmiş olur. Çünkü ekonomiyi ayakta tutan sadece gelir karşılığında yapılan çalışmadan ibaret değil, evde yapılan geçimlik üretim de toplumun idamesini sağlıyor. Asgari ücretin aile ücreti olması gerekir.
Ayrıca vatandaşlık ücreti fikri de savunuluyor. Bu da bir işçi partisi programı için düşünülebilecek bir uygulama.
Soru Cevap Bölümü
Soru: Teknolojik gelişme ve verim arttıkça, işçi sınıfının üretimdeki yerinin yavaş yavaş azalmasından bahsediliyor. İşçi sınıfına üretimde gitgide daha da az ihtiyaç duyuluyor. Bu gelişmelerin işçi sınıfına nasıl bir yansıması olacak, lehine mi, aleyhine mi?
Somel: İşgücü verimi, bir işçinin ürettiği ortalama katma değerdir. Bu nasıl artırılabilir?
Teknolojik gelişmeyle işgücü verimini artırmakta maksat mümkün mertebe işgücü maliyetini azaltmaktır. Kapitalizmde teknolojik gelişme mümkün mertebe işgücünden tasarruf etmeyi ve kârı artırmayı hedefler. Teknolojik gelişme işsizliği artırır. Ayrıca otomasyon işçiyi daha hızlı çalışmaya zorlamakta da kullanılmaktadır. Bunlar işçinin lehinde değil.
İşçi başına katma değer artırmanın yollarından biri ürünün fiyatını artırmaktır. Verim artışının bedelini tüketici öder.
İşçinin verimini artırmak için başka bir çare işletmede kullanılan ara mallarının veya hizmetlerin maliyetini, fiyatını düşürmeye çalışmaktır. Bu da ara malı veya hizmet üreten diğer işletmelerin fiyatlarını düşmek demektir. Yani o işletmelerde katma değeri, dolayısıyla işgücü verimini azaltmaktır. Yani ara malını üreten veya hizmet üreten işletmelerde işçi maliyetini azaltma baskısına yol açabilir.
Ya da doğayı daha yoğun ve hoyratça kullanmakla prodüktivite artırılabilir. Bu da doğanın daha yoğun tahribi demektir.
Prodüktiviteyi yani işçi verimini artırma yöntemleri bunlar. Teknolojik gelişmelerle veya başka yöntemlerle prodüktivite artışından bahsedilirken sanki yoktan bir şey var edilebilir gibi gösteriliyor. Her halükârda verim artışının faturası vardır; birilerine, başkalarına, doğaya yüklenir. Hiçbir üretim artışı yoktan var edilemez, hiçbir değer sıfırdan yaratılamaz.
Soru: Kapitalist bir düzende teknolojik gelişmeler günün sonunda gerçekten de işçi sınıfının ya da doğanın üstüne yük olabilir. Fakat sosyalizmde teknoloji insanın lehine kullanılabilir. İnsanlık yararına daha iyi teknolojiler geliştirilebilir. Bunları kendimizi, insani varoluşu geliştirmek için yapmaya devam etmeliyiz diye düşünüyorum. Örneğin sosyalizmi inşa edince de başka gezegenlere gitmeye uğraşmaya devam etmeliyiz.
Somel: Kapitalizmi savunanlar onun uyardığı teknolojik gelişmenin insanları mutlu ettiğini iddia eder. İnsanın mutluluğunu yalnızca maddi tüketimin sağladığına inanıyorsak kapitalizmden daha iyi bir düzen yok, zira kapitalizmde devamlı yeni tüketim malları icat ediliyor. Kapitalizmden önceki çağlarda da birçok icat yapıldı. Bu icatların büyük çoğunun sahibini bilmiyoruz. İnsanlar o çağlarda araştırmayı, icadı kişisel kazanç için yapmıyordu, topluma yararı için yapıyordu. Kapitalizm buluşları patentle mülke dönüştürdü. Bugün teknolojik ilerleme, sermaye birikimi, iktisadi büyüme, toplumda sınıflar arası refah uçurumunun artması tek bir süreçtir. Bu süreç dünyayı fiziksel olarak tahrip etmektedir. Teknolojik gelişme, sermaye birikimi, sınıflar arası kutuplaşma, doğa tahribatı yumağından teknolojik gelişmeyi çekip ayıramazsınız. Hem başka gezegenlere gitme fikri, dünyayı sonuna kadar tahrip etme öngörüsünden çıkmıyor mu? Yoksa insanlar niye başka gezegenlere gitsin?
Soru: Kamulaştırma meselesine değinmiştiniz. Son İngiltere seçimlerinde oradaki İşçi Partisi telekomünikasyon, enerji ve ulaşım sektöründe kamulaştırmaya gideceğini açıklamıştı. Sizce gerçekçi, uygulanabilir bir vaat miydi? İkinci olarak şunu sormak istiyorum. İşçi partisinin gerçekleştirmesi gereken birtakım reformları konuşmuş olduk bu atölyede. Kapitalizmi köklü bir değişime uğratmak için bu tip reformların isabetsiz olduğu, hatta devrimci mücadeleyi gerileteceğini iddia eden güçlü bir Marksist tez de var. Buna dair görüşünüz nedir?
Somel: Birinci soruda saydığınız sektörlerin kamulaştırılması teknik olarak elbette mümkün. Kamulaştırmaya tek engel buna siyasi iradenin oluşmaması olur. Liberal dönemden önce gerek gelişmiş gerek az gelişmiş ülkelerde enerji, ulaştırma ve haberleşme stratejik hizmetler addedildiğinden bunların kamu sektöründe olması gerektiği anlayışı hâkimdi.
İkinci soruya ise şöyle cevap vereyim: Ben Marksist değilim. Sosyalizmin tarihsel zorunlulukla gerçekleşeceğine inanmıyorum. Tarihin yasaları olduğuna da inanmıyorum. Kapitalizm yer yüzündeki son insan ölünceye kadar pekâlâ sürebilir. Bundan ötürü bazı sosyalistlerin reformların kaçınılmaz bir devrimci dönüşümü geciktireceği endişesine de katılmıyorum. Kapitalizmi çökerten bir kapitalizm krizi olmayacak. İktisadi krizler patlak veriyor, bedelini işçi sınıfı ödüyor. Bunlar kapitalizmi asla sarsmıyor. Kapitalizmin sonu olursa bu bir siyasi iradenin eseri olur. Şunu sormak lazım: Bugünkü Türkiye’den daha adil ve paylaşımcı bir topluma nasıl ulaşabiliriz? İşte bunun stratejisine kafa yormak lazım. Örneğin önce bağımlılığın sebebi dış iktisadi ilişkileri çözmek lazım. Oradaki bağımları zayıflatmak lazım. Sonra tam istihdam hedefine odaklanmak ve taşeron sistemi gibi uygulamaları ortadan kaldırmak gerekiyor. Burada önerdiğim dönüşümler belirli bir sıra içinde gerçekleştirilebilir. Bunları reform diye küçümsememek lazım.
Soru: Mal ve hizmet üretme kapasitesi daha fazla olan toplumlar/rejimler, bu kapasitesi daha az olan toplumları/rejimleri ezemez mi? Bu rejimleri tarih sahnesinden silemez mi? Bunu şu yüzden soruyorum: Burada konuştuğumuz programı uygulayacak bir ülkenin emperyalist ülkelerden gelecek basınca ne kadar dayanabileceğini sorgulamak için.
Somel: Bu soruda askerî müdahale meselesi var, savunma meselesi. Ciddi bir sorun. Gelişmiş kapitalist ülkelerde devletler, bir ülkede hoşlanmadıkları bir siyasi gelişme görürlerse müdahale ediyor. Bunu Irak’ta, Suriye’de, Libya’da gördük, sayısız örneği var. Soru aynı zamanda kapitalist ülkelerin ambargolar, iktisadi yaptırımlar uygulamasını hatırlatıyor. İktisadi yaptırımların etkisi konusunda bir literatür var. Genel kanı bu tip yaptırımları çok etkili olmadığı yönünde.
Nüfusu çok küçük olan Küba’ya bakalım. ABD Küba Devrimi’nden beri o devleti çökertmek için elinden geleni yaptı. ABD’den Küba’ya turizmi ve Küba’yla ticareti engelliyorlar. Fakat ABD Küba’ya topyekûn bir askerî müdahaleye cesaret edemedi edemiyor. Irak’a müdahale edebilen ABD, Küba karşısında çekiniyor. Neden? Birincisi şu: biliyor ki müdahale hâlinde orada halk direnir; kan gövdeyi götürür; ve ülkede saldırganı destekleyecek ciddi bir muhalefet bulamaz; işbirlikçi bulamaz. İkincisi böyle bir müdahale karşısında tüm Latin Amerika ayaklanabilir. Küba’daki rejimi beğenelim beğenmeyelim, bu caydırıcılık rejimin siyasi başarısıdır.
80 milyonluk Türkiye, devleti ve halkıyla tek bir yumruk haline gelmiş bir Türkiye askerî bir müdahaleyi caydırabilir. Ayrıca Türkiye’de sosyal adalete doğru bir dönüşüm Ortadoğu ve Balkanlarda ciddi bir rüzgâr estirebileceği kanısındayım. Güçlü bölgesel destek de askerî bir müdahaleyi caydırabilir.
Irak’ta Baas hükümeti mezhepçiydi, muhalifleri acımasızca yok ediyordu, Şiiler ve aydınlar hoşnutsuzdu; ABD bunları kullandı. ABD ordusu saldırdığında Irak ordusu savaşmadı, direnmedi. Saddam rejiminin ne kadar zayıf olduğu ortaya çıktı. Böyle zaaflar olursa söylediğiniz dış baskı problemleri olur. Dış dünyada husumet olacaktır, ama buna önceden hazırlanabilir, tedbirini alabiliriz.
Savunma konusunda ilginç başka bir örnek vereyim: İsviçre. İsviçre Federasyonu çok eski bir devlet, kuruluşu 1271 yanılmıyorsam. Bu devletin 200 yıllık bir tarafsızlık, bağlantısızlık geleneği var. İsviçre’nin dış siyaset ilkesi Avrupa içi savaşlardan uzak durmak. I. Dünya Savaşı’nda ve II. Dünya Savaşı’nda tarafsız kaldı. Nazi Almanyasının saldırıp işgal etmediği tek komşusu. Bağlantısızlığını sürdürmek için ilginç bir savunma stratejisi var. İstila halinde halk savaşı politikası. İsviçre zengin bir kapitalist ülke tabii ki, gelişmiş teknolojili teçhizatı var. Ama istila durumunda erkek nüfusu derhal silahlandırıp istilacıya topyekûn direnmeye yönelik planları var, hazırlıklı. İsviçre’de tüm erkekler muntazam aralıklarla belli bir yaşa gelinceye kadar askerî eğitimini tekrarlar. Neticede İsviçre askerî ittifaklara girmez.
Soru: İşgal meselesi yanında bir de içerideki toplumun bu asude yaşama değerlerine ikna olması meselesi var. Diyelim ki siz günde 5 saat çalışıyorsunuz, ama yanınızdaki ülke 9 saat çalışıyor. Üzerine sizin bir de üretim kapasiteniz düşükse yan taraf katlanarak ilerleyecek, siz sürekli artarak geride kalacaksanız. Sovyetler’de McDonalds açılması meselesi gibi. Benim burada bir endişem var. Buna tam olarak ikna olamıyorum. Adaletle gücü karşı karşıya koyduğunuzda adalet kaybediyor.
Somel: Örneğin Küba halkı muhtemelen Meksika’da zenginlerin ne gibi tüketim yaptıklarını biliyor. Ama tamah etmiyor. Ama Sovyet örneği de var. Sovyetler’de 1950’li yıllarda Kruşçef Komünist Parti sekreteri iken halka en gelişmiş kapitalist ülkelerdeki tüketimi gerçekleştireceklerini vaat etti. Bu büyüme oranıyla biz ABD’yi geçeceğiz dedi. Sovyet halkında böyle bir ümit uyandırdı, sanki sosyalizmin hedefi maddi tüketimi artırmakmış gibi. Sovyet halkı 1960-70-80’leri böyle, bu ümitle geçirdi. O arada Parti bir egemen zümreye dönüştü, toplumda sınıflar oluştu. Nihayetinde Parti sosyalist sistemi direniş görmeden yıktı. Ben diyorum ki neyi hedeflediğimizi baştan açıklamak lazım. Savunduğumuz adil sistemde bugünkü gibi bir tüketim olmayacağını söylemek lazım. Belki son model cep telefonlarını kullanamayacağız, ama iş, aş, eğitim, sağlık endişemiz olmayacak. Belki çok güzel otomobiller kullanamayacağız, ama ülkede kimse gece yatağa aç yatmayacak. Kapitalizmin sunduğu tüketim imkanlarının birçoğunu işçiler zaten tadamıyor ki. Açık açık anlatmak lazım, toplumu kandırmamak lazım. Sosyalistler arasında bir eğilim var. Sosyalizmi cennet gibi anlatmak. Sosyalizm bir cennet değil. Cennet olmaz dünyada. Sosyalizmde de çelişkiler olacak. Kent köy arasında gerilim olacak, farklı gelir grupları arasında gerilim olacak ve dengelenmesi gereken çıkarlar olacak. Bir işçi partisi iktidara gelecekse bunları açık açık söyleyerek, anlatarak iktidara gelmeli.