Neslihan Akbulut Arıkan, Ayrımcılığa Karşı Kadın Hakları Derneği’nin (AKDER) Genel Sekreterliğini yapmakta olan sosyolog bir yazardır. AKDER, başörtüsü yasaklarına karşı 1998 yılından beri çeşitli şekillerde mücadele eden, ayrıca eğitim, sağlık, uluslar arası insan hakları kurumları (BM, AGİT, Avrupa Konseyi, Uluslar arası Af Örgütü vb.), kadın ve siyaset alanlarında konulu eğitim seminerleri düzenleyen bir dernektir.
Seçim öncesi “Başörtüsü Yoksa Oy da Yok” kampanyasının aktif katılımcısı olan Neslihan Akbulut Arıkan, insan hakları ihlalleri ve kadına yönelik ayrımcılık ve şiddet konusunda faaliyetlerde bulunmakta ve yazılar kaleme almaktadır.
Havva Yılmaz ve Hilal Kaplan ile birlikte kaleme aldıkları Henüz Özgür Olmadık isimli bir kitabı olan Neslihan Akbulut Arıkan’ın çeşitli dergi ve gazetelerde yazdığı yazılardan ve kendisiyle yapılan röportajlardan birkaçını aşağıda bulabilirsiniz.
Gün-Saat: 28 Mart 2012, Çarşamba, 18:30
Yer: Kıztaşı Meydanı, Turnalı İş Hanı, No:13, Fatih / İSTANBUL
Neslihan Akbulut: “28 Şubat’ın son tortusu başörtüsü yasağı dimdik ayakta”
(Söyleşi: Hilal Turan, Anlayış, Sayı: 82, Mart 2010)
AKDER hangi şartlarda, hangi ihtiyaçlara binaen kuruldu? Ne gibi bir misyon ve faaliyet alanı var?
1999 yılında resmen kurulmuş olan AKDER, aslında 1998’de 28 Şubat müdahalesi sürecinde üniversitelerden ve devlet dairelerinden başörtüsü yasakları nedeniyle dışlanan kadınların bir araya gelip oluşturduğu bir kadın hakları derneği. Fakat 11 yıl içinde AKDER’in çalışmaları çok çeşitlenerek ilerledi. Çünkü “ayrımcılığa karşı” diye bir sıfat alarak kadın hakları alanına dâhil olduğunuzda aslında her sorun birbirine eklemleniyor ve birini diğerinden ayırt edemiyorsunuz. Onun için AKDER kuruluşundan bu yana kadına yönelik şiddet, eğitim ve çalışma hakkı ve kadınların toplumsal hayatta karşılaştıkları zorluklarla alakalı pek çok alanda faaliyetlerde bulundu. AKDER’i belki de diğer pek çok kadın derneğinden ayıran nokta, yazılı çalışmalarının, raporlama faaliyetlerinin yoğun olması diyebilirim. Çünkü maalesef kadın hakları dernekleri genelde eyleme yönelik ama bunun arkasında kalıcı yazılı çalışma bırakmayan dernekler oluyor. AKDER bu açıdan biraz farklı. Bunun da etkisiyle 2008 yılında BM Ekonomik ve Sosyal Konseyine özel danışman statüsüyle üye oldu.
Türkiye’deki başörtüsü sorununun nasıl bir tarihî altyapısı var?
Başörtüsü, Cumhuriyet’in kadim bir meselesi. Modern seküler Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine kurulu olduğu temellere baktığımızda belli bir kadın ve erkek imajı görüyoruz. Gelenekten bağını çok koparmamış ama tamamen Batılı görünüşü olan, bu anlamda giydiği kıyafetten ziyade özellikle başını açmış, özgürleşmiş, çağdaşlaşmış, Batılılaşmış bir kadın imajı var karşımızda. Başörtüyü hep siyasal simge üzerinden tartıştık; fakat aslında “başı açık kadın” imajı Cumhuriyet’in ilk siyasal simgesi. Ancak toplumda başörtülüler-başı açıklar şeklinde iki ayrı kitle yok. Herkesin ailesinde başörtülü ve başı açık kimseler var. Ama kurucu elitler tarafından başörtüsü Cumhuriyet resmine zarar veren bir şey olarak kodlandı.
Geçen 11 yıllık süre içerisinde başörtüsü yasaklarında hangi noktaya geldik?
Türkiye’de çalışma, eğitim ve aile hayatında, sosyal hayatta kadınların pek çok sorunları var. Fakat başörtüsü yasağı kadınların uğradığı hak ihlallerini, yaşadıkları sorunları ikiye katlayan bir etki gösterdi. Dönüp baktığımızda, başladığımız noktadan belki de çok çok gerilere gittik. Çünkü şöyle bir durum var: Evet, yasak üniversite kapısında, devlet dairelerinde, askeriyede vs. başladı. Ama sonrasında özel sektörde de gerek imaj kaygısıyla gerekse de kâr amacıyla yansımaları oldu. Devlet eliyle uygulanan bir yasak var ama Türkiye’de özel sektör de hiçbir zaman bu yasağın dışında durmaz.
Başörtüsü yasağının kapsama alanı ve yaşanan mağduriyetler konusunda net istatistikler var mı?
İstatistikî bir veri yok elimizde. Yani bu yasak yüzünden kaç öğrencinin üniversiteyle ilişiğinin kesildiğini ya da kaç devlet memurunun görevden alındığını tespit edemiyoruz. Çünkü kılık kıyafet bir ilişik kesme gerekçesi olmadığı için tutanaklara ya devamsızlık ya da sınava girmemek olarak geçiyor. Ya da devlet memuruysa, emre itaatsizlikten işten çıkartılıyor. Ama elimizde TESEV’in 2006’da hazırladığı “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset” isimli raporunda Türkiye’de kadın nüfusunun %62’sinin başını örttüğünü ortaya koyan bir veri var. Bu gayet objektif bir veri aslında. Şimdi düşünün ki böyle bir yasak var. %62’nin o kapıya gelmesine, o hakkı kullanmayı talep etmesine, kapıdan çevrilince de orada tutanak tutturmasına gerek yok. Geldiği takdirde kullanamayacak zaten bu hakkı. Mesela milletvekili seçimlerinde başörtülü bir kadın aday olamıyor. İlçe belediye meclislerinde dahi, seçilen sadece birkaç tane başörtülü aday oldu ve sonra istifa ettirildiler. Bu yasakla aslında böylesi kitlesel bir kadın dışlanması söz konusu. Bunun dışında her yıl yayınlanan Küresel Toplumsal Cinsiyet Haritası’nın son istatistiklerine göre Türkiye, 134 ülke arasında 125. sırada. Arap ülkeleri ya da çok daha geleneksel toplumlar dahi maalesef Türkiye’nin üzerinde yer alıyor.
Bir de şöyle bir durum var: Bazı ön yargılı çevreler “Başörtülü kadınlar eziliyor da başı açık kadınlar ezilmiyor mu?” diye bir soruyu önümüze getiriyorlar. Türkiye’de kadınların %62’si başörtülü diyelim. Bunun dışında bir de başı örtüsüz, güya yasaklara muhatap olmayan, imkanlar kendisine açık olan bir kesim var. Ama Meclis’te kadınların %9 oranında bir temsiliyeti var. Süleyman Demirel 1990’lı yıllarda Kürt sorunu önüne geldiğinde diyor ki: Ne yani biz Kürtlere kötü davrandık da Türklere iyi mi davrandık? Hakikaten devlet başörtülü kadınlara kötü davrandı da başı açık kadınlara çok mu iyi davrandı? Biz bu konuda hakikaten çok netiz. Türkiye’de kadın-erkek eşitliği konusunda ciddi sorunlarımız var. Ama dediğim gibi kadınların ilk etapta önünü kesen en büyük engel de maalesef başörtüsü yasağı.
Laikliğe aykırılık, kamusal alan ihlali, mahalle baskısı ihtimali gibi belli argümanlar ileriye sürülüyor başörtüsü yasağını gerekçelendirirken. Siz bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yasak kendisiyle birlikte pek çok argüman getirdi, ama bunların altı hakikaten boş. Bir kesim çıkıp, “Başörtüsü serbest kalırsa başı açıklar kendilerini baskı altında hissedecek” diyor. O zaman şimdi de başörtülüler mi baskı altında hissediyor? Kaldı ki 1998 öncesinde yüzlerce kadın üniversitelerde okuyordu ve biz bu mevzuyu hiç konuşmuyorduk bile. Yani aynı sınıfın içinde başörtülü bir öğrenci de oturuyordu başı açık da. Aralarında bir çatışma çıkmış da bu yasak o çatışmaya son vermeye, başı açık kadınların baskı altında olduğunu görüp onları baskıdan kurtarmaya çalışmış değil. Türkiye’de bir askerî müdahale oldu ve asker her zamanki gibi topluma şekil vermek istedi. Onun vermeye çalıştığı şekil de, Cumhuriyet’in o döpiyesli, başı açık kadın imajıydı. Böyle bir algı bizim hafızamızda 28 Şubat’la birlikte yaratıldı. Bu argüman, kadının bütün iradesini kırıyor. Çünkü buna göre bir kadın başını örtüyorsa zaten koca, baba, aile baskısıyla örtüyor, dolayısıyla başını örten kadının kendi iradesi yok. Açan kadının da kendi iradesi yok. Çünkü yanında başörtülü kadın olunca baskı altına giriyor. Yani kendine pozisyon alamayan; dışarıda gördüğü şeyler, kendisini baskı altına alan bir kadın algısı var.
Başörtüsü yasaklarında en işlevsel kavram herhalde kamusal alan kavramı. Danıştay’ın anaokulu öğretmeni Aytaç Kılınç’ın okula gelip giderken dışarıda başörtüsü takmasını “kötü örnek” olarak gösterdiği kararının, başörtüsünü sokakta yasaklamaya kadar vardırdığına şahit olduk. Kamusal alan nasıl bir heyula, sınırları var mı Türkiye’de?
Türkiye’ye her giren kavram bir mutasyona uğruyor adeta. Kamusal alan kavramını bu çağda ilk defa formüle edip sosyoloji literatürüne sokan Fransız Sosyolog Jurgen Habermas bu kavramı açık ve net bir şekilde ifade ediyor: Kamusal alan, devletin alanı değildir. Aksine toplumdaki her unsurun bir arada bulunduğu uçsuz, bucaksız bir alandır. Bizde ise bazı insanları belli yerlerden dışlamak için bir kavrama ihtiyaç vardı ve bu yerler kamusal alan ilan edildi. Türkiye’de bu kavram kesinlikle anlamından çok farklı bir şekilde kullanılıyor.
AK Parti tarafından yapılan ama kapatma davasıyla sonuçlanan başörtüsü düzenlemesinde “hizmet alan-hizmet veren” ayrımı gündeme geldi. Bu ayrımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu aslında o kadar absürt bir ayrım ki. Düşünün, biz şu ana kadar hiç başörtülü bir hâkim görmedik. Dolayısıyla başörtülü birisi bir hüküm vermemişken, ağzını açmamışken taraflı addediliyor. Ama başı açık bir kadın hâkim, ne karar verirse versin tarafsız olmuş oluyor. Bir yargılamada başı açık bir kadın, başörtülü bir hâkimin karşısında kendini taraflı bir yargılamaya teslim ettiğini hissediyorsa, ben de başörtülü bir kadın olarak başı açık bir hâkimin yanında hatta daha seküler bir erkeğin karşısında niye tarafsız hissedeyim? Başörtülü kadın üniversiteye girdiğinde kendini Kemalist hocalar karşısında baskı altında hissedebiliyor; ama başörtülü bir öğrencinin karşısında bir profesörün kendini baskı altında hissetmesi tolere edilmiyor. Kaldı ki İstanbul Üniversitesi Rektörü ve pek çok profesör bunu zımnen ya da direk ifade ettiler. “Benim karşıma başörtülü öğrenci gelirse eşit davranamam” dediler. Tarafsızlık bizim kıyafetimizden, dinî inancımızdan, dünyevi görüşümüzden vs. bağımsız olarak, icra ettiğimiz görevle alakalı bir şey. Birinin ön yargısını diğerinin hakkına önceliyoruz.
Genel olarak Türkiye’de etnik ya da mezhebî meselelerle ilgili hukuk ihlalleri konuşulduğunda azami derecede de olsa bir konsensüse varılabilirken, başörtüsü gündeme gelince genelde cümlelerin içerisine hep bir “ama” dâhil oluyor. Türkiye’de bir tür özgürlükler hiyerarşisi mi var?
Başörtüsü konusunda “sorunu görmeme” durumunu yaşıyoruz. Bugün mesela Kürt sorununun varlığını reddedenlere radikal gözle bakıp “Hayır bizim bir Kürt sorunumuz” var diyebiliyoruz. Ama hâlâ “Bizim bir başörtüsü sorunumuz var” diyemedik. Evet, bu başörtülü kadınlar kendine bir çözüm yolu(!) buldu. Kimisi evine geri çekildi. Kimisi her şeyi göze aldı, kendinden feragat ederek mesleğine, eğitimine geri döndü ama onlar da pek çok psikolojik sorun yaşıyorlar. Dolayısıyla sorun çözülmüş değil. Biz hâlâ kadın komisyonlarında bile bu sorunun adını koyamıyoruz. Bizim bir başörtüsü sorunumuz var ve bu, kadına yönelik bir ayrımcılık. Çünkü bu yasak sadece ve doğrudan kadını hedef alıyor. Aslında Türkiye’de bir demokratikleşme sorunu var ve bu sorunlardan hangisinde bir aşama kaydedersek öbürlerini de olumlu etki edecek.
Yasaklar ilk ortaya çıktığında bir sürü protesto gösterileri düzenlendi. Ama bu eylemler süreç içerisinde neredeyse durdu diyebiliriz. Hatta kimi çevreler bunu hükümette İslamcı çizgiden gelen bir parti olmasına bağladılar ve bunun da başörtüsünün bir siyasi simge olduğunu kanıtladığını söylediler. Sizce niye azaldı bu eylemler?
Aslında gündemimizden düşmesine imkan yok. Çünkü hatırlamak istemesek de bize her gün hatırlatılıyor. En ufak bir ilkokul toplantısına gidin, orada dahi karşılaşıyorsunuz. 11 yıllık bir yasak döneminden bahsediyoruz ve hiç kimse aynı kapıya 11 yıl boyunca gidemez. Mesela Cumartesi Anneleri’nin eylemleri yeniden başladı. 17.000 faili meçhul söz konusu. Cumartesi Anneleri’nin eylemleri Taksim’de her Cumartesi oluyor ve oraya katılan kişi sayısı genelde 50’yi geçmiyor. Şimdi oraya bakıp “Hani nerede bu faili meçhullerin aileleri, demek ki böyle bir sorun yok, demek ki bunlar yaygara koparmak için belli dönemler eylemler yaptı” diyebilir miyiz? Burada aslında bir bezginlik söz konusu. Uzun süreli hak ihlali mücadelelerinde karşılaşılabilen bu durumu maalesef biz de yaşıyoruz. Çünkü insan hakları öyle bir alan ki burada mücadele edersiniz ama karşılığını göremeyebilirsiniz de. Sadece soyut şeylerle, gündelik belli kazançlarla belki kendinizi motive edersiniz. O da olmadığı zaman derin bir bezginlik oluşur. Bu bütün insan hakları derneklerinin ortak hali. Türkiye’de başörtüsü sorunu çözüldü mü? Hayır. O zaman bu insanlar bu sorunu hâlâ yaşıyor. Ama her insan hakları sorunu gibi uzun vadede bezginliğe yol açmış bir sorun başörtüsü.
Başörtüsü yasağına karşı verilen hukuki mücadele nasıl bir seyir izledi bu süreç içerisinde?
2008’e gelene kadar ulusal mahkemelere davalar gitti ve oradan takipsizlikle sonuçlanan aleyhte sonuçlar çıktı. Sonrasında 2008’de AİHM’in Leyla Şahin davasında verdiği olumsuz bir karar oldu. Eğer başvurabileceğiniz yasal merciler tükeniyorsa bezginlik de had safhaya ulaşıyor. Bugün Türkiye’de gerek Meclis İnsan Hakları Komisyonu gerek başka birimler “Bize başvurun” diyor. Ama insanlar artık bu motivasyonu yakalayamıyorlar. İnsanlar artık dava açmak; davanın maddi yükünü, psikolojik yükünü çekmek istemiyor ve özellikle başörtülü kesimde çok ciddi bir öğrenilmiş çaresizlik hali var. Ne yapıyorsunuz? Alınmayacağınızı bildiğiniz yere gitmiyorsunuz. Bunu ben dahi yapıyorum. Bunun yanlış olduğunu biliyorum ama insan her zaman o kadar çelik sinirlere sahip olamıyor. Gidecek olursanız yine o aynı “-Giremezsin. -Neden giremem? -Şundan şundan dolayı.” gibi bilindik bir diyalog yaşanacak. Bu bir aptal diyaloğu aslında; sonu olmayan, sorusu olmayan, cevabı olmayan bir diyalog.
Başörtüsü sorununun çözümüne dönük algı özellikle 2008’de iktidar partisinin girişiminden sonra daha farklı bir yola evrildi. Çünkü öncesinde insanlar diyordu ki, Meclis’te böyle bir irade oluşursa bu yasak çözülür. Ama gördüler ki Meclis’te böyle bir irade oluşsa bile, 411 milletvekili buna el kaldırsa bile bu sorun artık çözülemeyecek. Türkiye’nin normal bir ülke olmadığını, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararla Meclis’in üzerinde yer aldığını ve bunun da aslında bir sistem sorunu olduğunu insanlara anlatamıyorsunuz. Bu karar topluma “Artık bu işi kimse çözemez” mesajı verdi. Bu kötü bir şey. Ancak biz hâlâ durumun kadına yönelik bir ayrımcılık, bir şiddet olduğunu ortaya koymaya devam ediyoruz. Bunu hâlâ söylediğimize göre bu yasak bitmedi. Bunu söyleyen tek kişi dahi kalmadığı gün deriz ki başörtüsü yasağı bitmiştir.
AKDER “28 Şubat Bin Yıl Süremez” isimli bir imza kampanyası başlatıyor. Bu kampanya ile ne hedefleniyor?
EMASYA protokolünün kaldırılmasının tartışıldığı süreçte, “28 Şubat’ın son tortusu EMASYA kaldırıldığı takdirde 28 Şubat bitmiş olacak” deniliyordu. Kampanya metni bunun üzerine ortaya çıktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu “28 Şubat bin yıl sürecek” demişti. Biz de dedik ki “Eğer 28 Şubat’ın bin yıl sürmesini istemiyorsanız başörtüsü yasaklarını kaldırın”. Evet, EMASYA protokolü 28 Şubat’ın bir tortusu olabilir ama köşe taşlarından biri de başörtüsü yasağı ve bu yasak hâlâ dimdik ayakta. Bu yasağı, bu gündemde tutmak adına böyle bir metin kaleme aldık. Bizim yaşadığımız belki de en büyük handikap, sorunumuzun sorun başlıkları altında bile yer almaması. 28 Şubat’ın sondan bir önceki tortusu EMASYA, sonra da başörtüsü yasağı deyip bir sıraya koysalar belki de biz sıramızı bekleyeceğiz. Ama biz o sıralamaya bile giremiyoruz. Biraz da ironik bir şekilde “13 yıl bitti geriye 987 yıl kaldı” dedik. Ama hakikaten ne Türkiye’nin ne de başörtülü kadınların bekleyecek bir 987 yılı yok.
Neslihan Akbulut Arıkan
(Taraf, 26 Nisan 2011)
“Şimdi zamanı değil, susun” diyenler değişimin rüzgarına set çekip statükonun yanında yer alıyorlar. Tarih onları böyle yazacak.
“Mağdur ama Suçlu/ Muhalif ama Yetersiz” Bu, yıllar önce başörtüsü yasaklarının zirve yaptığı bir dönemde başörtülü kadınları işaret etmek için arkadaşım Hilal Kaplan ile birlikte hazırladığımız sunumun başlığıydı. O yıllardan bu güne gelene kadar başörtüsü yasağını hedefe alan pek çok kampanya ve etkinliğin bizzat organizasyonuna katılarak destekçisi oldum. Tüm bu süreçte hep bu başlığın altının çizildiğine şahit oldum, halen de şahit olmaya devam ediyorum.
Ve işte imzamı attığım son kampanya: “Başörtülü Aday Yoksa Oy da Yok!” Kampanyanın sloganı bu. Yine başörtülü kadının pek çok mağduriyetlerinden birini ve belki de en sembolik olanını kırmak için bir grup kadın arkadaşımla birlikte yola çıktık. Yine suçlu mağdurlar, yetersiz muhalifler sınıfına dahil edilmekten kurtulamadık. Sözcüsü olduğum kampanya süreci başlatanlardan biri olarak, duyuru sürecinde karşılaştığım belli başlı itiraz noktalarına değinmek ve kendi adıma bu itirazlara bir açıklama mahiyetinde cevap vermek istiyorum.
“Biraz Daha Bekleyin!”
Kampanya metnimiz 28 Şubat askeri darbe sürecine dahil olan günlerde Merve Kavakçı’nın seçilerek Meclis’e gelip yemin etmeye çalıştığı ve zorbalıkla engellendiği 2 Mayıs 1999 günü ile başlıyor. Bununla başlaması tesadüf değil. O günün görüntüleri bu toplumun ortak hafızasına kazınmış durumda. Ne zaman başörtüsü ile seçim kelimeleri yan yana gelse o günü hatırlıyoruz. O günü hatırlamak başörtülü kadınları daha da bir suskunluğa itiyor. Çünkü o görüntüler başörtülü kadınlara yaşadıkları hak ihlalleri tüm toplumun gözü önünde gerçekleşse bile ne yargının, ne siyasetin ve ne de toplumsal tepkilerin bu ayıba engel olmayacağını hatırlatıyor. Suskunluğun beslediği adaletsizliğin vardığı noktada bugün başörtülü kadınlar oy sandıkları başında gözetmen dahi olamıyorlar. Kendilerinin de hayatlarını doğrudan etkileyecek seçimlere sadece o paravanın ardında oy mührü basarak katılıp, sonra da ortadan yok olmaları, sessiz kalmaları, beklemeleri vaaz ediliyor. Bu kampanyanın gerçekleşmesi için uğraş vermemin nedenlerinden biri artık bu suskunluğu kırarak hak adına yeter demektir. Bu kampanyaya imza veren ve sözcülüğünü yapan kadınların adlarına bir bakın. Bu kadınlar bu ülkedeki pek çok kronik sorunu öncelikli sorun olarak benimseyip çözüme ulaşması için mücadele vermiş kadınlardır. Ancak kendi haklarından yıllarca feragat edip başka hayırlara vesile olması için başörtüsünü öncelikli pazarlık unsuru yapmamış olan bu kadınların karar mekanizmalarında söz sahibi olmayı teklif dahi etmeleri engelleniyor. Kampanya metninde de belirtildiği üzere madem Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan 28 Şubat süreci bitti diyor, öyleyse başörtülü kadınların da susup beklemelerine gerek kalmamıştır. 28 Şubat sürecinin ambargo koyduğu haklarımızı almanın günü gelmiştir. 28 Şubat sürecinin bittiği tartışmaları bir yana, bugün artık başörtüsü yasaklarının kalkması gerektiği geniş kesimler tarafından kabul edilmekte ve dillendirilmektedir. Yani Başbakanımızın bu konu her konuşulduğunda telafuz ettiği “toplumsal mutabakat” açıkça görülmektedir (Bkz. CHPli Gürsel Tekin: “Başörtülü vekil konusunda biz zorluk çıkarmayız; KADER seçim kampanyası; TÜSİAD Anayasa Taslağı Raporu). Bu nedenle artık “bekleyin” diyen hiçbir siyasi grup ya da partiyi samimi bulmayacağımızı ilan ettik. Ayrıca hala iktidar sahibi kesim tarafından gelen “bekleyin, daha zamanı değil” öğütleri biz başörtülü kadınlara “oy ver başka ihsan istemez” sözünü çağrıştırıyor.
“Eğitim ve Çalışma Hakkı Engellenirken, Bırakın Siyasal Temsili”
Biraz üstenci bu yaklaşımın çeşitli versiyonlarında ise kampanya yürütücülerinin “koltuk beklentisi” içinde olduğu, kampanyanın da başörtüsü yasaklarını koltuk yolunda araç olarak kullanan kadınlar tarafından örgütlendiği gibi yorumlar bulunmaktadır. İlk olarak şunu söylemek gerekir ki meydanlardan “başörtüsünü ben çözerim” diyen lider bile bu eleştiriyi almazken, bizlerin o liderlerin sunacağı çözümü beklemeleri vazedilirken, başörtülü kadınların talebinin bu doğrultuda eleştirilmesi manidardır. Bu kampanyanın sözcüleri arasında aday adayı kimsenin olmaması bu argümanlara cevap olacaktır. Eğitim ve çalışma gibi daha öncelikli haklar varken neden siyasal temsil üzerinde durduğumuzu soranlara ise bir sorum olacak: Eğitim ve çalışma hakkınızın önündeki engelleri siyaset dışında kalarak nasıl çözmeyi hedefliyorsunuz? Bize tavsiye edilen çözüm önerisi irademizi başka erkek ve kadın siyasetçilere bırakarak onların bu sorunu çözmesini beklemek oldu. Bu cevabı şimdiden eliyoruz. Siyasal temsil konusundaki ısrarımız tam da bu sorunun yakıcı olarak yaşandığı alanlarda daha kolay ve hızlı çözüm bulabilmek içindir.
“Oy vermeyip küselim mi?”
Kampanyamızın “Başörtülü aday yoksa oy da yok” sloganını ikiye bölüp ikinci kısmından tutanlar sadece “oy da yok” kısmını görmüş olmalılar ki böyle bir eleştiriyle karşılaşmaktayız. Ne kampanya metnimizde ve ne de sözcülerimizin açıklamalarında seçimde oy kullanmayacağız gibi bir ifade kullanmadık. Seçimde başörtülü aday göstermeyen partilere oy vermeyeceğiz dedik. Yukarıdaki basit ve net slogan etrafında örgütlenen bu kampanya tüm partilerin seçmenlerine seslenmekte ve seçmenden kendi oy vermeyi düşündüğü partisine “başörtülü aday yoksa sana oy vermeyeceğim” demesini istemektedir. Bu kampanya partilerin başörtülü aday ambargosunu kırmak için oluşturulmuş bir sestir. Yani küsmeyelim, gerçekçi olup başörtülü milletvekili aday göstermek gibi bize “imkansız” denilen haklarımızı talep edelim diyoruz.
Başörtülü Aday Varsa Oy Var Mı
“Başörtülü aday yoksa oy da yok” sloganı her partinin seçmenine seslenen bir slogandır. Başörtüsü yasaklarının artık bitmesi gerektiğini düşünen seçmene bu kampanya ile bir çözüm önerisi getirdiğimizi düşünüyoruz. Kampanya yasaklara çözüm arayan seçmenleri kendi partilerine başörtülü aday gösterme şartı koşmaya çağırmaktadır. Başörtülü kadınlara en kamusal olarak had bildirilen bir mekanda, Meclis’te başörtülü kadın temsiliyeti sağlanabilirse zorbalıkla işleyen başörtüsü yasaklarını kaldırmanın önünü biraz daha açmış olacağız. Meydanlardan başörtüsü sorununu çözme sözü vermek yerine parti listelerinde başörtülü adaylara yer vererek seçilme haklarının önünü açmak çözüm için somut adım atmak anlamına gelmektedir. Başörtülü aday göstermek oy verilecek partiyi seçmenin tek kıstası olmaz elbette. Ancak başörtülü aday göstermemek o partiye oy vermemenin bir ön şartı olabilir. Seçilme hakkı gasp edilmiş başörtülü kadınların bu minvalde ellerindeki tek hak olan seçme hakkını gündeme getirmelerinden daha doğal bir tepki olamaz.
“Oy vermezseniz kimin elini güçlendireceksiniz?”
Bu eleştirel soruyu dillendirenler ise partilerinin başörtülü aday göstermeyeceğinden çok emin olmalılar ki bu kampanyanın destekçilerine filan partiye oy vermedikleri takdirde bunun kime yarar getireceğini sorabiliyorlar sanırım. Keşke bu soruyu tersten partilerine sorup da “başörtülü kadın aday göstermeyerek oylarınızı kaçırıp kimin elini güçlendireceksiniz” deseler belki partilerini bu haklı talep konusunda ikna edebilirlerdi. Böylece bir hak mücadelesine omuz vermiş olacaklardı. Soruyu kampanyaya yöneltmeleri bir çeşit ölümü gösterip sıtmaya (yani susup, kuzu kuzu oy vermeye) razı etmeye çalışmaları anlamına gelmektedir. Bu defa bizler oyumuzu netleştirdik; bu ülkenin demokratikleşmesi, kendi kendisi ile barışması yolunda başörtüsü yasaklarını kaldırmak için kim somut adım atacaksa onun elini güçlendireceğiz. Başörtülü adaylara ambargo koyan hiçbir siyasi partiye oy vermeyeceğiz.
“Bu kampanya meclise girecek kadınları başörtülü/ başı açık diye ayrıştırmıyor mu?”
Hayır ayrıştırmıyor. Kadınları asıl ayrıştıran başörtüsü yasakları oldu. Başörtüsü yasaklanınca nasıl ki bizler “başörtülüler” diye homojen ve tek tip bir grup olarak algılanmamıza yol açacak şekilde etiketlendik, başörtülü olmayan kadınlar da o gün başı açık diye ayrıştırılmış oldu. Başörtülü kadınların haklarını kullanmalarının önü ne kadar açılırsa, başörtüsünün bir tartışma konusu olarak gündemde kalması da o kadar zorlaşacaktır. Başörtüsü tartışmaları ortadan kalkınca da başörtülü-başı açık diye konuşmak yerine başka gerçekçi sorunları konuşmaya başlayacağız. Başörtüsünün sorunlu görüldüğü bir alan olarak Meclis’te bu sorunu bitirmek dilde var olan bu ayrımı aşmanın önünü açmaktadır. Kampanya destekçileri arasında başı açık kadınların da yer alması bu ayrımın sadece dilde olduğunu göstermektedir.
Son Söz
Tarihte şahit olduğumuz hiçbir hak mücadelesi sessizlikle başarıya ulaşmadı. Sadece meşru hak taleplerinin seslerinin duyulmak istenmediği ya da daha çok duyulur olduğu zamanlar oldu. Bugün de başörtüsü yasaklarının kalkması için seslerin daha bir duyulur olduğu, taleplerin yükseltildiği bir zaman diliminden geçiyoruz. 28 Şubat döneminde kendisini başörtüsü karşıtı cephe olarak gören siyasi partiler, meslek odaları ve sivil toplum kuruluşları başörtülü kadınların seçilme haklarını destekleyen ya da en azından köstek olmayacaklarını söyleyen açıklamalar yapıyorlar ardı ardına. Kampanyamız böyle bir ortamda sesine ses katarak büyüyor. Bugün daha da duyulur olan sesimizin değişimin tellerini titrettiğini görüyoruz. Kampanyamızı ortasından baltalamaya çalışanlar, “şimdi zamanı değil, susun” diyenler ya da oy verin başka ihsan istemez diyenler ise değişimin rüzgarına set çekip statükonun yanında yer alıyorlar. Kimlikleri, geçmişleri, makam-mevkileri ne olursa olsun tarih onları aynen böyle yazacak.
Tekliften… tehdide… ‘İkna Odası’ gerçeği
Neslihan Akbulut Arıkan
(Star, 12 Mart 2012)
İkna Odası insanların bedenleri üzerine odaklanmış, mahrem, kutsal, şahsi, özel hiçbir kriteri kabul etmeyen, ruhları heba etmek uğruna bedenleri şekillendirmeyi hedefleyen bir baskı dönemi uygulaması olarak toplama kampı gerçeğini yansıtmaktadır.
İkna Odası, 28 Şubat darbe sürecinin dilimize bıraktığı bir kavram. İkna kelimesinin naifliği ise bu uygulamanın içerdiği şiddeti görünmez kılacak nitelikte. Ancak kavramın muhtevası ve uygulamaya dair tanıklıklar ikna odalarında uygulanan şiddeti ortaya koyuyor. 28 Şubat sürecinde sistematik olarak başlatılan başörtüsü yasakları çeşitli kademelerde şiddet olayları ile uygulamaya kondu.
Bu süreç yasağın uygulandığı alanlardan olan üniversitelerde öncelikle başörtülü öğrencilere öğrenci kimlik kartları verilmemesi ile başladı, sonrasında ise kampüslerin giriş kapılarına konuşlandırılan polis gücü ile başörtülü öğrencilerin okula girişi cebren engellendi. Okul önlerinde fiziksel şiddete maruz kalan öğrencileri sonraki aşama olarak kayıt döneminde ‘İkna Odaları’ adı altında psikolojik bir şiddet uygulaması bekliyordu. Kayıt sırasındaki başörtülü öğrenciler diğer öğrencilerden ayrılıp özel görüşmelere alınırlardı. Bu görüşmelerin içeriği okul yönetimlerinin ideolojik yapılanması ölçüsünde farklılık arz ediyor ancak ortak olarak baskı, psikolojik şiddet ve tehdit içeriyordu.
Bedene tahakküm
‘İkna Odası’ uygulaması her ne kadar 28 Şubat döneminin en koyu yaşandığı kurum olan İstanbul Üniversitesi üzerinden tartışılsa da bizzat tanıkların ağzından biliyoruz ki o tarihlerde bütün bir ülke ve özellikle bu ülkenin eğitim kurumları birer ikna odasına dönüşmüştü. Üniversitelerde, liselerde kayıtlar sırasında başörtülü gençler tamamen hukuk dışı bir uygulama olarak diğer öğrencilerden ayrılıyorlar, bazen tek tek bazen de üç-beş kişi birden bir odaya alınıp teklif ile başlayan, sorgu ve tehditlerle devam eden diyaloglara muhatap bırakılıyorlardı.
Genellikle bu odalarda kendilerinden başörtüsü yasağına uyacaklarına dair beyanları içeren kağıtlara imza atmaları isteniyor, aksi halde kayıtları yapılmıyordu. Böylece daha kuruma ilk adımlarında damgalanan gençler psikolojik yönden de yıpratılmaya maruz bırakılıyorlardı. 15-22 yaş arasındaki gençler bu turlarda kendilerinden yaşça çok büyük ve otoriteyi temsil eden kişiler tarafından eğitim hayatlarının bitirilmesiyle, ailelerinin vereceği tepkilerle, geleceklerinin ellerinden alınması gibi sözlerle korkutuluyorlardı. Karşılığında ise en mahrem alanlarına girilerek başlarına örttükleri, örtülerini çıkartmaları yani orada şahit olanlar ve olacaklar önünde soyunmaları isteniyordu.
Bu uygulamaya ister ikna, ister sohbet diyelim, burada açıkça bir şiddet söz konusuydu. Başörtüsü yasağına maruz kalmış kadınlar uğradıkları şiddet ve baskı sonucunda başlarını açıp okullarına devam etseler de, başlarındaki örtüyü muhafaza edip öğrencilik haklarını kaybetseler de ciddi psikolojik sorunlar yaşadılar. Bir ikna odası mağdurunun bu alanda yayınlanan “Psikolojik Bir İşkence Metodu Olarak İkna Odaları” isimli çalışmada yer alan sözleri nasıl bir baskıya maruz kaldığını açıklar niteliktedir: “O dönemden bugüne kalan izler, şakaklarımda kapatamadığım beyazlamış saçlarımda gizli.”
Bir anda saçın beyazlaması vakası toplumsal hafızamızda Yeşilçam filmlerindeki abartılı yorumla yer alsa da ağır ruhsal çöküntü sonrası görülen tıbbi bir vakadır. Böyle tecrübelerin aktarılması bize uygulamanın ağır muhtevası ile ilgili fikir vermektedir. Ayrıca bugüne kadar yapılan tüm araştırmalarda ve tanıklıklarda yer aldığı üzere bu odalara alınan kişilerin odalardan ağlayarak, hatta baygın şekilde çıkarılması içeride gerçekleşen diyalogun salt bir ikna ve tavsiye konuşması olmadığını anlatmaktadır. Daha hayatlarının başında en mahrem ve kutsal saydıkları bir pratik ile gelecekleri arasına sıkıştırılan ve bunlardan birini seçmesi istenen gençler baskıya ancak bu şekilde tepki verebilmektedirler. İkna odasından başını açarak çıkan kadınları kazanç hanesine yazan, onların uğradıkları bu derin yıpranma ve çöküntü halini ise yok sayan zamanın İstanbul Üniversitesi rektörü Kemal Alemdaroğlu ise konuk olduğu televizyon programında bu gençlerden “başlarını açtırdığımız kızlar” diye bahsetmektedir.
Gerçeğin ifşası niteliğindeki bu tanımlama adeta işkencecinin işkence mağduru üzerindeki edimlerini açıklayan bir ifade şeklidir. İkna Odaları kurumsal yapısı ve uygulama şekli ile bir toplama kampı örneği oluşturmaktadır. Toplama kampı gerçeğinde insanlar salt bir beden olarak değerlendirilir. Bedenleri üzerindeki tasarruf ise o kampı idare eden iktidarın elindedir. Beden üzerinde yapılmak istenen uygulama yapılır. Toplama kampı gerçeğinde olduğu gibi İkna Odaları da toplumun bir kesimine, başörtülü kadınlara yönelmiş bir uygulamadır. İkna Odası insanların bedenleri üzerine odaklanmış, mahrem, kutsal, şahsi, özel hiçbir kriteri kabul etmeyen, ruhları heba etmek uğruna bedenleri şekillendirmeyi hedefleyen bir baskı dönemi uygulaması olarak toplama kampı gerçeğini yansıtmaktadır. Toplama kamplarında olduğu gibi ikna odası uygulamalarında da kanun askıya alınmış, hukuka muhalif bu uygulama resmi bir prosedür gibi işletilmiştir..
Nur Serter’in ikna kayıtları
İkna odalarının nasıl yerler olduğuna dair 2010 yılına kadar öğrenci ifadeleri dışında bir bilgi ya da kanıt mevcut değildi. Ta ki 2010 yılında TBMM genel kurulunda ikna odası uygulamasının kurucusu olarak tanınan ve o gün CHP milletvekili olan Nur Serter’in “ikna odası diye bir uygulama olmamıştır” şeklindeki beyanına karşı ikna odası mağdurlarının yine Meclis çatısı altında bir basın açıklaması düzenlemesine kadar. O açıklama sırasında mağdur öğrenciler ikna odasında kendilerine imzalamak üzere verilen belgeleri getirmiş, yaşadıklarını bir defa da Meclis’te anlatmışlardı. Böylece giderek etkisini kaybeden 28 Şubat süreci ile birlikte o sürecin sembollerinden biri haline gelmiş bu uygulama da daha çok tartışılmaya başlandı.
Nihayet uygulama sırasında İstanbul Üniversitesi rektörü olan Serter bir röportajda bu odalardaki görüşmelerde kamera kaydı alındığını, açılacak herhangi bir davaya karşı kendini korumak üzere bu kayıtları elinde tuttuğunu ifade etti. Bu ifade yıllardır mağdur öğrenciler için somut bir delil anlamına geliyordu ve röportajın ardından bahsi geçen kayıtlara ulaşılmasını talep eden davalar açıldı. Bugün bu davalar halen CHP milletvekili olan Nur Serter’in dokunulmazlığına gelip dayanmış durumda. Serter bugün o röportajda “kendisini koruyacak delil” olarak sakladığını iddia ettiği görüntüleri açılmış olan mahkemelere teslim etmek yerine imha edeceği beyanında bulunuyor. Kendi iddialarına göre o ‘ikna’ odalarında şefkatli sohbetler gerçekleştirmiş, başları zorla örttürülen öğrencilerin teşekkürlerine mazhar olmuştu. İçeriğini bu şekilde açıkladığı görüntüleri mahkemelere teslim etmek yerine imha edeceğini bildirmesi bu iddiaların da altını boşaltır niteliktedir.
Hükümet yetkilileri geçtiğimiz 28 Şubat’ta da daha önceki yıllarda olduğu üzere “1000 yıl süreceği söylenen 28 Şubat süreci bitmiştir” açıklamaları yaptılar. Belki hükümette bugün yer alan isimler nezdinde, ticari faaliyetlerine özgürce devam eden dindar kimliğe sahip iş adamları nezdinde ve çoğunlukla erkekler nezdinde 28 Şubat sürecinin bittiğini iddia etmek mümkün. Ancak o sürecin hedefinde yer alan başörtülü kadınlar bugün hala belirli kurumlarda hükümetin etkisiyle yaratılmış esneklik ve ‘müsamaha’ dışında birey olarak kazanılmış bir hakka sahip değiller. İkna Odası başörtülü kadınların benliklerinin, dini duygularının ve mahremiyetlerinin hoyratça çiğnendiği bir uygulama olarak önümüzde dururken, bu konuda müspet olarak sonuca ulaşmış hiçbir mahkeme kararı ya da hukuki bir tespit mevcut değil. Bu uygulamayı başlatanlar tarafından varlığı teyit edilen kanıtlar imha tehlikesi ile karşı karşıya. Tüm bu hak ihlalleri halen oldukları yerde dururken 28 Şubat sürecinin bittiğini iddia etmek zordur. 28 Şubat’ın kara sembollerinden biri olan İkna Odası ve bu uygulama ile mağdur edilen kadınlar gecikmiş bir adalet arayışı içinde üzerlerine düşeni yaptılar. Bu mağduriyeti 12 yıl sonra dahi mahkemelere taşıdılar. Şimdi tek eksik, delilleri imha edilmekten kurtarmaktır.
neslihanakbulut@yahoo.com
Neslihan Akbulut Arikan
(Ak-Der.org, 10 Mart 2011)
Aile içi ilişkiler ve kadın söz konusu olduğunda aile yapısındaki ya da ailedeki bireylerin sorunlarını tartışırken sıklıkla kullandığımız bir kelimedir şiddet. Önceki dönemlerde şiddet kavramı sadece fiziksel olarak algılanırken bugün artık şiddet dediğimizde mobbing (iş yerinde yıldırma ve psikolojik şiddet vakaları), aile içi psikolojik şiddet ve devletin dolayısı ile hukuk düzeninin bireye uyguladığı yasal ya da yasal olmayan şiddet türlerinin hepsini birlikte düşünebiliyoruz. Bu algıdaki değişim de muhakkak ki toplumsal değişimden ve kendi dışımızdaki başka toplumların tecrübelerini daha iyi takip edebilmemizden ayrı düşünülemez. Bültenimiz bu sayısında kapak dosyası olan sığınma evleri nezdinde de şiddeti içeren kadına yönelik şiddet, aile içi şiddet, kadın istismarı gibi terimlerin etrafında gezindik. Fakat belki de en önce sormamız gereken soruyla başlamak daha doğru olacaktır: Şiddet nedir? Aile içinde kadına yönelen şiddet eylemleri ile ailenin erkek bireylerinin uğradığı şiddet içerikli müdahaleler arasında nasıl bir ayrım yapabiliriz?
Şiddet kavramı çeşitli kampanyaların, politikaların hatta yasaların merkezine oturtulmasına rağmen bunların her birine baktığımızda bazılarının şiddetin bizatihi tanımının dahi yapılmadan bu konuda bir politik görüş inşa etmeye çalıştığını görüyoruz. Bazıları ise tanım yapmaya kalktığında iki insan arası ilişkide birbirine tuzluk vermenin bile bir şiddet eylemi olarak tanımlanabilecek şekilde şiddet tanımı ortaya koyduklarını görüyoruz. “Şiddet Nedir?” başlığı atında “erkeklerin egemenliklerini tehdit altında görmeleri, ya da bu egemenliği güçlendirmek istemeleri şiddet davranışına yol açıyor” gibisinden tanım yapmaya çalışanları geçersek belki de gerçekliğe en fazla nüfus eden tanım olarak Amargi Kadın Kooperatifi’nin web sitesinde de yer alan Dünya sağlık Örgütü’nün tanımını verebiliriz:
“Genel anlamda şiddet sahip olunan güç veya kudretin, yaralanma ve kayıpla sonlanan veya sonlanma olasılığı yüksek bir biçimde bir başka insana, kendine, bir gruba veya bir topluma karşı tehdit yoluyla ya da bizzat uygulanmasıdır.” (DSÖ, 1996) (Vıolence Against Women,1996)
Biraz abartarak söylersek bu tanımın içeriği dahi bize kendimizden güçsüz birine tuzluk uzatmamızın bir şiddet eylemi sayılabileceğini söylemektedir. Bu anlamda kâğıt üzerinde mutlak bir şiddet tanımının yapılabilmesi çok mümkün gözükmese de bu biraz da şiddet teriminin farklı bir kavramı ikame etmek için kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Şiddet dediğimizde aslında karşı olduğumuz şey bir kişinin (ya da kurumun) elinde bulundurduğu gücü işkence ve kötü muameleye varacak şekilde kötüye kullanmasıdır. Tekrar edersek karşı olunan durum güç kullanımı değil gücün işkence ve kötü muamele şeklinde kullanılmasıdır. “… Güç kötüye kullanılıp adil olmayan amaçlara hizmet etmediği sürece kullanımı hiç bir sorun doğurmaz.” Bu sözler Walter Benjamin’in Şiddetin Eleştirisi makalesinde geçmektedir. (Avrupa’daki Yahudi toplama kamplarına şahitlik etmiş olan ve o dönemde yaşamış bir Yahudi düşünür olan Benjamin’in bu yorumu yaşadığı gerçeklikten bağımsız değildir. Zira o içten içe biliyordu ki Yahudilerin uğradı zulmü bitirmek için de bir güç, bir muktedir gerekmekteydi. Aynen bugün Filistin topraklarında yaşanan zulmü bitirmek için gerektiği gibi…)
Şiddet nedir tartışmalarını burada bırakarak konumuz itibariyle “kadına yönelik şiddet” kavramını ele alabiliriz. Çeşitli şiddet karşıtı kampanyaların sloganında da yer alan bu kavram (“kadına karşı şiddete son!” kampanyasında olduğu gibi) herkesin üzerinde ortaklaştığı bir şiddet tanımı var sayılarak üzerine eklenmektedir. Ortada üzerinde az-çok ortaklaşabileceğimiz bir şiddet kavramı olsa bile çeşitli kampanyaların sanki şiddetin sadece kadına karşı olanına muhalefet ediyormuş gibi pozisyon almalarının bir anlamı olmalı. Tam bu noktada “aile içinde kadına yönelen şiddet eylemleri ile ailenin erkek bireylerinin uğradığı şiddet içerikli müdahaleler arasında nasıl bir ayrım yapabiliriz” sorusu karşımıza çıkıyor. Gerçekten mutlak, değişmez ve vazgeçilmez bir fark var mı bu ikisi arasında? Aile içi ilişkilerde (ya da aile dışı bireylerde) gücün kötüye kullanımı şeklinde ortaya çıkan şiddet vakalarının güçlüden zayıfa doğru gittiğini tespit etmişsek erkeğin aile içindeki kadına uyguladığı şiddet ile çocuğa, yaşlıya vs uyguladığı şiddet arasında böylesine mutlak bir farktan söz etmemiz zorlaşıyor. Ailedeki yetişkin ve muktedir anne ya da babanın çocuklarını uyguladığı şiddetin vahim örneklerini, aynı muktedir kişilerin yaşlılarına uyguladığı şiddetin örneklerini bugün sıkça görmekteyiz.
Aile içi ilişkilerde gücün kötüye kullanımı toplumsal ilişkilerde gücün kötüye kullanımından ve siyasi iktidar erkinin uygulamalarından bağımsız değil elbette. Fakat büyük toplumsal yapılara kısa zamanda nüfuz etmenin zorluğunu (hatta imkânsızlığını) göz önünde bulundurduğumuzda nüfuz edilecek, sorunu en ufak birimde çözecek girişimler için uygulama alanının ilki ailevi ilişkiler oluyor. (Burada aileden kastımız ise idealize edilmiş, atomik, modern çekirdek aile yapıları değildir. Aile bu ideal modellere uymadığı gibi, tipolojilere de sığmayan bir fazlayı her zaman içinde barındırmıştır. Ailenin bizzat kendisi bir zindan değil belki de hayatın hengâmesinin, çıkar ilişkilerinin, ikiyüzlü sahte bağların en aza indiği kişinin kan ve duygu bağı ile de bağlı olduğu toplumsal yapılardır. Bozulduğunda ise ufak hücrelere, zindanlara dönüşebilme potansiyelini her toplumsal yapıda olduğu gibi aile de içinde barındırır. İnsanın asıl en büyük zindanının bugün batılı modern ülkelerin de kendi içlerinde tespit edip çözüm yolları aradığı üzere kayıtsız-şartsız bir bireyselleşme ve atomik hücreler haline getirilen birey politikaları olduğunu görebiliriz.)
Kadının, erkeğin ve çocuğun içinde barındığı aile muhafazakâr kompleksler sonucu bütün sorunlarıyla birlikte sahiplenilecek, kutsanacak ve sürdürülecek bir yapı olmaktan çıktığında ve aile içindeki psikolojik, duygusal, ekonomik ve siyasal sorunlarla yüzleşildiğinde adaletsiz şekilde gücün kötüye kullanımı sorunuyla da yüzleşilmiş olacaktır. Aile yapısındaki bireyleri sağlıksızlaştıran, mutsuz eden ve onların kendini tatmininin ve yenilenmesinin önüne geçen sorunlar toplumun her kesimini sarmaya mahkûmdur. Bu nedenledir ki aileyi oluşturan bileşenlerden biri olan salt bir bireyi hedefleyip, onun kurtuluşu yönünde atılan her türlü adım atıl kalmaya mahkûm olmuştur.
Bugün ülkemizde de ortaya çıkan aile fotoğrafında aile içinde kadın bireyler adaletsiz şekilde gücün kötüye kullanımından en çok mağdur edilen kesimleri oluşturmaktadır. Ailede ve toplumda kadına yönelen şiddet vakıalarından özellikle bahsetmek yerinde olacaktır. Bu somut gerçeklik, üzerine düşünülmek ve acil önlemler alınması için iyi bir başlangıç noktası olabilir. Bu başlangıç noktasının ilerisinde ise ters yönden cinsiyetçilik, kadının kurtuluşunun tek başına bir kurtuluş olacağı, ailenin kadın için salt bir zindan olduğu, anneliği-eşliğin-evlatlığın hor görüldüğü gibi çıkmaz sokaklar bizleri beklemektedir. Bu çıkmaz sokaklar aileyi sorunları ile birlikte bir tipolojiye sokup tümden reddetmeye varan ruh halinin yansımalarıdır. “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz” sloganı milliyetçiliğe, ırkçılığa, farklı dini, siyasi, etnik grupların ayrıştırılmasına karşı olarak kullanıldığı şekilde neden akraba, eş, aile olan insanlar için kullanılmasın? Adaletsiz güç dengelerinin kurbanlarından biri olarak kadının tek başına bir kurtuluşundan söz etmek ve aileyi salt kurtulmak gereken, iflah olmaz bir toplumsal hapishane olarak görmek insanın varoluşunu ıskalamaktır.