İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler Makalesi Kritiği
Bu çalışma Ö. Lütfi Barkan’ın Vakıflar Dergisine 1942 yılında yapmış olduğu bir makaledir ve Anadolu’nun İslamlaştırılması ve Türkleştirilmesi ile ilgili döneminde yazılmış en önemli makalelerden biridir.
Bu makalenin yazılış amacını şöyle anlatıyor: Ortada koskoca bir imparatorluk var ve bu asırlarca sürüp giden bir egemenlik ve büyük bir coğrafyaya hakim durumda ama ilk kuruluş dönemini anlatırken iki türlü yorum yapılıyor. Birincisi bunun sadece Padişahların dirayeti ve üstün vasıfları ile Allah’ın bunlara karşı göstermiş olduğu lütuf ve inayet sonucunda böyle bir imparatorluk kurulmuştur. Bir diğeri, daha çok batılıların özellikle Gibbons gibi yazarların ilgi gösterdiği yoruma göre ise, Osmanlılar Bizans ile sınır konumunda ve Asyalı yani Türk unsurların önü rakip beylikler ile kesilmiş olduğundan böyle bir devletin, imparatorluk için insan kaynağını daha çok yerli Rumlar arasında bulduğuna dair yorumdur. Böyle bir yorumda ise askerini Rumlardan, teşkilatını Bizanslılardan alan bir yapı ortaya çıkıyordu ki, aslında bu Bizans’ın devamı niteliğinde bir şeyi gündeme getiriyordu.
Kendisi bu iki yoruma da karşı çıkarak Fuat Köprülü’nün yapmış olduğu çalışmaya atıfta bulunuyor. Bundan sonra şöyle devam ediyor:
“İlk Osmanlı membalarının, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunu izah ederken Osmanlı Padişahlarının mensup olduğu soyun nereden ve ne zaman geldiğine, dinine, uç beyliklerinde bulundukları zamanki sosyal hacimlerine, göçebe, köylü veya şehirli oluşlarına, Hristiyan ve diğer Türk beylikleri ile olan münasebetlerine ait verdiği malumat eksiktir ve baştan aşağı yeniden tetkike muhtaçtır. Ayrıca Anadolu’nun içinde bulunduğu siyasi ve sosyal vaziyet de, şimdiye kadar ilmi bir şekilde tetkik edilmiş değildir.”
Osmanlılarla ilgili bilinen ilk şeylerden biri göçebe Türkler hayvanlarına otlak bulmak için hem Türklerden, hem de Müslümanlardan uzak bu yaylalara gelip yerleşmişlerdir. Fakat göçebe yaşayan bu toplumun bir anda böyle bir düzenli orduya sahip olup çoğalmalarının hayretle karşılandığını anlatıyor. Fuat Köprülü ise bu olaylara biraz daha tarihi açıdan geriden bakınca hiç de hayretle karşılanmaması gerektiğini söylüyor.
“ Aslında her şeyden evvel hatırda tutmak lazım gelir ki, daha Selçuki’ler zamanındaki Anadolu fütuhatı da, garba doğru devam eden büyük Türk muhacereti için, sistematik bir iskan ve kolonizasyon işi olmuştu.”
Barkan yukarıdaki cümlelerde makalenin ana gövdesini kurmaya başlıyor, Osmanlı’nın insan kaynağının ipuçlarını vermeye çalışıyor. Babai isyanının ortaya çıkardığı sonuçların nasıl büyük bir kitlenin Anadolu’ya geldiğini ve nasıl bir çeperde etkili olduğunu ortaya çıkarması bakımından önemli olduğunu ve bu isyanın aslında Selçuklular zamanında Anadolu’ya geçiş yapan göçebe Oğuzların cesameti açısından bize bir fikir vereceğini söylüyor. Moğollar bir yandan Anadolu’ya akınlarını sürdürürken aynı zamanda Anadolu, Altınordu ve Memluklularda yaşayan şehirli ve göçebe unsurlar için cazibe merkezi haline geliyordu. Kısaca Osmanlı kuruluş aşamasında bütün bu hazır kuvvetler etrafında bulunuyordu. Kiişsel olarak bu durumun Fatih’e kadar da böyle devam ettiğini düşünüyorum. İstanbul’un fethi, hem imparatorluğun ilerleyişinde bir makas değişimine yol açıyor hem de Türkmenler için artık zor günlerin başlangıcı oluyordu. Ömer Hoca daha sonra şöyle devam ediyor:
“Osmanlı idare teşkilatı Selçuki ve İlhani’lerin devlet ve idare ananelerine göre tesis edilmiş ve devlet işlerinde bidayette daha fazla Selçuk idari teşkilatına mensup yüksek Türk aristokrasisi ve memurları kullanılmıştır.”
İstanbul’un Fethinden sonra bu devlet formunun aynı kaldığını ancak normunun değiştiğini söyleyebiliriz.
Osmanlı imparatorluğu kurulurken, Anadolu’daki uç beyliklerinin Türk ve İslam dünyasının her tarafından gelmiş, her sınıftan ve her meslekten kişilerle dolu olduğunu söylüyor. Bunların İran, Mısır ve Kırım medreselerinden çıkan hocalar, Selçuklu ve İlhanlı bürokrasisine mensup kişiler, değişik tarikatların üyeleri, İslam şövalye ve misyonerleri diyebileceğimiz ( Bu tabir Ö. Lütfi Barkan tarifidir.) dervişler ve son olarak bazılarının Gaziyan-ı Rum dedikleri, bazılarının da Alp-erenler dedikleri Türk şövalyelerinden bahsediyor. Kişisel olarak Alp-eren tabirini daha yakın buluyorum. Osman Gazi’nin yoldaşlarının hemen hepsinde de Alp sıfatı kullanılır. Ayrıca Ahıyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum denilen, yani Anadolu Ahileri ve Horasan Erenlerini de bu sıralamanın içine koymak gerekiyor ki bunların Osmanlı Padişahlarıyla birlikte savaştıkları bilinmektedir.
Daha sonra Ahilik teşkilatını anlatmaya başlıyor ve bunların nasıl güçlü bir oluşum olduğunu anlatmak için şu cümleleri kuruyor.
“ Ahi Teşkilatının Anadolu’daki faaliyetlerinin Osmanlı İmparatorluğunun kurulmasında büyük rol oynadığını kaydetmek icap eder. Prof. Fuat Köprülü’ye göre; Gazi Osman’ın kayınpederi Şeyh Edebali ile silah arkadaşlarından bir çoğunun hatta Orhan’ın kardeşi Alaeddin’in bu tarikata mensup bulunuşu, ilk Piyade askeri üniformasının Ahi üniforması oluşu ve Yeniçeriler için Ahi başlığının kabul edilmiş olması bu bakımdan son derece manidardır.”
“Selçuk devletinin en kuvvetli bir zamanında Babai’lerin Anadolu’da ki bütün Türkmen aşiretlerini birden harekete geçirmek sureti ile bu devleti fena halde sarsmış oldukları malum bir hakikattir. Fütuhatı başarmak için Osmanlı ordularına yalnız teşkilatlı ve imanlı muharip temin etmekle kalmayıp, bu misyoner dervişlerin dini ve sosyal fikirler propagandasıyla da halk kütleleri arasında çok faal bir maya gibi faaliyete geçerek o memleketlerin sosyal bünyesinde ve siyasi kuruluşunda büyük yenilikler yapmak için müsait kaynaşmayı yaratmakta, temsil ve fütuhat işlerini kolaylaştırmakta amil oldukları da muhakkaktır.”
Yukarıda ki cümlelerde de görüldüğü üzere ahilik çok önemli işlevleri yerine getiren muazzam bir teşkilattır ve bütün iktidarlar tarafından dikkate alınmak zorunda kalınmıştır., Devletler iyi geçindikleri zaman birlikte iyi işler yaparken, özgürlüklerine ve ekonomilerine dair baskılamaya kalktığında buna en sert tepkiyi verebilmektedirler. Bu nedenle idareciler tarafından hep dikkate alınmış ve süreç içinde de bir yandan absorbe edilmiş ve bir yandan da tasfiye edilmişlerdir.
- Bölüm: Kolonizatör Türk Dervişleri
Osmanlı İmparatorluğu ilk kuruluş yıllarında ihtiyaç duyduğu kadroyu, Asya’dan Anadolu’ya doğru akan muhacir Türkler arasından bulmuştur. Bunu yazarımız daha önce de ifade ediyor. Bunlar daha çok bir yerlere yerleşmeye çalışan göçebe aşiretlerdir. Osmanlının istila ettiği yerlerde bu göçebe Türkmenler hem istila sırasında asker görevi yürütüyorlar hem de işgalden sonra bu topraklara yerleşip buralarda tekke ve zaviyeler kuruyorlar.
“Bu dervişlerin nazarı dikkati celb eden din ve cihan telakkileri, daha eski Türk memleketlerinden gelen muhacir kitlelerinin getirdiği din ve vicdan telakkilerinin aynı olduğu gibi, müridleri de ekseriya kendi aile ve soyları azasıdır. Bu sebepledir ki bu unsurlar sayesinde Anadolu, ayrı bir teşkilat ve ananelere sahip insan yığınlarıyla beraber, onların getirdiği dini ve mistik cereyanların da kaynaşmasına bir sahne teşkil etmekte idi.”
Yukarıdaki paragrafta da görülebileceği gibi bu insanlar bir yandan kendi geleneklerini dinin içine yedirirken, bir yandan da diğer unsurlarla birlikte yeni bir hayat inşa ediyorlardı. Tabii ki süreç içinde bu dervişler birer kahraman haline getiriliyor ve haklarında efsaneler üretiliyordu ama esas itibarı ile bu kişiler buraya gelip yerleşenler için bir harç vazifesi görüyorlardı.
Yazar daha sonra bu dervişlerden örnek vermeye başlıyor ve değişik kaynaklardan öncelikle Osmanlı kuruluş aşaması ile ilgili olarak Ertuğrul Gazi’nin gördüğü bir rüya ve onun etrafında yaşanan hikayeler daha sonra Osman Gazi ve Şeyh Edebali anlatılıyor. Burada iki şahsiyet öne çıkıyor, birincisi Selçuklu sultanı Alaeddin’in veziri Abdülaziz, ikincisi ise Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebali’dir.
Bu mevzuda Şeyh Edebali ile ilgili şu alıntıyı yapıp geçelim.
“ Meğer Osman’ın halkı arasında bir aziz şeyh vardı. Adına Edebali derlerdi ve dünyası bir nihaye idi. Amma derviş siyretin dutardı. Hatta derviş diyü lakab ederledi. Bir zaviye yapup ayende ve revendeye hidmet ederdi. Kah kah Osman onun Zaviyesine konuk olurdu. ( Neşri tarihi, Yp. 24, Veliyüddin efendi kütüphanesindeki nüsha)
….kendülerin arasında bir aziz şeyh vardı, hayli kerameti zahir olmuştu. Ve cemi halkın mutemedi idi. Ve illa dervişlik batınında idi dünyası nimeti ve davarı çokdu ve sahib-i çerağ ve alemdi, daim misafirhanesi hali olmazdı. Ve Osman Gazi kim bu dervişe konuk olurdu…( Aşık Paşazade tarihi, İstanbul basımı sf.6 )”
Yazının başında bahsedilen Ahilik meselesine geçiyor ve Ahilerin kendilerine zulmedildiğinde Selçuklulara karşı yaptıkları Babai isyanı ile onların yıkılmasında en büyük pay sahibi olduklarını anlatıyor. Fakat bunların Osmanlı’nın kuruluşundaki en büyük destekçi olduklarından da bahsediyor. Daha sonra şöyle devam ediyor:
“ Ahilikle Babailiğin ve burada muhtelif mümessillerinin isimlerini zikrettiğimiz muhtelif tarikatlerin yekdiğerleriyle olan münasebetlerini layıkiyle tayin edememekle beraber, bu tarikatler mümessillerinin Türkmen kabileler üzerinde telkinatta bulunduğu Türkmenlerle birlikte onları temsil eden bu dervişleri ve tarikatların da Orta Asya’dan gelmiş olduğunu söyleyebiliriz. Diğer tarikatlar gibi Ahiliğinde yalnız şehirlerdeki burjuva sınıfına sınıflarına has bir teşkilat, mesleki zümreler ait teşekküller olmadığı ve bir çok Ahi rüesasının köylerde yerleşmiş olduğu da nazarı dikkati celb etmektedir.” Günümüzde kabaca sadece bir meslek teşkilatı olarak bilinen ahiliğin ne denli önemli bir teşkilat olduğu ve ne kadar büyük bir ağa sahip olduğundan bahsediyor.
Osmanoğulları batı illerine yerleştiklerinde onlarla beraber bir çok derviş de gelip oralara yerleşiyorlar. Bunların bir kısmı gazilerle birlikte fütuhat yapıp, memleket açıyorlar, diğerleri ise o civardaki köylere ve boş arazilere yerleşip tarım yapıyor ve hayvancılıkla meşgul oluyorlar. Bu tip yerlere memleketin hemen her yerine tesadüf ediliyordu ve bunlar aynı zamanda çevrelerinde bu zaviyelerle birlikte din ve kültür merkezi haline geliyorlardı. Mesela bunlarla ilgili şöyle kayıtlar vardı.
“Bursa’da türbesi olanlardan Şeyh Abdal Murad Horasan erenlerinden olub Bursa fethinde bulunmuştur. Şeyh Abdal Musa Yesevi fukarasındandır ve Hacı Bektaş ile Ruma gelmiştir. Emir Sultan Hüseyni nesebdir. Buhara’da doğmuş büyümüştür. Şeyh Geyikli Baba Sultan da fukarayi Yeseviyedendir. Konya’da bazı aşiretler arasında Geyiklü Baba dervişlerinin bulunduğuna nazaran, bu taraflardan gelmiş bir Türkmen kabilesine mensup olması lazım gelen Geyikli Baba’nın Bursa’nın fethini müteakib Orhan Gazi ile münasebetlerine ait aşağıdaki fıkrada naklettiği menakıbi işleyen motifler bakımından, dikkate şayandır.”
Bölümün sonunda bu tekke ve zaviyelerin kuruluş aşamasındaki etkilerini anlattıktan sonra, ilerleyen zamanlarda buraların birer memuriyet şekline girmesinden ve soysuzlaşarak, bir nevi eşkıya düzeninin oturduğundan bahsediyor. O hale gelmiştir ki diyor son devrin dilenci dervişleri ve tembelhane haline dönüşmüştür, eski düzeni ile hiçbir alakası kalmamıştır.
İbn-i Batuta ise Ahileri Bilad-ı Rum’da sakin Türkmen akvamının her vilayet ve belde ve karyesinde mevcut olarak tasvir etmiştir.
“Yeni fethedilen bir Hristiyan memleketinde, bu şekilde gelip dağ başlarında yerleşecek, oraların imar ve emniyeti ile meşgul olacak ve tesis ettikleri merkezlerle Türk dil ve dinini yaymaya başlayacak misyonerlere ve gönüllü muhacirlere malik olmak ise; yeni kurulmakta olan Türk devletinin en büyük kuvvetini temsil etmekte olduğu meydandadır. İmparatorluğu kuran kuvvet işte kendisinden bu kadar emin, kendiliğinden taşan ve atılgan bir istila kuvveti idi.”
Diyor özellikle şu paragrafı çok önemli
“Bu devirlerde gördüğümüz dervişler, henüz bizzat ziraatla meşgul olan ve bağ bahçe yetiştirmekle zaviye ve değirmen inşa etmekte mahir olan işgüzar insanlardır. Vakitlerini âyîn ve ibadetle geçirdiklerine, başkaları sırtından yaşadıklarına dair ortada henüz hiç bir delil mevcut değildir”
Köylerde Zaviyeler Nasıl Kurulur
Daha çok Köprülü’den alıntı yapılan bu bölümde zaviyelerin nasıl kurulduğu ile ilgili bilgiler veriyor ve özellikle şu vurguyu yapıyor :Bu dervişler elinde asa ile köy köy dolaşan tipler değiller, daha çok bir obası, bir aşireti olan kabile reisleridir ve son derece nüfuzlu kişilerdir. Bunu nereden çıkarıyor, diyor ki bu kişilerin hemen hemen hiçbir işlerine devlet müdahil olmamıştır ki, bunların zaviyelerine misafir olan kişiler kendilerini bir derebeyinin konağında gibi hissettiklerinden hiç şüphe yoktur. Özellikle verdiği bir örnek var ki, değinmeden geçemeyeceğim;
“ Molla Mehmed Kurdî ulemâ-i izâmın mevdudı idi. Diyarı Acemden olub, Ak koyunlu zamanında Ruma gelüb Kürdi nâm karye hâti iken ihya idüb, zira’at hıraset idüb, talebeye talimi hasbî ve kut-ı lâyemuta vefa edecek nafakısı kendi kisbi imiş… (Kayıt, 159).”
“Boş bir köye gelip yerleşen ve orayı ihya eden Molla Mehmed’in Kurdî unvanını izah için vilâyet muharriri şöyle bir hikâye naklediyor: Müşkül bir meseleyi Acem uleması halledemeyib kendisine gönderdikleri zaman, o meseleyi, bu adam ulemanın kurdudur şeklinde bir takdir uyandıracak tarzda, halletmiştir. Fakat, ilmi bu dereceyi buldoğu halde gelib bir köyde ziraatle meşgul olan bu Türk âliminin Kurd’lukla olan münasebeti ayrıca tetkike değer bir mesele teşkil edeceği meydandadır, içlerinde ehl-i ilm ve müderris olanları da bulunan ve bu suretle bulundukları yerlerde neşir-i maarif eden, fakat daima ziraatle de meşgul olan dervişlere, diğer kayıtlarda da tesadüf edilmektedir “
Bu örneği şunun için aldım görüldüğü üzere dervişin adı Molla Mehmed Kurdi’dir ve işin içine Kürtlük girince bunun nereden geldiği kafada soru işareti haline geliyor, bu makalenin yazıldığı yılı dikkate alırsak Kürt kelimesinin kullanılmasının sakıncaları falan ortaya çıkıyor ki böyle ilmi bir meselede dahi kişiyi Türklüğe bağlama yolu zorlanıyor. Sonra başka örneklerde veriyor, onlara aşağıda yer verme ihtiyacı duydum.
“Kümelinde, Yağmur oğlu Hasan Baba zaviyesi, Tanrı dağı kurbünde hâil ve viran bir mezraa üzerine kurulmuş olmakla beraber, kendisine cezbettiği kalabalık ve civarında bina edilen değirmen ile bahçe sayesinde, buraların mâmur olmasına ve gelene geçene faydalı durak ve uğrak mahalli haline gelmesine sebeb olmuştur. Bu zaviyede 28 nefer derviş toplanmıştır [179]. Hasköy civarındaki Osman Baba zaviyesi de, Osman Babanın tapaladığı boş yerler üzerinde kurulmuş olmakla beraber, bu şeyhin maiyeti defterde 69 kişi olarak kayıtlıdır. Filhakika, bu zaviyeye senede 356 kadar kurbanlık koyun gelmekte olduğu yine kayıtlardan anlaşılmaktadır.”
Açılacak Toprak Arayan Muhacir Dervişler
Bu Muhacir dervişler öyle ballı börekli yerlere yerleşmiyorlardı, baktığında boş olan dağ bayır yerlere özellikle gidiyorlardı, bu vahşi tabiat ortasında hırsız, eşkiya yataklarında tekkelerini kuruyorlardı. Devlette özellikle bunun için teşvik ediyordu, çünkü buralar bir nevi ileri karakol görevleri de görüyorlardı. Örneğin aşağıdaki gibi:
“Kütahyada Beşparmak isminde bir dağın altında Hüsam Dede namında seccade nişin bir aziz kendi çapasiyle otuz beş dönüm kadar yer açub bir mikdar yere bağlar dikmiş; oraya evler, ahırlar, hânkah ve mescit yapmış ve bu suretle meydana çıkardığı mülklerinin gelirini gelene geçene, sarfedilmek üzere vakfetmiş. Sonra, oraya daha bir çok dervişler gelüb sakin olmuşlar ve çalışub hasıl ildiklerinin öşrünü ve resm-i zeminlerini sahib-i arza virmekle beraber, ayrıca oradan gelüb geçenlere de hizmet idiyorlarmış [35]” görüldüğü gibi bir dağı altına kendi çabası ile bir tekke kuruyor ve burada bağcılık yapıp, evler kuruyorlar ve gelip geçenin yerleşebileceği bir yer haline getiriyorlar.
“Görülüyor ki, mevzuubahis ettiğimiz dervişler, zahit ve tufeyli bir zümre teşkil etmekten ziyade; çalışmak ve toprağı açmak muhabbetiyle müteharrik bir sınıf kolon, kırlara doğru taşmakta ve yayılmakta olan bir cemiyetin doğurduğu canlı ve müteşebbis bir tip yeni insandır. Ve esasen, istifade etmekte oldukları ehemmiyetsiz bazı muafiyetler, bilhassa bidayette taşıdıklarını gördüğümüz büyük hizmet ve fedakârlık duygularına karşı hakikaten yerinde ve âdil bir mükâfat teşkil edecek şekilde verilmiş bulunmaktadır.”
“Ahilerden bahseden İbn-i Batuta da onların Anadolu’da Türkmen akvamı arasında her köy ve kasabada mevcut olub eşkıyayı tenkil için büyük bir kudret temsil ettiklerini söylemektedir.”
Daha sonra bu dervişlerin etrafındaki gençlerin savaşçı olduklarında bahisle, onları Avrupa’daki faşist gençlik gruplarına benzetiyor. Tabii bu değerlendirmeye baktığımızda yılın 1942 olduğunu tekrardan hatırlamakta fayda var.
Derbend Bekleyen Dervişler ve Zaviyelerin Emniyet ve Menzil Vazifeleri
Yazarımız bu bölümde kısaca şunları söylüyor;
Devlet uzun bir müddet bu zaviyelere bir takım haklar tanımak için oraların hakikaten yerinde açılması ve gelip geçenler için bir kalacak merkez haline gelmesi çok önemlidir. Şayet bu yerlerdekiler istenen koşulları yerine getirmezlerse onların elinden buralar alınıp başkalarına da hatta isteklilere koşulları yerine getirmek şartı ile tahsis edilebiliyordu. Hatta bakımsız harap olan yerleri de tekrardan diriltmek için talepte bulunanlara da yine şartları yerine getirmek koşul ile tahsis edilebiliyordu. Dedeler ve Şeyhler yalnız ufak zaviyelerin değil, bu zaviyelerin daha büyümüş şekillerinden başka bir şey olmayan tekkelerin ve kervansaraylı konak yerlerinin de başında bulunmaktadırlar. Osmanlı’da aylıkla asker ve memur yoktu ve bunu karşılayacak bir bütçede yoktu, o yüzden her türlü vazife için toprak gelirinden bir kısmı kesilerek yapılmakta, buna mukabil bir muafiyet sonucunda da buraların halkı bu vazifeyi yerine getirmekteydi. Devlet emniyeti sağlayacak olan kimselere ki bunlar savaşçılar olabilir, cemaat reisleri olabilir, böyle köylerin tımarını ve bac resimlerini vermekte ya da o hizmet karşılığında cemaati ile birlikte orada yaşamasına izin verip her türlü vergiden affetmektedir. Yollar ve köyler son derece hesap edilerek yerleştirilen bu köyler ve zaviyeler ya da kervansaraylar tarafından korunmaktadır. Aslında en önemli konu şudur ki, günümüzde böyle bir planlama ancak uzun süreli hesap kitap işleriyle olurken, o günlerde kendiliğinden ve tesadüfen gelişmiştir.
Zaviyelerin İdaresi ve İşleyiş Tarzı
Yazarımız burada kısaca bir iki şeyden bahsediyor;
Zaviye ve şeyhliklerde önce evlatlara vasiyet ederek kalıyor fakat zaman içinde burada usulsüzlük ve yolsuzluklar görülünce bu şeyhlerin yerine devlet başkalarını tayin ediyor ve böylece buraların evlat vakfı olmaktan çıkarılıp kamu vakfı haline getirildiği görülüyor diyor, sonra aşağıdaki gibi devam ediyor.
“Diğer tarafdan bu zaviyelerden bir kısmının doğrudan doğruya devlet tarafından açılmış olması da mümkün olduğu gibi, bazı vâkıflar şart olarak«hâkimü’l-vakt, her kim bu makamın hizmetine elyak ise anı şeyh nasb ider» kaydını koymuş bulunmaktadırlar.”
Bu topraklar genelde yurt olarak verilmiş olmasına rağmen tabii ki o aileye yada o aşirete, yönetime çok kişi karışmasın diye bir kişiye berat verildiğinden söz ediyor. Buna şöyle bir örnek veriyor
“Kengırıda Kozlu Dede boynundaki, iki zaviyenin sahihleri (Şeyh Sami evlâdı) 50 kişi idi. Bu sebeble hükümet, hisse usulünü tamamen kaldırıp bu zaviyelere tarikatleri üzere kim şeyh ve seccade nişin olur ise yalnız onların nazır olmasını emretmiştir.”
Bazı zaviye kayıtlarında, Kız Bacı, Ahi Ana, Sakan Hatun, Hacı Fatma zaviyeleri gibi bazı zaviye şeyhlerinin kadın oldukları görülüyor. Sonra şu şekilde devam ediyor.
“Aşık Paşa Zade bu kadın dervişlerden «bâciyânı Rûm» nâmı altında bahsetmektedir ve Hacı Bektaş’ın Rum Ahileri, Rum Abdalları ve Rum Gazileri gibi grublar içinden Bâciyan-ı Rûmi ihtiyar edip, kadıncık ana (Fatma) isminde bir kadına, bütün kerametini göstermesi ve tarikatı ona ısmarlaması bu bakımdan manidardır.”
Yazarımız bütün bunları aşağıdaki paragrafta çok güzel özetliyor ve bize o dönem Anadolu’da nasıl bir şey yaşandığını gözlerimizin önüne seriyor.
“Hıristiyan memleketlerinde çalışan Türk misyoner dervişlerinin bu neviden faaliyetleri, Hristiyan iken sonradan Müslüman olmuş dervişlerin bazı tarikat/erin âyin ve erkânı üzerinde yapacakları tesirler de ayraca tetkik edilecek mevzulardır. Aynı şekilde, bu, tarikatların içtimaî hayat idealleri ve muhtelif içtimaî meseleleri telâkki tarzları da ayrıca tetkike değerse de, bu hususlar maalesef bizim için malûm değildir. Yalnız, birçok dervişlerin komünist bir hayat yaşamak için bir araya toplandıkları ve beraber çalışıp beraber yemenin ve böyle müşterek bir hayat sürmenin zevklerini tercih ettiklerini kabul edebiliriz. Bundan başka, son zamanlarda Rumelinde bazı dervişlerin beraber çalışıp elde ettikleri mahsullerini iki gözlü ambarlara taksim ederek bir gözün muhtevasını kendilerine ve diğer gözdeki mahsullerini yolcuların fukaralarına tahsis etmek üzere kullandıkları nakledilmektedir.”
Sonuç olarak Anadolu’da ve Rumeli’nde yerleşen bu dervişler bir yandan bulundukları yeri imar ederken diğer yandan bir nevi dini bir çalışma yapıyorlar, oraları Müslümanlaştırıyorlar. Savaş zamanlarında ise orduya katılarak savaşa gidiyorlar yani ileri karakol vazifesi görüyorlar. Yazar özellikle Fuat Köprülü etkisi ve onun kitaplarından alıntıyla yazdığı bu makalede bizlere o yıllarda yaşananlar konusunda bir pencere açıyor diyebiliriz.