Anadolu’ya Göçler Ve Kurulan Yaşam Biçimi

GÖÇLER VE SONUÇLARI

Göçebeliğe ve onun etrafında oluşan ekonomik ve sosyal düzene girmeden önce kısaca bir göçler ve ne sonuçlar doğurduğuna bir bakmak istiyorum. Aslında baktığınızda tarihte doğrusal giden olaylarda kırılmaya yol açan iki olgu var, biri göçler, öteki ise isyanlardır. Göçler ve isyanlar tarihin hızlandırıcıları ve ray değiştiricileridir şeklinde bir tabir kullansak aslında yanlış olmaz.

Örneğin, Avrupa’nın tarihini değiştiren bir kavimler göçü var; bu kavimler göçü 4. Yüzyılın ortalarında, Hunların, Aral Gölü ile Hazar Denizi arasındaki bölgeden Don ve Volga nehirleri arasındaki bölgeye kaymaları ile başlamıştır. Çinlilerin egemenliğinden kurtulmaya çalışan Hunlar, Cermenlerin, Gotların ve Slavların yaşadıkları Doğu Avrupa’yı istila etmeye başladılar. Bu istilaların sonucunda bu kavimler batıya doğru hareket edip, Roma topraklarını işgal etmeye başladılar. Sonuçta Roma imparatorluğu, önce 395’te, Doğu ve Batı şeklinde ikiye ayrılmış ve Batı Roma imparatorluğu 476’da yıkılmış ve Avrupa uzun bir müddet Feodaliteye teslim olmuştur.

Aslında cesamet olarak bu kadar büyük olmamasına rağmen bir avuç insan 622 yılında Mekke’den, Medine’ye hicret etmiş ve dünya tarihinin en önemli değişikliklerinin başlangıcı olmuştur. Yine İsrail kavminin Mısır’dan, Musa önderliğinde Kenan diyarına göçü, bugüne kadar etkileri süren bir göç olmuştur.

16.yüzyıldan itibaren Avrupa’dan, Amerika’ya doğru olan göçlerde bu kıtanın bütün tarihini değiştirmiştir.

Tıpkı bunlar gibi, Türklerin daha doğrusu Oğuz boyunun, 11. Yüzyıl ortalarından itibaren, Orta Asya’dan hareketle, Maveraünnehir, Horasan hattından, Anadolu’ya o günün söylemiyle Diyar-ı Rum’a olan göçü de yaşadığımız toprakların, bugüne kadar olan macerasının başat olayı olmuştur. Kaderin cilvesi olsa gerek, Roma imparatorluğunun yıkılmasına neden olan, Hunların göçü, bu sefer Bizans’ın yıkılmasına kadar gidecek sürecin yine Türkler elinden olmasını sağlayacaktır.

Aslında sürekli olarak, Selçukluların başına dert çıkaran, ele avuca sığmayan, vergi vermekten hiç hazzetmeyen Oğuz boyları, Malazgirt’ten önce Anadolu’ya girmeye başlamışlardı. Ama kurulu devlet düzenleri, Malazgirt’ten sonra oluşmaya başlamıştır. Danişmentoğulları ve Artuklular gibi beyliklerle Türkmen nüfusun ilk yerleşmeye başladığı alanlar, Tokat, Amasya, Yozgat, Kayseri, Sivas, Malatya, Elazığ gibi kentlere ve kırsal kesimlerdi. Selçuklularla beraber bu göçler orta Anadolu ve batıya doğru devam edecektir.

“Türkler Anadolu’ya sızmaya başladığı sırada bazı istisnai yerler dışında bölgenin bütününde nüfus çok azdı. Fetihler sırasında bölgeden kaçanlar, katliamlar ve tutsak alınanlar dolayısıyla bu nüfus daha da azalmıştı. İkincisi, Anadolu’daki nüfusu oluşturan unsurlar birbirinden çok farklıydı. Toplam sayıları tabii ki yeni göçmenlerden çok fazlaydı ama yeni göçmenler nüfusun dağınık unsurlarının her biriyle karşılaştırıldığında, yani terazinin bir kefesine gelenlerin yayılma gücü, diğerine Anadolu nüfusunu oluşturan unsurların direnme gücü konulunca, sayısal eşitsizlik önemini yitiriyordu. Rum bölgeleri, Ermeni bölgeleri vb. vardı ama Türkler her taraftaydı. Üçüncüsü Orta Asya’dan gelen Türklerin en büyük bölümünün Azerbaycan ve Anadolu’ya yerleştiklerine dair en ufak bir şüphe yoktur ve Anadolu’ya yerleşenlerin sayısı Azerbaycan’a yerleşenlerden fazladır. Türkler Arap ülkelerinde ya da Orta ve Güney İran’da bulamadıkları, alıştıkları yaşam koşullarına çok benzer koşulları Anadolu’da bulmuşlardı.”[1]

Evet, Türkler sürekli göç ediyorlar ya da göç ettiriliyorlardı. Gelen unsurlar Anadolu’yu kendi yurtları gibi benimsemeye başlamışlardı, çünkü yaşadıkları ve alıştıkları ortama çok benziyordu. O yüzden her tarafa yayılıyorlardı ve yayılırken de Diyar-ı Rum’u bir nevi sivil alanda işgal ediyorlardı.

“Yeni gelenlerin egemenliği altına giren yerleşik halklarda tutsaklık veya umutsuzluk doğumu azaltan bir etki yaratırken, istilacı halklarda geleceğe güvenle bakmayı, bolluğa ve başarıya çocuklarının sayısının artmasıyla ulaşılacağına inanmayı getirir, dolayısıyla yerli halkın aksine doğumlar çoğalır. Diğer taraftan ister kaçırma yoluyla olsun, ister ülkenin yeni sahiplerinin kendilerini rahat bırakmalarını sağlamak için yerli aile reislerinin rızalarıyla olsun, yerli kızlar istilacıların yataklarına girecek ve sonuçta doğan çocuklar Türk olarak yetiştirileceklerdir. Bu durumda doğurganlık açısından yerli halklar zararlı, Türkler kazançlı çıkacaktır.”[2]

Yani Türkler bir yandan göç ediyor, diğer yandan ise Anadolu’yu yurt edinirken, yerli halkla da bir şekilde karışmaya başlıyorlardı. Bu göçlerin iki türlü tesiri oluyordu. Öncelikle kırda başka bir demografi ortaya çıkarıyor, kentte ise daha başka bir demografi ortaya çıkarıyordu.

Peki, bu göçler nasıl oluyordu yani Horasan, Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya gelen bu topluluklar, hangi araç gereçlerle bu yolculuklarını yapıyorlar, nelerle karşılaşıyorlardı?

“Ne yazık ki tarih kaynakları ne göçlerin cereyan süreciyle, ne de Anadolu’daki yerleşim süreciyle ilgili olarak yukarıdaki sorularımıza kesin ve somut cevaplar vermemize pek yardımcı olmuyorlar. Anadolu’daki yerleşme süreciyle ilgili olarak ise, Türk kaynaklarından çok, Ortaçağ Anadolu’sundaki Hristiyan kaynaklarında bazı kayıtlar bulabiliyoruz.”[3]

İLK GÖÇLER NASIL YAPILDI VE İLK ETKİLERİ NELERDİ?

Orta Asya’dan, Anadolu’ya devam eden bu göçler, sadece uygun olan mevsimlerde yapılan ve Anadolu’ya yerleştikten sonra biten göçler değildir. Aslında bu göçler, Anadolu’da da uzun bir müddet devam eden göçlerdir ve bu yaşam biçimi olağan bir halde devam etmiştir.

Göç nasıl başlamış, nasıl cereyan etmiş olabilir? Sorusunu sorduğumuzda şöyle bir senaryo hayal edebiliriz. Herhalde her Türkmen boyu, kendi reisleri yönetiminde, kafileler halinde yollara dökülüyor, muhtemelen her boy ya kendi başına hareket ediyor, ya da daha büyük topluluklara katılıyorlardı. Geçecekleri güzergahlar hakkında daha önce bilgi edindiklerini veya o güzergahları ve oralardaki tehlikeleri tanıyanları kılavuz olarak kullandıklarını düşünebiliriz.

Takip edilen güzergahta, belli yerlerde konaklanıyor, duruma göre ya kısa bir süre veya günlerce kalmak gerekiyordu. Bu konaklamalarda çadırların her seferinde yeniden sökülüp kurulması, hayvan sürülerinin otlatılması, koyun ve develerin, ineklerin sağılması, sütlerin işlenmesi, hastalanan hayvanların kesilip yüzülerek etlerinin muhafazası gibi yığınla yorucu işinde bu yolculuk esnasında yapılmak zorunda olduğunu unutmamak gerekir. Bu arada güzergah boyunca kafilede hastalanıp ölenlerin, yeni doğanların olduğunu da tahmin etmek hiç şüphesiz zor olmasa gerekir. Ölenlerin hemen yol kenarlarında uygun yerlere defnedildiği bilinmeyen bir şey değildir.

Bu uzun ve yorucu yolculukta ne tür nakil vasıtalarından yararlanıldı? Beygir, deve ve öküz gibi hayvanların yanında, özellikle uzun yol için birkaç çeşit araba kullanıldığını, hatta bunların bazılarının üstünde keçeden çadır evler taşıdıklarını biliyoruz. Bunlar arasında eski çağlarda ve yakın zamanlara kadar da Anadolu’da kullanılan kağnılara bakarak, aynı model olmasa bile belki Türkmenlerin benzer tekerlekli taşıtlar kullanmış oldukları da uzak bir ihtimal olarak görünmüyor. Aksi halde ağırlıkları sadece hayvan sırtında taşıyarak yapılan bu uzun mesafeli göçlerin çok meşakkatli olacağı ve çok daha uzun zaman alacağı şüphesizdir. Ama bunların taşımayı çok daha kolay ve daha az güçle sağlayan parmaklıklı tekerlekleri olan arabalar olduğunu sanmıyoruz. Çünkü Osmanlı döneminde bile halkın, tıpkı eski çağlar Anadolu’sunda ki dingille beraber dönen yekpare tahtadan tekerlekli arabalar, yani kağnılar kullanıldığını Avrupalı seyyahların gözlemlerinden biliyoruz. Bunların ise tekerlerinin dingille birlikte dönmesi yüzünden parmaklıklı tekerli arabalara göre koşum hayvanlarını daha fazla zorladığını söylemeye hacet yoktur.

Bu arada yiyecek ve su işi de muhakkak ki çok önemli idi. Yiyecek problemi herhalde büyük ölçüde avlanan hayvanlardan, yahut kendi hayvanlarından temin edilen etle, sağmal koyunlardan sağılan sütle hallediliyordu. Ekmek yapmak için gerekli buğday veya un herhalde taşıdıkları erzak stoklarından veya lüzumu halinde güzergah üstündeki, yakınlarda konaklanan köylerden ve kasabalardan sağlanıyor olsa gerekti. Tabi bu konaklamalar esnasında köylerin tarlalarına ve meralarına giren sürüler yüzünden çıkan kavgaları, sürtüşmeleri, hatta çatışmaları da hesaba katmalıyız.

Ayrıca ihtiyaç duydukları bir takım alet edevatı da herhalde ya buralardan satın alıyor, belki de çoğunlukla yaptıkları yağmalardan ele geçiriyorlardı. Çünkü Türkmenlerin yolları üstündeki köy ve kasabaları veya başka göç kafilelerini yağmaladıklarını biliyoruz.”[4]

Peki bu göçler çok başı boş olarak mı yapılıyordu, yoksa bu göçlerin bir şekilde kontrolü ve düzenlemesi yapılıyor muydu?

Anadolu’ya gelen bu göçebe Türkmenler öncelikle korkup kaçan yerli halkların bırakmış oldukları köylere ve civarına ya da istilalar sonucunda virane köylere yerleşiyorlardı. Bazen tamamen boş arazilere yerleşiyorlardı, bazen de savaşarak elde ettikleri köylere yerleşiyorlardı.

Melik Ahmed Gazi’nin fetihlerini destansı bir üslupla hikaye eden ünlü Danişmendname bu savaşların hikayesidir.”[5]

“İlk akla gelen şey, Orta Asya bozkırlarında alıştıkları hayat tarzını sürdürebilecekleri arazilere benzer arazileri aramış olduklarıdır. Yani kış mevsiminin sert ve soğuk rüzgarlarından, karlı, tipili fırtınalarından kendilerini ve hayvanlarını koruyabilecekleri, engin akarsu vadilerinin bulunduğu Orta ve Batı Anadolu bozkırlarını, yazın hayvanlarını rahatlıkla otlatabilecekleri serin yaylaların bulunduğu Doğu Anadolu topraklarını tercih ettiler. Kışın Suriye’nin engin vadilerine gittiler, yazın da tekrar, Orta ve Doğu Anadolu yaylalarına çıktılar. Buralarda bir kısmı uygun buldukları boş topraklara yerleşirken, bir kısmı da terk edilmiş veya kısmen meskun Bizans kent ve köylerini tercih ettiler. Ama bu yerleşim stratejisi aynı zamanda Selçuklu yönetiminin bilgisi ve kontrolü dahilinde cereyan ediyor(sırf vergi tahsili içinde olsa) resmen her boyun nereye yerleştiği, yerleşilen arazinin verimlilik kapasitesi, ne miktar vergi nüfusu barındırdığı, hiç şüphesiz Osmanlı tahrir defterleri gibi defterlere geçiriliyordu. Fakat bugün bu defterlere maalesef sahip değiliz.”[6]

Yani aslında Büyük Selçuklu ile geçinemeyen ve Malazgirt’ten sonra batıya hareket etmeye başlayan Türkmenler özellikle Büyük Oğuz isyanından sonra büyük kitleler halinde Anadolu’ya gelmeye başlıyorlar, daha sonra ise Moğol istilasının sürüklemesi sonucunda Harezmşahlarla beraber, Anadolu’ya dalgalar halinde gelmeye göç ediyorlardı. Aslında Anadolu Selçuklu döneminin en kuvvetli olduğu çağda yani, 1. Gıyaseddin Keyhüsrev, 1. İzzeddin Keykavus ve 1. Alaaddin Keykubad döneminde bu göçler oluyor ama 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’e kadar herhangi bir büyük olay yaşanmadan yerleşim Selçuklunun kontrolü ile daha sakin bir şekilde bu göçler gerçekleşiyordu.

Anadolu Selçukluları özellikle 1. Gıyaseddin Keyhüsrev’den itibaren çok akıllıca bir politika izleyerek, kentlerde Fütüvvet teşkilatlarını ve bununla beraber Ahiliği inşa ediyorlardı. Kırda ise daha sonraki dönemlerde Abdalan-ı Rum olarak tabir edilecek, Abdallar, Babalar, Dedeleri hoş tutarak ve bir nevi anlaşarak gelen bu göçmen kitleleri nispeten sorunsuz bir şekilde yerleşmelerine sebep oluyorlardı. Kırdaki bu Babalar, Dedeler, dervişler kimlerdi, bu kitlelerin üzerinde nasıl etkileri vardı onu incelemeye çalışalım.

BABALAR, DEDELER, DERVİŞLER

Türk tarih çalışmalarında bu göçebe Türklerin söz konusu edilmesi ilk defa başlıca kaynak olan Fuat Köprülü’nün ‘Türk Edebiyatında İlk Mutasavvvıflar’ kitabıyla kendisine yer bulmaya başlamış ve Ömer Lütfi Barkan’ın 1942 yılında yazmış olduğu ‘İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler’ isimli makalesi ise bu babaların, dervişlerin konu edildiği eser olmuştur.

Ömer Lütfü Barkan’ın bu makaleyi yazarken motivasyonu, çeşitli Avrupalı yazarların ve düşünürlerin iddia ettiği gibi Osmanlı gibi bir imparatorluğu kuran ve asırlarca ayakta tutan ekibin onların söyledikleri gibi yerli Rumlar değil, bilakis Anadolu’ya göç eden Türkler olduğunu ispat etme çabasıdır.

Aynı zamanda Türk tarihini sadece bir savaşlar ve anlaşmalar tarihi olmaktan çıkarıp,  bu tarihi hanedanın bir destanı değil de gerçekten ne olduğunu anlatmaya çabalayan bir makaledir.

O nedenle uzun süre bu konudaki en önemli eser olarak kendini muhafaza etmiştir. Daha çok Osmanlı dönemini anlatan, Şeyh Edebalı ile Osman Gazi arasında geçen olayları anlatarak başlayan ve daha sonra Geyikli Baba ve diğer şeyhleri onların gittikleri yerleri nasıl imar ettiklerini, oraları nasıl Müslümanlaştırdıklarını ve Türkleştirdiklerini anlatmaya çalışır.

Peki kimdi bu Babalar, Abdallar ve Dervişler, göçebe kitleler üzerinde ne tür etkileri vardı?

“Bir yanda Bizans köylerinin yakınına kurulan-Orta Asya bozkırlarında bugün gördüğümüz ‘yurt’ tabir edilen çadırlara benzer- çadırlarda, kadın kız, çoluk çocuk, genç ihtiyar, günlük yaşantılarını sürdürmeye çalışan binlerce insan, diğer yanda etraftaki meralarda otlamaya bırakılmış develer, atlar, öküzler, inekler ve koyunlar. Hristiyan köylüler herhalde o zamana kadar görmedikleri, değişik kıyafetler giymiş, anlamadıkları bir dille konuşan ve oradan oraya koşuşturan bu insanları kısmen tedirginlik, ama daha çok merak dolu bakışlarla izlemiş olmalıdırlar. Aradan geçen günlerin, yavaş yavaş eskilerle yeniler arasında bir iletişimin başlamasını kaçınılmaz kılacağı muhakkaktır. Yavaş yavaş bu Türkmen cemaatleri civar araziyi tanımaya başlayacak, hayatlarını bu yeni topraklarda nasıl idame ettireceklerini tasarlayacak aşamaya gelmişlerdir. Çok geçmeden yaklaşan kış mevsimini geçirmek üzere yerli köylülerin kerpiçten yapılma dam evlerine benzer iki üç odalı evler ve tabii hayvanlarını barındırmak için ağıllarda yapacaklardır.

Bu genel manzara içerisinde bizim ilgileneceğimiz tipler, Türkmen oymaklarının hem yöneticisi hem dini lideri olan ve yerleştikleri bu yerlerdeki hayatlarını tanzim eden baba, dede, abdal, sultan dedikleri ‘yerleşimci şeyhler ve dervişler’ olacaklardır. Onlar gerçekten bu yepyeni topraklarda beraberlerindeki insanların düzenli bir hayat kurmasında başrolü oynadılar. Onların karizması ve teşkilatlanma yetenekleri sayesindedir ki bu kalabalıklar yeni hayatlarına başlayabildiler. Çevre yerli halkla olan ilişkilerinde, yaşadıkları sıkıntıların giderilmesinde, günlük hayatın düzenli bir şekilde akmasının sağlanmasında, ortaya çıkan anlaşmazlıkların halledilmesinde başrolü oynayanlar yine onlardı. Onların bu günlük yaşantıdaki toplumsal rollerinin etkili olmasını sağlayan, muhakkak ki dini statüleridir. Hiç şüphesiz onlar buraya bir takım sufi tarikatların temsilcileri olarak geldiler.”[7]

“Geleneğin kendilerini ‘Horasan Erenleri’ olarak toplumun hafızasına kazıdığı bu dervişler için Anadolu, hem sükunet ve emniyet bulmayı ümid ettikleri bir ülke, hem de kendi dini fikirlerini yayabilecekleri elverişli bir ortamdı.

Tasavvuf 13. Yüzyılda kentsel kesimde olduğu gibi, işte bu konargöçer çevrelerde de kuvvetli temsilciler buldu. Bozkırda yarı göçebe bir hayat süren, sade duruş ve yaşayışlarıyla halktan birileri olarak Türkmenlerle birlikte bulunan ve Fuat Köprülü’den beri eski kam ozanlara benzedikleri genellikle kabul edilen, babalar, sultanlar ve dedeler, Anadolu’nun toplumsal şartlarına uygun bir halk tasavvufu oluşturdular.

Şehirli İran kültürünün etkisinden uzakta kalan ve Türkçe konuşan bu ahali, baba, abdal ve dedelerin, sultanların etkisi altındaydılar. Bu göçmen halk sufileri ayrıca, etkisi altında kaldıkları Melametiyye denilen cezbeci sufi mektebin vatanı olan Horasan bölgesine nispetle, daha o zamanlar ‘Horasan Erenleri’ diye daha genel bir unvanla da anılıyorlardı.

Nitekim, çoğu evliya menakıbnamesinde Anadolu’ya göç ettiğinden söz edilen her derviş, hangi tarikata mensup olursa olsun mutlaka Horasan’dan göçme yani Horasan Erenlerinden idi. Nitekim bugün artık ‘Horasan Erenleri’ teriminin 11. Yüzyıldan itibaren, Horasan’da esnaf muhitlerinde gelişen Melametiyye denilen büyük tasavvuf meşrebinin popüler ve sade bir yorumunu temsil eden, Orta Asya’nın değişik bölgelerinden gelen şeyh ve dervişleri ifade ettiği çok da itirazla karşılaşmayan bir görüş olarak kabul görmektedir.

Çağın resmi kaynakları ise yani vakayinameler, geleneksel sufi kaynaklarının tam aksine, Melametiyye akımından etkilenen bu göçmen aşiret sufilerini, çoğu defa kitabi Sünnilikle pek bağdaşmayan inançlarından ve siyasal iktidarla başlarının pek hoş olmamasından dolayı ‘Harici’ ve ‘Rafızi’ terimleriyle nitelerler. Bu terimler aralarında hiçbir fark gözetilmeksizin bütün bu eğilimdeki şeyhleri ve dervişleri toptan ifade etmek için kullanılıyordu.” [8]

Evet görüldüğü gibi bu nitelendirme aslında dini kaygılardan öte siyasi kaygılardan kaynaklı nitelendirmeler idi. Yoksa bu babaların ya da dedelerin ne Şiilikle, ne de İsmaililikle alakası yoktu. Bu topluluklar aslında o dönem şehirdekiler gibi, bugünkü anlamda Alevi ya da Sünni olarak sınıflandıramayacağımız bir itikadi inanışa ve amele sahiptiler.

DERVİŞLERİN, MEZHEPLERİ – MEŞREPLERİ

Benim anladığım kadarıyla, İslam toplumunda 9. Yüzyıldan itibaren kristalleşmeye başlayan, mezhep meseleleri, Şia ile Sünniliği birbirinden iyice ayırıyor ve iki düşman cephe oluşturuyordu. Diğer yandan ise Sünnilik içinde baş gösteren kelami ve felsefi tartışmalar giderek daha da sertleşiyor ve bu bir yandan da Selefilik akımının ortaya çıkmasını sağlıyordu. Devam ede gelen taht kavgaları ve zulümler, Hasan-ı Basri’den itibaren gelen zaman zaman Ehli Beyt’in de siyaseten yasaklı olmasından dolayı, ister istemez yapmak durumunda kaldıkları, ilimle uğraşma, riyazet ve bütün bu kavgalardan kaçarak yaşama isteği, İran ve Hindistan etkilerinin de yoğun olduğu bu devirde tasavvufu doğurmaya başlıyordu. Özellikle 10. yüzyıldan itibaren birçok tasavvuf okulları ve ekolleri oluşmaya başlıyordu. 11. Yüzyıldan itibaren bu okullar artık, günümüzün cemaatleri gibi giderek çoğalıyor ve her biri kendi meşrebince bir yol izlemeye başlıyorlardı. İşte o dönem için Anadolu’ya gelen bu dervişlerin her biri böyle ekollerin, okulların içinden gelmiş kişilerdi.

Uzun yıllar boyunca bu gelen dervişlerin hemen hemen tamamının özellikle Hace Ahmed Yesevi’nin müridleri olduğuna inanılmıştır. Yani onların neredeyse tümü, Orta Asya’dan, Yeseviyye mektebinden kabul edilmişlerdi. Bunun,  ana nedeni yine, Fuat Köprülü’nün yaptığı çalışmalar ve yazdıkları idi. Oysa, son zamanlarda yapılan çalışmalarda görülüyor ki aslında Yesevilik belki de bu grupların en küçükleri, bu grupların aslında Vefaiyye, Evhadiyye, Sühreverdiyye gibi okullardan daha çok etkilendikleri ve bu dervişlerin tam da oralardan yani Bağdat’tan, Halep’den, Şam’dan, Buhara üzerinden geldikleri ve Anadolu’da bulunan bu göçebelere onların etki ettikleri görülüyor. Bu konuda son dönemde, Ahmet Karamustafa, Ayfer Karakaya, Cemal Kafadar, Ahmet Yaşar Ocak gibi isimler önemli çalışmalara imza atmışlardır. Bütün bunların yanı sıra Kalenderilik, Torlaklık, Haydarilik gibi bugün dahi uç sayılabilecek tabiri caizse dönemin anarşist dervişleri de hiç de azımsanmayacak kadar vardı ve Anadolu köylerinde kabul görüyorlardı. Bunlar tabi ki uç örnekler, bizim için aslolan, köylülere hayatlarını kolaylaştıran ve onların bu topraklara yerleşerek kök salmalarını sağlayan ve Anadolu coğrafyasında diğer halklarla bir arada yaşama pratiğini geliştiren dervişlerdir yani Rum Abdallarıdır.

İLK DERVİŞLERİN YERLEŞİMLERİ VE SONRAKİLER NASIL GERÇEKLEŞTİ VE ETKİLERİ

İlk örnek olarak özellikle daha sonra Anadolu tarihinde çok önemli etki yaratacak olan Baba İlyas’ın dedesi, Dede Garkın’dan söz edelim. Bu konu son yıllarda ortaya çıkarılan ve Türk Tarih Kurumu tarafından basılan, Ahmet Yaşar Ocak ve İsmail E. Erünsal tarafından çevirisi yapılan Baba İlyas’ın torunu Elvan Çelebi’nin yazdığı ‘Menakıbu’l Kudsiyye fi Menasıbi’l Ünsiyye’ adlı menakıbnamede ortaya konulmuştur.

Menakıbu’l Kudsiyye’de ki veriler tahlil edildiği zaman, Dede Garkın’ın pek çok benzeri gibi muhtemelen 1200’lü yılların başında Moğol istilası önünden kaçarak Anadolu’ya gelen Türkmen Şeyhlerinden olduğu tahmin edilebilir. Zamanla büyük bir şöhret kazanarak müridlerinin sayısını çoğaltmıştır.”[9]

“Elvan Çelebi’nin anlatışına göre Dede Garkın büyük Anadolu Selçuklu sultanı 1. Alaaddin Keykubad zamanında yaşamıştır. Onun şöhretini duyan sultan, dedeyi tanımak istemiş ve yanına giderek kendisiyle tanışmıştır. Bu görüşmenin sonunda Şeyhin büyük bir veli olduğunu görüp takdir etmiş, kendisi ve müritleri için on yedi pare köy bağışlamıştır. Bu köyler muhakkak ki Dede Garkın’ın yaşadığı yerdeki köylerdir. Ne yazık ki Elvan Çelebi burasının neresi olduğunu yazmıyor ama 1556 tarihli bir icazetnameden burasının Malatya-Elazığ havalisinde köyler olduğunu görebiliyoruz.” [10]

Ahmet Yaşar Ocak’ın ‘ Dede Garkın ve Emirci Sultan’ isimli kitabında aynı şekilde Emirci Sultan’a da sadece kendi bulunduğu köyün değil, civardaki otuz köyünde vakfedilmesi için bağışlandığı söylenmektedir.

Ömer Lütfi Barkan’ın makalesinde de bunun gibi örnekler vardır.

En önemli örnek Şeyh Edebali ile Osman Gazi arasında geçtiği söylenen rüya meselesidir. Edebali bir düş gördüğünü orada Osman’a sultanlık verildiğini söyler ve bunun karşılığında bir takım araziler bağışlamasını ister. Sonra da kendi kızı ile Osman Gazi’yi evlendirir. Mesela Orhan Gazi ile Geyikli Baba arasında geçen sohbette de her yeri ağaçlandırmak isteyen bir dervişle karşı karşıya kalırız.

“Hikâyet-i Geyikli Baba Hazretleri: Rivayet olunur ki, çünki Sultan Orhan Gazi Bursa’ya geldi. Bursa’da bir imaret yabdırüb dervişleri teftiş itmeğe başladı, İnegöl yöresinde Keşişdağı yanında bir nice dervişler gelüb karar itmişlerdi. Amma içlerinde bir derviş vardı, dağda geyikcikler ile bile yürürdü. Turgut Alp ana gayet muhabbet itmişti, dâyim anınla musahebet iderdi Turgut Alp ot vakit gayet pir olmuşdu – Sultan Orhan Gazinin dervişleri teftiş ittüğün îşidüb âdem gönderüb ayıtdı: benim köylerim dayiresinde bir nice dervişler gelüb tavattun itmişlerdir, içlerinde bir derviş vardır, geyikcikler ile musahabet ider, hiç bir hayvan undan kaçmaz, hayli kimesnedir, deyü haber gönderdi. Sultan Orhan Gazi işidib kimin müridlerindendir sorun diyüb yine kendüden istifsar itdiler. Andan derviş ayıtdı: Baba İlyas muridlerindendir ve Seyyid Ebû Elvan tarikatindenim, dedi. Gelüb Sultan Orhan Gazi’ye didiler, âdem gönderüb varın ol dervişi bunda getürün, didi. Varub dervişi da’vet itdiler gelmedi, ayıtdı: Zinhar Orhan dahi bunda gelüb beni günaha koymasın. Bu haberi Sultan Orhan Gaziye didiler. Yine âdem gönderüb ayıtdı, bizim hazretimiz ile didâr görüşmek gayet muradımızdır, nîçün gelmezsiz, veya niçün bizi anda varmağa komazsız, didi. Derviş yine cevab virdi ki dervişler gözcü olur dua iderüz, deyüb bunun üzerine bir kaç gün geçdi. Bir gün ol derviş bir Kavak ağacın omzuna koyub getürüb Bursa hisarında Bey sarayı havlusının kapusının iç yanında bu kavağı dikmeğe başladı. Tiz Sultan Orhan Gaziye haber verdiler kim ol derviş bir kavak ağacı getürmüş dikeyordu. Sultan Orhan Gazi dahi sormadan derviş haber virdikim bizim teberrükümüş oldukça budur. Amma dervişlerin, duası sana ve senün nesline makbülüdür, deyüb hematiden dua idüb ve durmayub yine dönüp gitti. Ol kavak ağacının şimdi eseri vardır, saray kopusunun iç yanındadır, gayet yoğun ve büyük ağaç olmuşdur, Padişahımız al ağaca timar idüb daima kurucasın giderirler.” [11]

Bizim sözünü ettiğimiz dervişler daha sonraki tarihlerde ortaya çıkacak olan veya Abbasi topraklarında o dönemde bile çokça görünen dervişler gibi sade bir zühd hayatıyla ilgilenip dünyadan elini eteğini çekmiş kişiler değillerdi. Bilakis dünyevi işlerle ilgilenen, gittikleri yerleri imar etmeye çalışan, kendi tabirleriyle şenlendiren, bölge halkının sorunlarıyla uğraşan, onlara liderlik eden ve devlet otoritesinin olmadığı dönemlerde dahi sulh içinde yaşamanın yollarını arayan ve bulan dervişlerdi. O nedenle kendilerine toprak bağışlanmasını isteyen ve buralarda yaşayan halkı bir nevi özerk bir yaşam içerisinde tutabilen şahsiyetlerdi. Birkaç örnek daha verip bitirmek isterim.

Örneğin;

“Rumeline ilk Osmanlı Padişahlarıyla birlikte geçen ve fütuhatı beraber yapan bu dervişlere dair hakikaten şayan-ı dikkat bâzı malûmatı ihtiva eden kayıtlar da mevcuttur. Bu hususta bir fikir edinmek için [172 – 173] numaralı kayıtlan gözden geçirmek kâfidir: Dimetoka kazasında medfun Es-seyyid Ali nâmı diğer Kızıl Sultan (Kızıl Delü) diyar-ı Rumeli şeref-i İslâm’la müşerref oldukta bile geçüb zikrolan köylere 804 tarihli bir mülknâme ile mutasarrıf bulunmaktadır. Ve o tarihten beri Kızıl Delü oğullarının tasarruflarında olan Tatar Viranı ve Tatarlık gibi mezralar zaviyelerine inen yolculara hizmet etmek mukabili evlâdlık vakıf olarak kayıtlıdır. Ve şayan-ı dikkattir ki, vaktiyle, Tatarlar tarafından iskân edilmiş olan bu viraneler bir derbend köyüdür. Ve babaları hissesine mutasarrıf olan Ahi ören ve Bahsayiş, vakfın müessisi ve ataları adına izafeten Kızıl Delü Derbendi ismi verilen bu derbendi kendileriyle birlikte olan dervişleriyle beraber hıfzetmektedirler ve bu derbend onlar sayesinde 58 Müslüman ve 23 kâfir haneli bir köy haline gelmiştir. Demek oluyor ki, Allah’ın dağında böyle asayişi ve yolculuğun temini için şenlendirilmesi lâzım gelen bir derbend yerinde zaviyeyi tesis ve köy vücûde getirilmiş olan bu Bektâşî şeyhleri aynı zamanda hizmetleri takdir edilen jandarmalar, dağ başlarında emniyeti temine kadir tabiatta insanlardır. İlk zamanlarda ancak bu gibi hizmetleri mukabilinde örfî tekâliften muaf tutulmuşlar ve kendilerine dağ başında ancak bir harabenin mülkiyeti bahsedilmiştir.”[12]

“Bu dervişlerin geldikleri yerlerde fevkalâde imtiyazlarla karşılaştığını da zannetmek doğru değildir. Bir asker gibi harb edebildiği halde yine bir köylü gibi çalışan bu dervişlerin çoğu bu devirde henüz öşürden bile muaf değillerdi. Meselâ, [182] numaralı kayıtta görüleceği üzere, Anadolu’dan gelip Şumnu’ya tâbi bir köyde yerleşen Hüseyin Dede ve yerine geçen beş oğlu, o köyde bina edilmiş olan zaviyede gelene geçene hizmet mukabilinde cemi’ rüsumdan muaf olmakla beraber, öşürlerini köy sipahisine vermekte devam etmektedirler. Filhakika, bu devirlerde gördüğümüz dervişler, henüz bizzat ziraatla meşgul olan ve bağ bahçe yetiştirmekle zaviye ve değirmen inşa etmekte mahir olan işgüzar insanlardır. Vakitlerini âyîn ve ibadetle geçirdiklerine, başkaları sırtından yaşadıklarına dair ortada henüz hiç bir delil mevcut değildir.

Nitekim, bilâhare bir çok vakıflara sahib büyük bir dergâh halini alacak olan, Varna’ya tâbi Kaligra kalesi içinde bulunan Sarı Saltık Baba türbesi dervişleri de henüz bu sıralarda işledikleri bağ, bahçe ile, ellerindeki sazlık, çayır ve çiftliklerinin mahsulünden bir kısmını Sipahiye ve Padişaha verdikten sonra geriye kalanı zaviyede gelene ve geçene yedirmektedirler. Bu suretle bu mezar da henüz büyük ve zengin bir tekke halinde değildir.” [13]

SON SÖZ

Bütün bu örnekler gösteriyor ki, ilk dönemlerde Rum Abdallarının yaptıkları çok önemli faaliyetler olmuş ve Türklerin bu topraklara yerleşmelerine ve bu toprakları Müslümanlaştırmalarına yol açmıştır. Selçuklu ve Osmanlı’nın daha sonraki devirlerde bir nevi rıza sağlayarak neredeyse 7 yüzyıl süren egemenliğini inşa etmede çok önemli rol oynamışlardır. Daha sonraki devirlerde bütün bu ocaklarda, vakıflarda bozulmalar meydana gelmiş, bu sülaleler bu toprakları kendi mülkleri haline getirmişlerdir. Bu da sosyal yapıda bozulmalara yol açmıştır. Bu tekkelerin ve zaviyelerin özelliklerini yitirmelerine birer miskin ve tufeyli merkezlerine dönüşmelerine yol açmıştır. Fakat sözünü ettiğimiz dönemde müthiş bir değişimin ve dönüşümün önünü açan merkezler olmuşlardır.

Önümüzdeki hafta bahsedecek olduğumuz Babailer isyanından arta kalan kılıç artığı dervişlerin ve ahilerin başat rol oynadığı bu değişim bugün içinde bulunduğumuz cehennemi ortama dair yapabileceklerimize dair bize bir örneklik teşkil etmektedirler. 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya gelip ve oradan Balkanlara doğru giden bu dervişler, ağyarı olmayan, ötekisi olmayan, yetmiş iki milleti bir gören bir itikadın sahibi idiler. Onlar mezhep ve din taassubunu bir şekilde aşmayı başarmışlardı. Bugün yine bu topraklarda akan bu kanın durması ve bütün farklılıklarımızla beraber Balkanlardan, Kafkasya’ya, Arap ve Kürt coğrafyasına kadar bu kadar değişik etnisite, din, mezhep ve meşrep farklılıklarımızla bir arada yaşamanın yolunu bulmak zorunda olduğumuz aşikardır. Bu örneklik o yüzden çok önemlidir.

18.01.2017

  _____________________________________

  1. Claude Cahen, Osmanlılardan önce Anadolu, Türkiye’nin doğuşu, s.103-104
  2. Claude Cahen, Osmanlılardan önce Anadolu, Türkiye’nin doğuşu, s.104
  3. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.27
  4. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.28-29
  5. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.30
  6. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.30
  7. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.31
  8. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.33-34
  9. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.48
  10. Dede Garkın ve Emirci Sultan, Vefaiyye ve Yeseviyye Gerçeği, Ahmet Yaşar Ocak, s.46
  11. Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s.11
  12. Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s.14
  13. Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s.14-15

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir