Altay Ünaltay: “Asıl kırılma Hilafet’in Osmanlı’ya geçmesiyle yaşandı”
Yazar ve çevirmen Altay Ünaltay’la İslam Dünyası’nın felsefî-düşünsel temeldeki sorunları, modernleşme ve reform hareketleri, dünyevileşme ve Türkiye’de iktidar ve muhalefet üzerine röportaj…
Atilla Fikri Ergun’un röportajı
Akıl ve Fikir (akilvefikir.org) ikinci röportajını Yazar ve çevirmen Altay Ünaltay’la gerçekleştirdi. Ünaltay, bu ülkenin medyatik olmayan, ekranlarda şov yapmayan, bilakis okuma ve araştırma faaliyetlerini istikrarlı bir çizgide sürdüren ve fikir üretmeye çalışan entelektüellerinden. Onu televizyon ekranlarında slogan içerikli cümleler kurarken, bir takım taraftarı gibi belli bir siyasi yapının sözcülüğünü yaparken göremezsiniz; buna mukabil yazıları ve kitaplarında ele aldığı konular ve dile getirdiği fikirler, sahip olduğu felsefî-düşünsel derinliğin ve yorum-analiz kabiliyetinin en açık göstergesi.
A. Altay Ünaltay, 1960 Konya doğumlu. İstanbul Tıp Fakültesi mezunu. 1989’dan itibaren Kitap Dergisi (Birleşik Yayıncılık), Ülke Dergisi (Dergâh Yayınları), Yarın Dergisi, Yeni Şafak Gazetesi, Söz ve Adalet gibi çeşitli dergi ve gazetelerde, tarih, toplum, siyaset ve küresel ilişkiler üzerine makale ve çevirileri yayınlandı. 1990’da Doğu’da ve Batı’da Din ve Devlet İlişkileri (Endülüs Yay., İstanbul), 1998’de Bir Şark Masalı: Batılılaşma (Ülke Kitapları, İstanbul), 2006’da Dünya Politikasına Yön Verenler (Kızılelma Yay., İstanbul) adlı kitapları yayınlandı. Ayrıca 1999’da yayınlanan edisyon kitap Uygarlığın Yolu: Avrasya’da (Kızılelma Yay., İst.) ortak yazar olarak görev aldı. Halen bir vakıfta yönetici olarak çalışıyor. Ünaltay’ın bir kısım makale ve çevirilerine ‘Altay’ın Notları’ başlığını kullandığı blog adresinden -http://altayu1.blogspot.com.tr- ulaşmak mümkün.
Altay Ünaltay’la İslam Dünyası’nın felsefî-düşünsel temeldeki sorunlarını, modernleşme ve reform hareketlerini, dünyevileşmeyi ve bunların yanında Türkiye’de iktidar ve muhalefet konusunu konuştuk.
***
– Malum, İslam dünyası yaklaşık üç yüz yıldan bu yana Batı karşısında mahkûm pozisyonda, Müslümanların temel sorunu ne, dolayısıyla yeni bir diriliş için işe nereden başlamak gerekiyor? İçinde bulunduğumuz bu durumdan kurtulmak için nasıl bir çizgi takip edilmeli?
Altay Ünaltay: Buna cevap vermek için biraz daha geriden almak gerekiyor. 16. yüzyılda Yavuz Sultan Selim’in hilafeti Osmanlı’ya getirmesiyle biz aslında Tanzimat ya da Cumhuriyet’te yaşadığımız kırılmadan çok daha büyüğüne uğradık.
İlk Osmanlı medresesinin temellerini Sadrettin Konevi’nin talebeleri atmıştır, örneğin Davud Kayseri gibi. O ise ünlü tasavvuf filozofu Muhyiddin İbn-i Arabi’nin hem evlatlığı hem de en iyi öğrencisiydi. Arabi felsefesi, bildiğiniz gibi, “varlığın birliği = vahdet-i vücut” temeli üzerine oturur. Tasavvufta kökleri Hz. Ali’ye dek geri götürülen bu felsefeye göre varlıktaki her şey gibi insan da Allah’tan bir parça ve bir “nur”dur.
İlk bakışta basit görülen bu farklılık açıldığında birçok yöne giden uzanımları bizi şaşırtabilir. Örneğin asli bilgi sizin içinizdedir. Gönül ve akıl “varlığın” diğer kısmındaki delilleri (afak ayetlerini) değerlendirerek kendinde, “Hakk”tan gelen o “nur”daki asli bilgiye ulaşır. Elbette “Kitap”da Hakk’ın çok sayıdaki afak ayetlerinin önemlilerinden biridir.
18. yüzyılda Şeyh Galip:
“Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdum-u dide-i ekvan olan insansın sen”
(Hoşça bak kendine, çünkü alemin süsüsün sen
Kainatın gözbebeği olan insansın sen)
dediğinde, bunu sadece insana sevgi ve saygı bağlamında söylemiyordu, vahdet-i vücut felsefesinin temel bir inanışını dile getiriyordu: İnsan, Allah’ın en önemli delilidir; insanın kendi için dahi bu böyledir, zira O’ndan bir parça ve o “Nur’ul-envar”dan bir nurdur. Bu inanış akla ve gönüle namütenahi kapılar açar. Her delil ya da “ayet”, akıl ve gönülde bir “itminan” oluşturmalı, bir karşılık bulmalıdır, yoksa bir anlamı yoktur. Aslında akıl-gönül ayrımı da yoktur, tüm geleneksel uygarlıklar “kalbinle düşün” derler.
14. yüzyılda Bizanslı filozof Gemistus Plethon’un Edirne medresesini ziyaret ettiği ve ulemaya şu öneriyi götürdüğü söylenir: “Gelin, İslam, Ortodoksluk ve Zerdüştlüğü birleştirip bir Doğu dini kuralım ve Katolik barbarlara karşı Doğu’yu birleştirip Batı’ya son verelim.” Bu öneri ulema arasında görüşülür, ama tam bir fikir birliğine varılamaz. Yine de Plethon’a bugünün konuk profesörlüğüne benzer bir unvan verilerek medrese talebelerine kendi fikirlerini anlatması izni verilir! Herhalde bugünün modern ilahiyat fakülteleri dahi henüz bu kadar fikir özgürlüğü içinde değildir!
Osmanlı medreseleri sadece tefsir, hadis, fıkıh gibi bilinen dini bilimler okutmuyor, kimya, hendese, ilm-i heyet (astronomi), tıp, mantık, felsefe gibi o çağın pozitif bilimleriyle ilgili eğitim de veriyordu, çünkü o bilimler de “varlığı” inceleyip O’nun hakkında bilgi topluyor olduklarından diğerleri kadar muteberdiler. Bunun sonucu bilim ve teknolojide ilerlemeler oldu. Fatih’in Urban ustaya dev toplar döktürmesinden tutun, Hezarfen Ahmet çelebi’nin ilk planör uçuşuna ya da Haliç’te bir şehzadenin sünnet düğününde eğlence için yüzdürülen timsah şekilli mini denizaltılara varana kadar Osmanlı o çağların bilim ve teknoloji deviydi de.
Bu konuda bilinmeyen bir nokta da 18. yüzyıla dek Batı’da yazılan bilimsel-felsefi eserlerin birçoğunun Doğulu ya da Osmanlı bir alime teşekkürle başlaması idi. Gerçekten de uzun süre fikri hakimiyetimizi devam ettirdik.
Yeniçerilerin Bektaşiliğinden çok bahsedilmiştir ama Osmanlı padişahlarının tarikat ve tasavvuftaki yerleri ile ilgili çok az şey söylenmiştir. Şüphesiz bir Bektaşi dervişine ancak şeyhi emir verebilir, yani bütün Osmanlı padişahları baştan beri Bektaşi şeyhiydiler. Bu, Osmanlı ülkesinde otorite sağlamak için 16. yüzyıla dek yeterli oldu. Ama Safevilik ortaya çıkınca işler karıştı.
Gerek Bektaşilik gerek Safevilik aslen Halvetiliğin birer koludur, Erdebil Tekkesi’ne bağlıdır. Bu tekkenin geleneğinde Safevilik, Bektaşilikten daha faziletli bir koldu ve “şeyh” (daha sonra Şah) İsmail daileri Anadolu’daki Türkmen aşiretlerini kendi tekkelerine davet ettiğinde bu avantajdan da faydalanıyordu. Padişah Yavuz, bu Safevi “fitnesini” yok etmek için Çaldıran seferine çıktı, amacı Şah İsmail’i yok etmekti, ama ordularını yenmesine rağmen bunu başaramadı, İsmail kaçtı. O halde otoriteyi sürdürmek için Bektaşi şeyhliğinden daha büyük bir makam gerekiyordu: Hilafet. Son Abbasi halifesi Mısır Memluklerinin sarayında korunuyordu. Yavuz, Mısır seferine çıktı ve hilafeti devraldı.
Ancak “halife-i İslam” olmak nasıl yüce bir makamda olmaktır, bunun cahil Osmanlı halkına anlatılması gerekiyordu. Bu işi de bu konuları iyi bilen Ezher uleması yapacaktı. Yüzlercesi gemilere bindirilip İstanbul’a gönderildi. Tarihler, Yavuz’un İskenderiye rıhtımında durup yelken açmış gemiler ufukta kaybolana dek arkalarından baktığını yazar.
İstanbul’a gelen ulema başlıca cami ve medreselere yerleştirildi ve kendi bildikleri “hilafet İslam’ı”nı halka anlatmaya koyuldular. Tabii bir yıl sonra İstanbul’u tanıyamazdınız. Bugün dahi birkaç yüz, ne dediğini bilen ve organize davranan aydını İstanbul’a sokun, bir yılda fikir gündemi tamamen değişir. Ancak bu yeni ulema, İslam’ın “Eş’ari” koluna mensuptular ve o düşünce sistematiğini de medrese ve camiye soktular. Buna göre:
1- Yaratılmışlar ve Yaradan ayrı varlıklardı, aralarında kapanmaz bir ontik uçurum vardı.
2- Yaradılmış insan, Kur’an ve hadiste yazılanları her zaman anlayamazdı, onlar ontik olarak çok yüksek ve insandan farklı bir kaynaktan geliyordu, insana düşen inanmak ve itaat etmekti, anlamak değil.
3- “Vahdet-i vücut” küfürdü, çünkü “Yaradan’la yaradılanın farkını bilmek” olan Tevhid’i bozmuştu, “şeyh’ül-ekber” (büyük şeyh) denen M. Arabi “şeyh ül-ekfer” (en kafir şeyh) idi. Bu görüş medreseye yerleşince tekke-medrese kavgası başladı, bunun bugüne uzanan şekli Alevi-Sünni kavgasıdır.
4- Medresede “ilm-i dünya” (dünya ilimleri, yani fizik, kimya, tıp vs.) okutmaya gerek yoktu. Bunlarla talebenin zihnini meşgul etmek yerine sadece Kur’an kıraati, tefsir, hadis, fıkıh vb. “ilm-i ula” (üstün ilimler) okutulmalıydı. Bugünün imam hatip okulları ve ilahiyat fakültelerinde genel manada İslam anlayışı budur.
Bu derin değişimlerin sonuçları kalıcı oldu. Devlet fitneden kurtulmuştu, ama ona hayat veren ilim geleneği kurban edildi, akıl ve düşünce faaliyeti durdu, çünkü şimdiki anlayışa göre ilim namına her şey söylenmişti, ancak eski eserlere şerh ve haşiyeler düşülebilirdi. Duraklama ve taassup devri başladı.
Bu konuda neler yapılabilir konusuna daha sonra geleceğim.
– Osmanlı’dan bu yana yürürlüğe konulmuş olan modernleşme politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz, modernleşme gerekli mi ya da ne kadar gerekli? İlk dönem İslamcılar modernleşmenin yerine İslamlaşmayı önermişlerdi, gelinen son nokta itibariyle bu ne kadar karşılık buldu?
Altay Ünaltay: Bu soruya daha geniş manada cevap vereyim isterseniz: Osmanlı’da ıslahat politikalarının sonucu ne oldu? Acı bir tespittir ki, büyük ümitlerle başlatılmasına rağmen Osmanlı’da ıslahat günü kurtarmaktan ve çöküşü geciktirmekten öteye geçememiştir. İlim ve maneviyat alanında geçmişle bağ esaslı şekilde koptuğundan “kadim örfe dönmek” şeklinde sunulan reform çabaları hep Yavuz sonrası İslami anlayıştan kökenini alır ve zaten sorun da bu anlayış olduğundan iş çıkmaza girer. Bugünün İslamcılık ve muhafazakârlık eğilimleri de genelde aynı hastalıkla maluldür, onun için çözüm değillerdir, sorunun kaynağıdırlar. Bu sözüm, kitleye mal olmuş fikir, siyaset ve toplum hareketlerinedir, küçük kimi arayışları bundan istisna tutuyorum.
17.-18. yüzyıllarda giderek hızlanan bir şekilde Osmanlı’nın kadim Sufi geleneklerinden Mevlevilik, içine kapanıp bir elit tarikatı haline geldi ve Bektaşilik giderek dejenere oldu. Bu nedenle başka tasavvufi yol arayışlarına gidildi. Vaka-yı Hayriye’de Bektaşilik kan ve ateşle tasfiye edildiğinde (yeniçeri mezaliminden dolayı) o derece nefret çekmişti ki, İstanbul Fatih’te Saraçhane’den Haliç kıyısına kadar uzanan bölgedeki Bektaşi–Yeniçeri mezarları ve dergâhları tamamen tahrip edildi, taşları sökülüp Haliç’e atıldı. Bunu merkezi otoritenin askeri değil, halk yapmıştı. Bundan sonra özellikle Sultan II. Abdulhamid zamanında Nakşibendilik (ki bugünkü Türk sağ siyasetinin ocağıdır), özellikle de bir “Türk tasavvuf geleneği” olması da dikkate alınarak, devlet “marifetiyle” Türkiye’de yaygınlaştırıldı ve desteklendi. Aslında çok başarılı olan bu aşılama sadece Türkler değil, Kürtler arasında da tuttu. Ne ki Türkiye’ye yüzyıllar sonra gelen Nakşibendilik, Orta Asyalı Bahauddin Nakşibendi’nin kurduğu hareket değildi. Aradan geçen yüzyıllarda tasavvuf geleneği de “elden geçmişti”.
16. yüzyılda Hint–Moğol İmparatoru Ekber Şah, ülkesindeki İslam, Hindu, Zerdüşt ve Budist inanışları tek bir din içinde birleştirmek ister ve “din-i ilahi” hareketini başlatır. Burada temel nokta tüm dinlerde yer alan panteist felsefeleri İslam’ın vahdet-i vücut felsefesi ile bir potada eritmek ve bundan yeni bir din çıkarmaktır. Ancak bu yaptığı, mutaassıp ulema ve birçok Müslüman’ın tepkisini çeker. Din-i ilahi hareketi Hindistan’da pek tutmaz, ama Ekber Şah’ın hoşgörülü din atmosferi sonraki imparatorlar Cihangir ve Şah Cihan zamanında devam eder, ta ki Evrengzib başa gelene dek. Gücünü biraz da mutaassıp Müslümanların Hindistan’da aşırı buldukları hoşgörüye tepkilerinden alan Evrengzib zamanında olaylar tersine döner, İslam diğer dinlerle eşit muamele görmekten çıkarılır, tekrar devlet dini olur. Ekber Şah döneminde vahdet-i vücut fikri etrafında cereyan eden dinleri birleştirme hareketine karşı mücadelesiyle tanınan Ahmed Sirhindi ya da daha meşhur adıyla İmam-ı Rabbani, Evrengzib zamanında revaç bulur, eseri “Mektubat” bu dönemde her tasavvuf erinin baş kitabı haline gelir. Mektubat’ta Rabbani, Arabi’nin “vahdet-i vücut” fikrinin yerine ustaca “vahdet-i şuhud” (delillerin birliği) fikrini koyarak âlemde Yaradan-yaradılan ayrımını onaylar. Bu fikri manevra ile İslam, Hint’te diğer dinlerle panteizm üzerinden birleştirilmek ve başka bir şeye dönüşmek tehlikesinden korunur. Ama Rabbani’nin fikirleri Hint alt-kıtasını aşar ve İslam âleminde çok geniş coğrafyalara yayılır. Geldiği yerlerden biri de Anadolu’dur. Rabbani’nin elinde Nakşibendilik vahdet-i vücut fikriyatından arındırılır ve Yavuz sonrası Osmanlı medresesinin kabullerine uygun hale gelir.
Burada tabii ki şu noktayı vurgulamak gerek: ne Yavuz Sultan Selim, ne İmam Rabbani ne de başkaları yaptıklarını kötü bir niyetle yapmadılar. Yavuz Şam’a gelince M. Arabi’nin yüzyıllardır kayıp olan mezarını buldurdu ve üstüne bir türbe yaptırdı. Ama bir nesil sonra onun adı Osmanlı’da artık şeyh’ül-ekfer (en kafir şeyh) idi. Bugün bizim genel geçer İslam anlayışımız bu geleneğin devamıdır.
Osmanlı sultanları, özellikle 19. yüzyılda bu anlayışla bir yere varılamayacağını görmüşler ve Batı’dan uzmanlar getirerek önce orduda, sonra eğitimde ve diğer alanlarda reformlar yapmaya çalışmışlardır. Bu reformların yeterince kökten yapılamadığından başarısız olduğunu düşünen Mustafa Kemal ve arkadaşları ise radikal Batılılaşmacı reformlara yöneldiler. Aslında yaptıklarının çoğu kendilerinden önce düşünülmüştü. Örneğin alfabe değişikliği II. Abdulhamid devrinde düşünülmüştür.
– AK Parti iktidarıyla birlikte Türkiye’deki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz, 12 yılda yaşanan gelişmeler hangi yönden ne kadar olumlu ne kadar olumsuz?
Altay Ünaltay: AK Parti ile birlikte Türkiye, kapitalizmin perifer ülkesi olma yönündeki atılımlarını tamamladı. Artık -AK Parti elitlerinin terk ettikleri hocaları Erbakan’ın tabiriyle- biz, “Batı kulüp” üyesiyiz, bu kulübün fedailik ve tuvalet temizlikçiliği görevlerini yürütüyoruz.
– Türkiye özelinde Müslümanlar gözle görülür şekilde dünyevileştiler, bu sonucu doğuran etkenler neler? Bir de bunun önüne geçmek mümkün mü, mümkünse nasıl?
Altay Ünaltay: Bu dönemde gördüğümüz dünyevileşmenin aslında eskiden beri arzulanan bir şey olduğunu düşünüyorum. Bugün çok zengin ve dindar bir hayat süren belli bir kesim (bunun nasıl olduğu ya da olup olamayacağı ayrı tartışma konusudur) eskiden de “dindar”-geleneksel kimlikleri ile toplumun elitleri arasına karışmak isteyen, ama onlar tarafından aşağılanan ve kovulan insanlardan oluşmaktadır. Onların toplumdaki adaletsizlikleri kökten sorgulamak, düzeltmek gibi bir arayışları olduğunu sanmıyorum. Sadece bu halleriyle elit–üst kesim olmak istiyorlardı ve amaçlarına eriştiler. Bunun genel fakir halk kesimleri üzerindeki etkisi de “kendilerine benzeyen” kişilerin yükselmesine kapı açıldığı, kendilerinin de bir gün bu kapıdan geçebilecekleri umudu oldu. Kapitalist düzen “bu oyuna katıl, kazanma şansını yakala” umudu üzerine dayanır. Eski düzen bu umudu vermiyordu, şimdiki veriyor, ama tabii sadece “umudu”. Bu oyunda çok azı kazanırken çoğu kaybedecektir.
– Peki, anti- kapitalizmi merkeze alan muhalif dindar hareketlere nasıl bakıyorsunuz? Bu hareketlerin düşünce, söylem ve eylemlilik açısından artıları ve eksileri neler? Kendi çevrelerinden koparak laik-seküler muhalefetle hemen hemen aynı çizgiye geldikleri, içeriden değil dışarıdan konuştukları yönünde eleştiriler var, bu eleştirilerin haklılık payı var mı, genel olarak olumlu ve olumsuz baktığınız yönlerini öğrenebilir miyiz?
Altay Ünaltay: Tabii ki muhalif dindar hareketlerin daha çok yeni ve genç olmaları nedeniyle birtakım “çocukluk çağı hastalıkları” vardır, ama bunlar arasında “kendi çevrelerinden kopmak” gibi bir problem görmüyorum. “Kendi çevremiz” eleştiriye hiç hoş bakmayan bir siyasi atmosfer içinde bulunduğundan her türlü muhalif söylemi “kendi çevresinden kopmak”la itham etmeyi çok sevmektedir. Ancak birileri bu milleti “akılsızlar, ahmaklar sürüsü” olarak ilan edip aşağılarsa, işte o zaman haddi aşmış ve “dışarıdan bakmış” olur. Çok bilgi ve okuma eksiğimiz var, fikri söyleme hâkim olmak için sloganlardan ve polemiklerden daha ileri gitmeyi, iddiaların altını geniş araştırma ve fikir yazılarıyla besleyerek zamana mukavim şeyler söyleyebilmeyi becermek gerekiyor.
Bu vesileyle, daha önceki sorunuzda geçen “Ne yapmalı?” sorusunun cevabını da açayım. Türkiye’de sağlıklı bir toplumsal söylem için, bu ülkede yüzyıllar önce terk edilmiş, ama gerek Sünni gerek Alevi halkın gelenek ve kültüründe (“folk İslam”) yaşayan vahdet-i vücut temelli Sufi söyleme geri dönmelidir. Bir örnekle, Yunus Emre’nin “çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz” deyişi kendimize de, muhatap aldığımız insanlara da kuru birtakım tartışmalardan çok daha fazlasını hatırlatır. Dikkat ederseniz “anlatır” demedim, “hatırlatır” dedim. Bu maya, kültürümüzün hamurunda vardır, uyumaktadır, uyandırmak gerekir.
Ya da Şakik Belhi’nin şu diyalogu ne güzeldir:
Kendisine “Ne yaparsınız?” diyene sorar: “Ya siz ne yaparsınız?”
“Biz bulunca şükreder, bulmayınca sabrederiz” der adam.
“Onu Belh’in köpekleri de öyle yapar” der Belhi.
“Ya siz ne yaparsınız?” der adam yine.
“Biz bulunca dağıtır, bulamayınca şükrederiz” der Belhi (çünkü bulamayanın üzerinden gözetme görevi düşer).
Osmanlı tarihini, Osmanlı tasavvuf tarihini, Hz. Ali’yi, Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, Ahi Evran’ı, Hacı Bektaş Veli’yi, Pir Sultan Abdal’ı, Sadrettin Konevi’yi, Hallac-ı Mansur’u, Sühreverdi Maktul’ü, İmaduddin Nesimi’yi ve diğer Anadolu erenlerini çok iyi incelememiz gerekiyor, çünkü bu topraklar tasavvuf soluğuyla İslam oldu. Aslında ilk nesil Müslümanların fethettikleri bölgelerin dışında kalan bütün Müslüman beldeler -Anadolu, Balkanlar, Kafkasya, İran, İç Asya, Hint, Çin Hindi adaları ve Siyah Afrika- hep tasavvuf soluğunda Müslümanlaştılar. Bu beldelerde her şehirde bir Sufi büyüğünün türbesi, dergâhı vardır. Ve bugün bu insanlardan kalan türbeler, dergâhlar, IŞİD fanatiklerince havaya uçuruluyor. Mali’de İslam adına ayaklanan bir başka IŞİD benzeri hareketin “en büyük eylemi”, başkentte medfun, o bölgeyi İslam etmiş bir tasavvuf erinin türbesini havaya uçurmak, kütüphanesini yıkmak, nadide elyazması İslam eserlerini sokaklara saçmak oluyor. Eserleri saçıldığı toprak üzerinden ise isyanı bastıran Fransız askerleri topluyor! IŞİD bugün sadece Şii değil Sufi avında da olduğundan Ortadoğu Mevlevileri toplantılarını Tel Aviv’de yapıyor! Uygarlığımız bundan daha da aşağı inebilir mi bilmiyorum. Bence yeterince dibe vurdu.
Tasavvufta kilit kavram “bilmek” ya da “inanmak” değildir; “anlamak”tır, çünkü anlayan gereğini yapar. Örneğin çocuk bakımını bilmek ya da bu konuda anlatılanların doğruluğuna inanmak bir şeyi değiştirmez. Ama bir anne bu bilginin neye yaradığını anlar ve gereğini yerine getirir.
Yine önemli bir nokta, kadim örfte “ibadet”in camide, dergâhta, bargahta yapılan “menasik” (ritüel) olmadığını bilmektir. İbadet, mabed kapısının dışında yapılır. Mabed ve dergâhtaki ritüel, ruhu o ibadete hazırlar. “İbadet” ise işini dosdoğru yapmak, nefsini alçaltmak, halka, insanlara yardım ve hizmet etmektir. Bu anlamda toplumca “ibadetimiz”den çok şey eksiktir, camilerin dolup taşması bir anlam ifade etmez.
Bir başka nokta da şudur: vahdet-i vücut’taki temel ilkeye göre “tecelliyatta tekrar yoktur”. Yani hiçbir şey tekrar olmaz, tekrar gelmez. Nasıl geri gelsin ki? Hiçbir şey de aynı kalmaz. Medresede belletilen Aristo felsefesinin ilk ilkesi “her şey kendinin aynıdır” (ünlü “a=a”) yanlıştır. A bir an sonra başka bir şey olmuştur. Siz ve ben geçen seneki siz ve ben değiliz, bir an önceki siz ve ben dahi değiliz. Her şeyin bitmez tükenmez bir hareket ve değişim halinde olduğu varlık âleminin doğası budur. Bu hali bütün şiddetiyle idrak eden teorik fizikçi Ludwig Boltzman, insanın geri döneceği bir sılanın bu dünyada olmadığını da anlar ve buna dayanamayarak intihar eder. Bu anlamda bütün “geri dönüşçü”, “eskiyi ihyacı”, “altın devre dönüşçü” fikriyatlar (kimi Osmanlı’ya kimi Asr-ı Saadet’e geri dönmek ister!) baştan başarısızlığa mahkumdur!
Kuşadalı İbrahim Halveti Efendi’nin dergâhı yangında yanar kül olur. Herkes üzülür, o “şükür, merasimden kurtulduk” der. Yanına gelip “efendim yeniden inşa edelim” diyen ve kendini seven devlet erkânına “hayır yapmayın, tecelliyatın bir dili vardır, o geçti ve kapandı” der. Tekke ve dergâhlardaki son devir yozlaşmayı çok iyi kavramış bir kişidir aslında Kuşadalı. Geçmiş geçmiştir, gün yeni bir gündür, yeni şeyler söylemek gerekir.
– Bu noktada muhalefet hakkındaki görüşlerinizi de alalım, Türkiye’de siyasal ve toplumsal muhalefet ne kadar sağlıklı, muhalefetin takip ettiği çizgiyi nasıl buluyorsunuz? Sırf muhalefet olsun diye doğru yanlış hemen her şeye karşı çıkan bir muhalif yaklaşım yok mu?
Altay Ünaltay: Türkiye’de düzen içi muhalefetin halihazırdaki iktidarın yaptıklarına ciddi bir eleştirisi ya da alternatif önerisi yoktur. Bir gün başa geçseler iktidarın bıraktığı yerden aynı şeyi aynı şekilde devam ettireceklerdir. Tek dertleri “iktidar imkânlarının başında sen olma, ben olayım”dır. Bu meyanda muhalefeti ciddiye almaya değmez. Gerçek bir muhalefet, köklü bir muhalif fikirle olur. Bunun inşası için çalışmak lazım.
– Son olarak iktidarın 2023 hedefini değerlendirmenizi rica edelim, nasıl bir süreç bekliyor bizi?
Altay Ünaltay: Türkiye ekonomisi giderek dışa daha bağlı, dolayısıyla dış kriz ve sarsıntılara daha dayanıksız hale geldiğinden ileriye yönelik kestirim çok güç. Milli gelirin çoğunun faiz ve ranttan oluştuğu, sanayinin 1 Dolarlık ihracatının 90 Cent’lik ithalata bağlı olduğu (zaten başka türlü olsa bu “serbest pazar” oyununda bizi oynatmazlardı!) bu ülkede tek yükselen ekonomik değer arazi spekülasyonu. Bunu da sürdürebilmek için “çılgın projelere” ve Okmeydanı gibi kimi merkezde kalmış yerleri boşaltıp yıkarak gökdelenler dikmeye ihtiyacımız var. Ancak bu gayrimenkul balonu da bir gün patlayacak. Bilmem sorunuza yeterince bir cevap oldu mu?
– Bize zaman ayırıp sorularımıza cevap verme zahmetinde bulunduğunuz için teşekkür ederiz.
Altay Ünaltay: Ben teşekkür ederim.
Röportaj: Atilla Fikri Ergun – akilvefikir.org
* Bu söyleşi 08.08.14 tarihinde akilvefikir.org’da yayınlanmıştır.
http://akilvefikir.org/2014/08/08/altay-unaltay-asil-kirilma-hilafetin-osmanliya-gecmesiyle-yasandi/