17 Mart Siyer Notları
Siyer okumalarında bu hafta, “Medine yönetimi bir devlet miydi?” sorusuyla başladığımız tartışmaya, Muhammed Hamidullah ve Seyid Kutup’un yazdıklarından hareketle devam ettik.
Muhammed Hamidullah’a göre, manevi olduğu kadar dünyevi yeni hayat tarzını oluşturabilmek, bir başka devlet başkanı altında mümkün olmayacaktı, o yüzden “Medine Devleti” bir araç olarak zorunluydu.
Hz. Peygamber’in gençliğinde kabileler şehir içinde farklı görevleri üstleniyordu. Bu kamu görevleri MS 4.yy’da Kusay zamanında 3 taneyken Peygamberimiz dönemine kadar 19’a çıkmıştır. Bu 19 görev Kusay ve kardeşlerinin soyundan gelen 10 kabile başkanı arasında dağılmıştı. Mekkeliler Kusay hariç kimsenin egemenliğine girmemişti; yalnızca savaş durumunda, Medine’yi savunan 10 kabile başkanı, aralarında kura çekip komutanın kim olacağını belirliyordu. Yani devlet nizamı şeklinde olmasa da bir “birlik” mefhumu vardı. Darünnedve yalnızca toplantı değil şenlik mekanıydı örneğin. Oy verme de kimi meselelerin çözümünde ve görev dağılımında kullanılmıştı.
Hamidullah’a göre Kusay, egemenliğini oğulları arasında çok parçalı taksim ettiğinden merkezîleşme mümkün olmamıştır. Müslümanların Medine’ye hicreti ise toprağa sahip olmayı getirmiş ve Medine Vesikası’nın esnek hükümleri, topluluktan imparatorluğa muhtelif formlara imkan vermişti.
Siyasi liderliğin sadece peygamberlere ait olması gerekmediği Kur’an-ı Kerim’deki Hz. Musa kıssasında görülebilir. Şartlara göre siyasi egemenlik ikiye bölünebilmiş, Hz. Davud ve Hz. Süleyman zamanında yeniden tek elde toplanabilmiş. Yani Kuran’da tek bir yönetim tarzı vaaz edilmiyor, ancak yaratıcıya başkaldıran bir yönetime itaat edilmesine de izin verilmiyor. Ayrıca Kuran kıssaları anlatırken iyi-kötü, adil-zalim hükümdardan bahsetmiştir. İyi yönetim biçimi-kötü yönetim biçimi gibi bir ayrım yapmamıştır. Yine milletlerin yerini başka milletlerin aldığından bahsedilmiştir, devletlerin yerini başka devletlerin aldığından değil.
Biat yemininden bahsettik. Bu yemin, aslında Allah’la yapılmış bir yemin. O yüzden İslam’da asla “kral hata yapmaz” anlayışı yok. Bunun en güzel delili, Hz. Muhammed’e karşı açılmış 10 tane dava (hakem karşısına gitme) bulunmasıdır. Ayrıca bu rızanın her halefle birlikte yenilenmesi gerektiğini gördük. Yani her zaman Allah’ın dinine uygun hükmetmeyen bir idareciden rızanın geri alınması hakkı toplumda saklı: “Muhakkak ki sana biat edenler Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların üzerindedir.” Bu biat Allah’ın hükmüyle hükmeden bir idareciye itaati gerektiriyor.
Hamidullah, dış siyasetin Allah’ın hükmünü yaymak üzerine kurulu olduğunu; ancak savaşın son çare olarak kullanıldığını yazıyor. Dini kabul ettirme ve sosyal adaleti tesis etme hususlarındaki zorlamaları birbirinden ayırıyor. İslam’ın anlaşılmak ve kabul görmek için özgür ortamı sağlamayı esas aldığını savunuyor.
Hz. Peygamber’in Medine yönetiminde, gayrimüslimlerin “Maliye bakanlığına” kadar varan görevlerde bulunduğunu görüyoruz. Necranlar gibi pek çok gayrimüslim topluluk, yönetim altına alındığı zaman genelde yerel idareciler yerinde bırakılmış ve merkezden sadece birkaç görevli atanmış.
Gönderilen görevlilerin (vali ve komutan gibi) 20’li yaşta Müslümanlardan oluşu dikkat çekici… Bir makama talip olmak ve bu konuda ısrar etmek ise Hz. Peygamber tarafından kesin bir şekilde kınanmıştı. Devlete ait mal ve mülkün kullanımı kalın hatlarla sınırlıydı. Örneğin, bir vergi tahsildarı kendisine verilen hediyelerden bahsettiğinde Hz.Peygamber kızmış; “bu makamda olmasaydı ona hediye verilir miydi” diyerek meşru olan-olmayan arasındaki farkı bir kez daha koymuştu.
Seyid Kutup ise, İslam’ın “Rabbanî Nizam” için her konuda açık hükümler içerdiğini iddia ediyor ve başka sistemlerle meczedilemeyeceğini vurguluyor. Dostluk-akrabalık bağının ve muhtelif değerlerin yönetimde hakim kılınamayacağını hatırlatıyor. Şura’yı devlet idaresinin temeli kabul etmekle birlikte nasıl toplanacağı ve nasıl çalışacağı hususunda bir kesinlik olmadığını yazıyor.
Kutup’a göre akide, nizam ve şeriat birbirine sarsılmaz bağlarla bağlıdırlar. Hırsızlığa verilen ceza, mesela, toplumun ya da mağdur olanın hakkı değil bizzat Allah’ın cezasıdır. İnsanlardan hiçbiri hakimiyet iddiasında bulunamaz. Resulullah’ın kendi fikrine aykırı düşünceleri istişare sonucunda kabul ettiği ve uyguladığı görülüyor.
Aliya İzzetbegoviç ve arkadaşlarının istişaresiyle ortaya çıkan İslam Deklarasyonu’nu da konuşma fırsatı bulduk. İslamî iktidar ve İslamî toplum’un birbiri olmadan zulüm demek olacağı vurgusu bizim için dikkat çekiciydi… Kitapta, doğaya ve bilime açık olan, azami derecede iyi ve azami derecede insanî bir İslam nizamı öngörülmüş. “İnsanların Eşitliği” başlığında sınıfsal ayrım reddedilip “Müslümanların Kardeşliği” bahsinde toprak sahibi-köylü gibi ilişkilerin kardeş olamayacağı için İslamî olmadığı vurgulanmış.
İslam Deklarasyonu’na göre, İslam toplumunda Müslümanlar birbirlerinin kaderleriyle alakadardır ve birbirlerinden sorumludurlar. (Faiz ve zekat bahsinde bunun örnekleri var.) Metin, bize unutulmaya yüz tutmuş bir şeyi hatırlatıyor ve “Yolumuz iktidarı ele geçirmekten değil insanları kazanmaktan geçer” diyor…