Erik Olin Wright – Bugün Nasıl Antikapitalist Olunur?

Antikapitalizm, adaletsizliğe karşı ahlaki bir duruştan ibaret değildir. Antikapitalizm, kapitalizme alternatif bir sistem inşa etmek demektir.

Çevirenin önsözü: Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Erik Olin Wright’ın 2015’te Jacobin.mag’da yayınlanan yazısının çevirisini ilginize sunuyoruz. Yazının kapitalizme karşı olmanın farklı biçimlerine ilişkin zihin açıcı bir tartışma yürüttüğünü düşünüyoruz. Antikapitalizm meselesini toplumun geniş kesimlerine anlaşılır bir dille anlatma potansiyelinin yüksek olduğuna inanıyoruz. Wright’ın farklı antikapitalizmler arasında yaptığı öznel tercihine ve savunduğu nihai pozisyona tam ikna olamasak da yazının antikapitalizm tartışmasını derinleştirdiği ve daha anlaşılır bir hale getirdiği muhakkak. Wright’ın bu yazıda savunduğu tezlere yönelik sitemizde iki eleştiri yayınlandı. Tartışmanın zenginliğinin ve farklı boyutlarının daha iyi idrak edilebilmesi için bu yazıyı okuduktan sonra Cihan Tuğal ve Cem Somel’in eleştirilerini okumanızı öneririz.EAP ÇEVİRİ KOLEKTİFİ

***

ERIK OLIN WRIGHT

Birçok insan için antikapitalizm fikri saçma görünüyor. Sonuçta, kapitalist firmalar bize son yıllarda fantastik teknolojik yenilikler getirdi: akıllı telefonlar ve internet üzerinden film izleme imkanları, sürücüsüz otomobiller ve sosyal medya, futbol maçlarındaki Jumbotron ekranları ve dünyadaki binlerce oyuncuyu birbirine bağlayan video oyunları, internetten satın alıp hızlıca evinize teslim edilecek her türlü tüketici ürünü, yeni otomasyon teknolojileriyle emek verimliliğinde kaydedilen şaşırtıcı artışlar ve dahası.

Kapitalist ekonomilerde gelir eşitsiz biçimde dağılır. Ancak ortalama bir insanın ve hatta dar gelirlilerin tüketebildikleri malların miktarının ve çeşidinin hemen hemen her yerde çarpıcı bir şekilde artmış olduğu da bir gerçektir. Amerika Birleşik Devletleri’ni 1965-2015 yılları arasında yarım yüzyılda karşılaştırmanız yeterli: Amerikalıların klima, araba, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, televizyon ve su tesisatı gibi şeylere sahip olma yüzdesi çarpıcı biçimde arttı. Yaşam beklentisi arttı, bebek ölümleri düştü.

Yirmi birinci yüzyılda, temel yaşam standartlarındaki bu gelişme dünyanın daha yoksul bölgelerinde de gerçekleşti: Çin serbest piyasayı kucakladığından beri milyonlarca Çinlinin maddi standartları çarpıcı bir şekilde düzeldi.

Rusya ve Çin kapitalizme bir alternatif yaratmayı denediklerinde neler yaşandığını bir hatırlayalım. Bu ülkeler sosyalist bir rejimle idare edilmekteyken ne politik özgürlükler yerli yerindeydi ne de ekonomileri başarılıydı. Peki o zaman, insanların yaşamlarını iyileştirmeyi umursuyorsan, nasıl antikapitalist olabilirsin ki?

Buraya kadar aktardığımız işin bir veçhesi. Sistem tarafından bize anlatılıp duran standart hikâye.

İşte size başka bir hikâye: Kapitalizmin alamet-i farikası, bolluğun ortasındaki yoksulluktur.

Kapitalizmde yanlış olan tek şey bu değil, fakat bu en ağır başarısızlığı. Bunun kolayca yok edilebileceği zengin toplumlarda gözlemlenen yaygın yoksulluk, ahlaki açıdan vahimdir. Özellikle de kötü durumlarından açıkça sorumlu olmayan çocuklar arasında yaşanan yaygın yoksulluk durumu…

Evet, kapitalizmde ekonomik büyüme, teknolojik yenilikçilik, verimlilik artışı ve tüketim mallarının aşağı doğru yayılması gerçekten de söz konusudur. Ancak kapitalizmin gelişmesiyle geçim kaynakları yıkılan insanlar için yoksulluk, işgücü piyasasının en altındakiler için güvencesizlik ve büyük çoğunluk için sıkıcı ve yabancılaştırıcı çalışma koşulları, kapitalist ekonomik büyümenin ayrılmaz bir parçasıdır.

Kapitalizm verimlilikte büyük artışlar yarattı ve bazılarının servetine servet kattı, ancak birçok insan hala ay sonunu getirebilmekte zorlanıyor. Kapitalizm bir büyüme makinesi olduğu gibi aynı zamanda eşitsizliği de sürekli arttıran bir makinedir. Üstüne üstlük, acımasız kâr arayışının yönlendirdiği kapitalizmin çevreyi de nasıl tahrip ettiği bugün artık apaçık bir şekilde görülüyor.

Anlattığım bu iki hikâye, bu iki anlatım da kapitalizmin gerçeklerine dayanıyor. Kapitalizmin dünyadaki yaşamın maddi koşullarını değiştirdiği ve insan verimliliğini büyük ölçüde artırdığı bir yanılsama değildir; bundan birçok kişi yararlandı. Fakat aynı şekilde, kapitalizmin insanlara ve çevreye büyük zararlar verdiği ve ortadan kaldırılması pekâlâ mümkün olan pek çok ıstırabın sürmesine sebep olduğu da bir gerçektir.

Temel mesele, kapitalist ekonomilerde uzun vadede maddi koşulların iyileşip iyileşmediği değil, tarihteki bu noktadan ileriye bakıldığında, alternatif bir ekonomi türünde, çoğu insan için işlerin daha iyi olup olmayacağıdır. 20. yüzyıl Rusya’sı ve Çin’inin devlet tarafından yönetilen merkezileşmiş ve otoriter ekonomilerinin birçok açıdan başarısızlık yaşadığı doğrudur, ancak elimizdeki tek alternatif bunlar değil.

Asıl anlaşmazlık noktası şudur: Kapitalizmde gördüğümüz verimlilik, inovasyon ve dinamizme kapitalizmin zararları olmadan sahip olabilir miyiz? Margaret Thatcher, 1980’lerin başında “Alternatif Yok” demişti, ancak yirmi yıl sonra Dünya Sosyal Forumu’nda “Başka Bir Dünya Mümkün” sloganı yükseldi.

Bir başka dünyanın -çoğu insanın insani gelişim imkanlarını arttıracak bir dünyanın- gerçekten mümkün olduğunu savunuyorum. Aslında, bu yeni dünyanın unsurları bugün zaten üretilmiş durumda ve buradan oraya varmanın somut yolları var.

Antikapitalizm, yalnızca küresel kapitalizmin zararlarına ve adaletsizliklerine karşı ahlaki bir duruş olarak değil, daha ileri düzeyde bir insani gelişime imkân verecek bir alternatif ekonomiyi inşa etmeye yönelik pratik bir duruş olarak da mümkündür.

Antikapitalizmin Dört Türü

Kapitalizm antikapitalistleri üretir.

Kapitalizme direnç, bazen hem zararlarının kaynağının sistematik teşhisini hem de bunların nasıl ortadan kaldırılacağının reçetelerini sunan tutarlı ideolojilerde kristalize olur. Bazense antikapitalizm, yüzeyde kapitalizmle pek de ilgisi yokmuş gibi görünen motivasyonlardan kaynaklanır; insanları moderniteyi reddetmeye ve yalıtılmış cemaatlere sığınmaya götüren bazı dini inanışlarda gördüğümüz gibi. Lakin her zaman, kapitalizmin olduğu her yerde, şu veya bu şekilde hoşnutsuzluk ve direniş vardır.

Tarihsel olarak antikapitalizm, dört farklı direniş mantığı ile hayat bulur: kapitalizmi parçalamak (smashing), kapitalizmi evcilleştirmek (taming), kapitalizmden kaçmak (escaping) ve kapitalizmi aşındırmak (eroding).

Bu mantıklar çoğu zaman bir arada var olur ve birbirine karışır, ancak her biri kapitalizmin zararlarına cevap vermenin farklı bir yoluna işaret eder. Bu dört anti-kapitalizm biçiminin, iki kriter açısından farklılaştığı düşünülebilir. 

Bunlardan biri antikapitalist stratejilerin amacı ile ilgilidir: Amaç, kapitalizmin yapılarını aşmak veya sadece kapitalizmin en kötü zararlarını etkisizleştirmek olabilir. Diğer kriter ise stratejilerin müdahale ettiği, hedef aldığı şeyin ne olduğu ile ilgilidir. Bu hedef, sistemin makro düzeyindeki devlet ve diğer kurumlar olabilir. Veya mikro düzeyde bireylerin, kuruluşların ve toplulukların ekonomik faaliyetleri olabilir.

Bu iki kriteri bir araya getirmek bize aşağıdaki tipolojiyi verir.

1. Kapitalizmi Parçalamak

Kapitalizmin bu kadar çok insanın hayatını tahrip ettiği ve egemen sınıfların kendi çıkarlarını ve statükoyu korumak için sahip olduğu muazzam güç göz önüne alındığında, kapitalizmi parçalama fikrinin çekiciliğini anlamak kolaydır.

Argüman şu şekilde devam eder: Sistem çürük. Bu sistemin içinde, hayatı dayanılabilir bir hale getirmek için bütün çabalar nihayetinde başarısız olur. Zaman zaman halk güçleri yükseldiğinde insanların yaşamlarını iyileştiren küçük reformlar mümkün olabilir. Ancak bu gelişmeler her zaman kırılgan, saldırılara karşı savunmasız ve geri döndürülebilir olacaktır.

Kapitalizmin sıradan insanların gelişen ve anlamlı hayatlar yaşayabileceği iyi huylu bir sosyal düzen olabileceği fikri, nihayetinde bir yanılsamadır, çünkü özünde kapitalizm reforme edilemez. Tek umut onu yok etmek, molozları süpürüp atmak ve sonra bir alternatif oluşturmaktır. İşçi sınıfının marşlarından biri olan “Sonsuza Kadar Dayanışma”nın son sözlerinde söylediği gibi: “Eskilerin küllerinden yeni bir dünya kurabiliriz.”

Ama bu nasıl yapılır? Antikapitalist güçlerin kapitalizmi yok etmek ve onu daha iyi bir alternatifle değiştirmek için yeterli gücü biriktirmesi nasıl mümkün olabilir? Bu gerçekten çok zorlu bir iştir, çünkü baskın sınıfların reformu bile imkansızlaştıran gücü, sistemin bir devrimci kopuşla değiştirilmesini de engeller. Marx’ın yazılarıyla şekillenen ve Lenin, Gramsci ve diğerleri tarafından geliştirilen antikapitalist devrimci teori, bunun nasıl mümkün olabileceğine dair ilgi çekici bir tez ortaya koymuştur.

Kapitalizm çoğu zaman yenilmez görünür, ancak o aynı zamanda karmaşalara ve krizlere eğilimli, derinden çelişkili bir sistemdir. Bazen bu krizler, sistemi bir bütün olarak kırılgan ve meydan okumaya açık bir hale getiren bir yoğunluğa ulaşır.

Bu teorinin en güçlü versiyonlarında şöyle bir eğilimden söz edilir: kapitalizmin “hareket yasaları” uyarınca sistemi zayıflatan bu tür krizler zaman içinde artma, sistem uzun vadede sürdürülemez hale gelme, yani kendi varoluş şartlarını yok etme eğilimindedir.

Krizlerin sürekli daha da kötüleşeceği yönünde sistematik bir eğilim olsa da olmasa da şu kesindir ki sistemi savunmasız kılan ve kopuşları mümkün hale getiren derin ekonomik krizler periyodik olarak gerçekleşemeye devam edecektir.

Bu ekonomik krizler devrimci bir partinin, devlet iktidarını seçimler yoluyla veya şiddetli bir isyanla ele geçirmek üzere kitlesel bir seferberliği örgütleyebileceği bağlamı sağlar. Devletin kontrolünü ele geçirdikten sonra ilk görev, devletin kendisini sosyalist dönüşümün uygun bir silahı haline getirmesi için yeniden yapılandırmaktır. Daha sonra bu güç, egemen sınıfları ve müttefiklerini bastırmak, kapitalizmin temel yapılarını parçalamak ve alternatif bir ekonomik sistem için gerekli kurumları kurmak için kullanılacaktır.

Yirminci yüzyılda, bu genel akıl yürütme çizgisinin çeşitli versiyonları dünyadaki devrimcilerin hayal gücünü besledi. Devrimci Marksizm, mücadelelere umut ve iyimserlik aşıladı, çünkü yalnızca verili dünyayı güçlü bir şekilde analiz etmekle kalmadı, aynı zamanda özgürleştirici bir alternatifin nasıl gerçekleştirilebileceği konusunda makul bir senaryo sundu.

Bu senaryo insanlara cesaret verdi, tarihin doğru tarafında oldukları inancını pekiştirdi ve kapitalizme karşı mücadelelerinde göstermek zorunda oldukları muazzam bağlılık ve fedakarlıkların karşılıksız kalmayacağı umudunu diri tuttu. Ve bazen bu tür mücadeleler, gerçekten de devlet iktidarının bir devrimle ele geçirilmesiyle sonuçlandı.

Bununla birlikte, bu tür devrimler hiçbir zaman kapitalizme karşı demokratik, eşitlikçi, özgürleştirici bir alternatif yaratamadı. Sosyalizm ve komünizm adına yapılan devrimler, “eskilerin küllerinden yeni bir dünya inşa etmenin” mümkün olduğunu göstermesine gösterdi ve çoğu insanın yaşam koşullarını belirli bir süre boyunca iyileştirdi. Ancak yirminci yüzyılda gerçekleşen bu kahramanca kopuş girişimleri, devrimci ideolojide öngörülen yeni dünyayı kuramadı.

Eski kurumları yakmak bir şeydir; onların küllerinden özgürleştirici yeni kurumlar inşa etmekse bambaşka bir şey.

Yirminci yüzyılın devrimlerinin neden sağlam, sürdürülebilir bir insani özgürleşmeye yol açmadığı, elbette, ateşli bir tartışma konusudur.

Bazı insanlar devrimci kopuş girişimlerinin başarısızlığının, bu girişimlerin tarihsel olarak spesifik, elverişsiz koşullarda (ekonomik olarak geri kalmış toplumlarda, güçlü düşmanlarca çevrelenmişken) gerçekleşmiş olmasından kaynaklandığını iddia ediyor. Bazıları devrimci liderlerin stratejik hatalar yaptığını, bazıları ise liderlerin motivasyonlarında sorunlar olduğunu iddia eder. İkincilere göre devrimlerle iktidara gelen liderler, kitleleri güçlendirmek ve onların refahını yükseltmek yerine statü ve güç arzusu ile motive olmuşlardı.

Bir başka tez ise radikal kopuş girişimlerinin başarısızlığa mahkûm olduğunu, çünkü çok fazla hareketli parçanın, çok fazla karmaşıklığın ve çok fazla istenmeyen sonucun devreye girdiğini savunuyor. Bunun sonucunda sistemsel kopuş girişimleri kaçınılmaz olarak öyle bir kaosa yol açacaktır ki, motivasyonları ne olursa olsun devrimci liderler, yeni sosyal düzeni korumak için yaygın şekilde şiddet ve baskıya başvurmak zorunda kalacaklardır. Böylesi bir şiddet ise yeni bir toplum inşa etmek için gerekli olan demokratik ve katılımcı bir sürecin örgütlenebilmesi olasılığını ortadan kaldırır.

Bu açıklamalardan herhangi biri doğru olsun ya da olmasın yirminci yüzyılın devrimci trajedileri, kapitalizmin parçalanması stratejisinin tek başına sosyal kurtuluşa yol açmadığını göstermektedir.

Bununla birlikte, kapitalizmden devrimci bir kopuş stratejisi tamamen ortadan kalkmadı. Artık herhangi bir önemli politik güç tarafından sahiplenilmese de bu strateji, keskin eşitsizliklerin, gerçekleşmeyen potansiyellerin ve gittikçe artan otoriterliğin hâkim olduğu günümüz dünyasına yönelik hayal kırıklığı ve öfkeye seslenmeyi sürdürüyor.

Kapitalizmi gerçekten dönüştürmek için, öfkeye hitap eden tasavvurlar yeterli değildir. Bunun yerine, hedefine gerçekten ulaşmaya yönelik az da olsa bir şansa sahip olan stratejik bir mantığa ihtiyaç vardır.

2. Kapitalizmi Evcilleştirmek

Yirminci yüzyılda kapitalizmi parçalama fikrinin en önemli alternatifi kapitalizmi evcilleştirmekti. Bu görüş, sosyal-demokratik partilerin içindeki sol kanadı oluşturan antikapitalist akımların savunduğu ana fikirdir.

Bu görüşün ana argümanı şudur: Kapitalizm, kendi haline bırakıldığında topluma ve çevreye büyük zararlar verir. İleri düzeyde eşitsizlik üretir ve sosyal bütünleşmeyi tahrip eder; geleneksel işleri yok eder ve insanları bireycileştirir; bireyler ve topluluklar için belirsizlik ve risk üretir; çevreye zarar verir. Bunların hepsi, kapitalist bir ekonominin iç dinamiğinin doğal sonuçlarıdır.

Bununla birlikte, bu zararları önemli ölçüde etkisiz hale getirebilecek muhalif kurumlar oluşturmak mümkündür. Kapitalizm kendi haline bırakılmak zorunda değildir; iyi hazırlanmış devlet politikaları ile evcilleştirilebilir.

Elbette bunu başarabilmek için sert mücadeleler vermek gerekecektir, çünkü bunu yapabilmek için kapitalist sınıfın özerkliğinin ve gücünün azaltılması şarttır. Ve bu tür mücadelelerin başarı garantisi yoktur. Kapitalist sınıf ve onun siyasi müttefikleri, sistemin zararlarını etkisiz hale getirmek için tasarlanan düzenlemelerin ve yeniden bölüşümün, kapitalizmin dinamizmini bozacağını, rekabetçiliğini sakatlayacağını ve teşviklerinin altını oyacağını iddia edecektir. Ancak bu tür argümanlar, basitçe kendi çıkar ve ayrıcalıklarını rasyonalize etmekten başka bir şey değildir.

Yarattığı zararları büyük ölçüde gidermek için önemli düzenlemelere ve yeniden bölüşüme tabi tutulduğunda bile kapitalizm yine de yeterli ölçüde kâr sağlayabilir ve işlemeye devam edebilir. Bunu başarmak için kitlesel mobilizasyon ve politik irade gerekir; seçkinlerin aydınlanmış iyi niyetine güvenemeyiz. Ancak uygun koşullarda, bu mücadeleleri kazanmak ve daha iyi bir kapitalizm biçimi için gereken kısıtlamaları yürürlüğe koymak mümkündür.

Kapitalizmi evcilleştirme fikri, kapitalizmin zarar üretme eğilimini ortadan kaldırmaz; sadece tesirini azaltır. Bu, bir sağlık probleminin altında yatan nedenlerden ziyade semptomlarıyla etkili bir şekilde ilgilenen bir ilaç gibidir.

Bazen bu yeterince iyidir. Yeni doğan bebeklerin anne-babaları genellikle uykudan mahrumdur ve baş ağrısından muzdariptir. Bir çözüm, bir aspirin almak ve başa çıkmaktır; diğer çözüm ise bebekten kurtulmak. Bazen semptomun tesirini yok etmek, altta yatan nedenden kurtulmaya çalışmaktan daha iyidir.

Kimilerince “Kapitalizmin Altın Çağı” olarak adlandırılan dönemde (kabaca II. Dünya Savaşı’nı takip eden otuz yıl) sosyal demokratik politikalar, özellikle de en iyi şekilde uygulandıkları yerlerde, daha insancıl bir ekonomik sistem kurma yönünde ciddi başarılar kaydetmişlerdir.

Özellikle üç kümede toplanabilecek devlet politikaları, kapitalizmin zararlarını önemli ölçüde önlemiştir.

Birinci olarak, sağlık, istihdam ve gelirle ilgili söz konusu olan ciddi riskler, kamu tarafından zorunlu kılınan ve finanse edilen oldukça kapsamlı sosyal sigorta sistemi sayesinde azaltılmıştır.

İkinci olarak devlet, güçlü bir vergi sistemi tarafından finanse ettiği geniş bir kamu malları setini vatandaşlarına ücretsiz olarak sağlamıştır. Temel ve yüksek öğrenim, mesleki beceri kazanım imkanları, toplu taşıma, kültürel faaliyetler, dinlenme tesisleri, araştırma ve geliştirme ve makro-ekonomik istikrar bu setin içindeki önemli kalemlerdir.

Son kümede ise devlet, yatırımcıların ve firmaların kapitalist piyasadaki davranışlarının en ciddi negatif dışsallıklarını (çevre kirliliği, ürün ve işyerindeki sağlık tehlikeleri, yırtıcı piyasa davranışları vb.) engellemek için düzenleyici bir rejim oluşturdu.

Bu politikalar, ekonominin kapitalist olmaktan çıktığı anlamına gelmiyordu: Kapitalistler piyasadaki kâr yapma fırsatlarını kullanmak için yatırım yapmakta özgür kaldılar ve bu yatırımlardan elde ettikleri kârı (vergiler düşüldükten sonra) istedikleri gibi kullanmaya devam ettiler.

Değişen şey, devletin kapitalist piyasaların üç temel başarısızlığını düzeltme sorumluluğunu üstlenmesiydi: Risklere karşı bireysel kırılganlık, kamu mallarının yetersizliği ve özel kârı maksimize etmek için yürütülen ekonomik faaliyetin negatif dışsallıkları. Sonuç, eşitsizlik ve çatışmaların yumuşatılmış olduğu, oldukça iyi işleyen bir kapitalizm biçimi oldu. Kapitalistler bu kapitalizm biçimini tercih etmemiş olabilir, ancak bu biçim yeterince iyi çalıştı. Kapitalizm, en azından kısmen evcilleştirildi.

Bu Altın Çağ’dı, yani yirmi birinci yüzyılın zorlu ilk yirmi yılından geriye bakıldığında geçmişte kalmış soluk bir hatıra. Bugün her yerde, hatta Kuzey Avrupa sosyal demokrasisinin kalelerinde bile, sosyal sigortaya bağlı “hakları” geri alma, vergileri ve kamu mallarını azaltma, kapitalist üretimi ve piyasaları daha da serbest bırakma ve devlet hizmetlerini özelleştirme çağrıları yapılmış durumda. Bir bütün olarak ele alındığında, bu dönüşümler “neoliberalizm” adı altında gerçekleşiyor.

Bugün devletin kapitalizmin zararlarını etkisiz hale getirmek için daha isteksiz olmasının ve daha az kapasitesi varmış gibi görünmesinin çeşitli sebepleri vardır.

Küreselleşme, kapitalist firmaların dünyadaki yatırımlarını, daha az düzenleme ve daha ucuz işgücünün bulunduğu yerlere taşımasını kolaylaştırdı. Sermayenin bu kaçma tehdidi, çeşitli teknolojik değişikliklerin etkileriyle birlikte emek hareketini parçaladı ve zayıflattı, onun direnme ve politik mobilizasyon yeteneğinin altını oydu. Küreselleşmeyle birlikte, sermayenin artan finansallaşması, servet ve gelir eşitsizliğinde muazzam artışlara neden oldu. Ve bu durum, sosyal demokrat devlet karşıtlarının yürüttüğü siyaset için kaldıraç işlevi gördü.

Evcilleştirilmek yerine, kapitalizm serbest bırakıldı.

Belki de Altın Çağ’ın otuz yılı öylesine bir tarihi anomaliydi; elverişli yapısal koşulların ve kuvvetli halk gücünün göreceli olarak eşitlikçi model imkanını yarattığı kısa bir dönemdi.

O zamandan önce kapitalizm zorba bir sistemdi ve neoliberalizm altında, kapitalizm normal durumuna geri dönerek bir kez daha zorbalaştı. Belki de uzun vadede kapitalizm evcilleştirilemez. Kapitalizmden devrimci kopuş fikrinin savunucuları kapitalizmi evcilleştirme fikrinin bir yanılsama olduğunu, insanları kapitalizmi devirmek üzere politik bir hareket inşa etme görevinden saptırdığını iddia etmişlerdir.

Ama belki işler o kadar da kötü değildir. Küreselleşmenin, devletlerin vergi toplama, kapitalizmi düzenleme ve gelirleri yeniden bölüştürme kapasitelerine güçlü kısıtlamalar getirdiği iddiası, politik olarak etkili bir iddiadır, çünkü insanlar bu iddiaya inanmaktadır. Halbuki küreselleşmenin getirdiği bu kısıtlamalar abartıldığı kadar fazla değildir. Politikada neyin mümkün olduğu, bu konudaki düşünce ve inanışlar tarafından şekillenir.

Neoliberalizm büyük güç sahibi odakların desteklediği bir ideolojidir. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirirken karşılaştığımız gerçek sınırların bilimsel ve doğru bir açıklaması değildir. Altın Çağ’daki sosyal demokrasinin kimi politikalarının, bugün daha az etkili bir hale gelmiş olduğu ve yeniden düşünülmesi gerektiği sık ifade edilen bir tespittir ve muhtemelen doğrudur. Ancak bu, kapitalizmin evcilleştirilmesinin antikapitalizmin uygulanabilir bir biçimi olmaya devam ettiği gerçeğini değiştirmez.

3. Kapitalizmden Kaçış

Kapitalizmin saldırısına verilen en eski tepkilerden biri ondan kaçmak oldu.

Kapitalizmden kaçış, sistematik bir antikapitalist ideoloji olarak kristalize edilmemiş olabilir, ancak yine de tutarlı bir mantığı vardır: Kapitalizm çok güçlü, bu sebeple yok edilmesi neredeyse imkansız bir sistemdir. Kapitalizmi gerçekten evcilleştirebilmek için çok yüksek düzeyde bir kolektif eylemliliğin biteviye sürdürülmesi gerekir ki bu da pek gerçekçi değildir. Kapitalist sistem bir bütün olarak etkili bir şekilde kontrol edilemeyecek kadar büyük ve karmaşıktır. Muktedirlerin sahip oldukları müthiş kudret onları yerinden etmeyi imkansızlaştırır, onlar her zaman muhalefeti devşirip asimile edecek ve ayrıcalıklarını savunacaklardır. İktidar makinasına karşı savaşamazsınız. Kurumlar ve mekanizmalar değişiyor gibi görünse bile aslında aynı kalır.

Yapabileceğimiz en iyi şey, kendimizi kapitalizmin zarar verici etkilerinden izole etmeye çalışmak ve belki de korunaklı bir ortam kurarak yıkımlarından tamamen kaçmaktır. Dünyayı değiştiremeyebiliriz, ancak kendimizi egemenlik ağından çıkarabilir ve içinde yaşayacağımız ve gelişebileceğimiz kendi mikro-alternatifimizi yaratabiliriz.

Bu kaçış dürtüsünün izlerini, kapitalizmin zararlarına karşı ortaya konmuş pek çok tepkide görebiliriz.

19. yüzyıl ABD’sinde çiftçilerin Batı sınırına doğru kitlesel göçleri birçokları için, piyasaya yönelik üretim yapıp zenginleşme özleminin değil, kendi kendine yeten, istikrarlı bir geçimlik çiftçiliğe yönelik bir özlemin ifadesiydi. Kapitalizmden kaçış, 1960’lı yılların hippilerinin kullandığı “zihnini aç, uyum sağla, bırak”[1] sloganında yeniden hayat bulur. Amishler[2] gibi bazı dini cemaatlerin kendileriyle toplumun geri kalanı arasında güçlü bariyerler kurma çabaları, kendilerini piyasanın etkilerinden mümkün olduğunca uzaklaştırma maksadını da taşır.

Aile “kalpsiz dünyada bir sığınak” olarak görülür. Bu görüş aslında aileyi kapitalizmin kalpsiz ve rekabetçi dünyasında sığınılabilecek, rekabetin olmadığı bir dayanışma ve sevgi kurumu olarak tarif eder. Belirli bir süreyle sınırlı bile olsa kapitalizmden kaçış arzusunun izleri vahşi doğada uzun mesafeli yürüyüşlerde bile görülebilir.

Kapitalizmden kaçış stratejisi çoğunlukla siyasi angajmandan ve dünyayı değiştirmeye yönelik örgütlü mücadeleden uzak durur. Özellikle günümüz dünyasında kaçış, çoğunlukla bireysel bir yaşam tarzı stratejisidir. Bu bireysel strateji bazen kapitalist yatırımlardan elde edilmiş olan bir parayla fonlanır. Tıpkı “kapitalist rekabetten vazgeçmeye” karar verip sade bir yaşam sürmek için Vermont’a taşınan başarılı Wall Street bankacısı stereotipinde olduğu gibi…

Politikleşmekten geri durduğu için, kapitalizmden kaçış stratejisini küçümseyip reddetmek kolaydır, özellikle de kapitalizm içinde elde edilen ayrıcalıklar sayesinde mümkün olabildiğinde. “Her şeyden uzaklaşmak” için pahalı bir yürüyüş ekipmanıyla uzak bir bölgeye uçan doğa yürüyüşçüsünü kapitalizme muhalefetin anlamlı bir ifadesi olarak görmek zor. Yine de antikapitalizmle daha yakından ilişkilendirilebilecek kaçış örnekleri mevcuttur.

Kapitalizmden kaçış stratejisini benimseyen toplulukların temel motivasyonu kapitalizmin baskılarından kaçmak olabilir. Ancak bu topluluklar, daha kolektif, eşitlikçi ve demokratik yaşam biçimlerinin somut örnekleri olarak da iş görebilir. Esas olarak işyerlerinin otoriterliği ve sömürücülüğünden kaçma arzusuyla kurulmuş olan kooperatifler, kapitalizme karşı daha büyük bir mücadelenin bir parçası haline gelebilirler.

“Kendiniz Yapın” hareketi ve “paylaşım ekonomisi” pratikleri bir ekonomik durgunluk döneminde düşen bireysel gelirlileri telafi etme dürtüsüyle ortaya çıkmış olabilir. Ancak piyasaya daha az bağımlı ekonomik faaliyetler organize etme yollarına da işaret edebilir. Ve daha genel olarak, gönüllü bir yaşam tarzı olarak sadelik, kapitalizmin tüketimciliği ve ekonomik büyüme fetişizmine yönelik daha geniş itiraz ve muhalefete katkıda bulunabilir.

4. Kapitalizmi Aşındırmak

Antikapitalizmin dördüncü şekli en az aşina olanıdır.

Bu form, şu düşünceye dayanır: tüm sosyoekonomik sistemler birçok farklı ekonomik yapı, ilişki ve faaliyet türünün kompleks karışımlarıdır. Hiçbir ekonomi saf bir şekilde kapitalist olamadı ve olamaz. Ekonomik faaliyeti örgütlemenin bir yolu olarak kapitalizmin üç kritik bileşeni vardır: Sermayenin özel mülkiyeti, kâr elde etme maksadıyla piyasaya yönelik üretim yapılması ve üretim araçlarına sahip olmayan işçilerin istihdam edilmesi.

Gerçekte var olan ekonomik sistemler, kapitalizm ile mal ve hizmetlerin üretim ve dağıtımını organize etmenin diğer pek çok yolunu bir araya getiriyor. Kapitalist ekonomilerde şu üretim ve dağıtım biçimleri de genellikle eş zamanlı olarak bulunur: Doğrudan devletler tarafından yapılan üretim, üyelerinin ihtiyaçlarını karşılamak için ailelerin yakın ilişkileri içinde yapılan üretim, cemaat ağları ve organizasyonları tarafından yapılan üretim, üyeleri tarafından demokratik olarak yönetilen kooperatifler tarafından yapılan üretim, piyasaya yönelik olsa da kâr amacı gütmeyen kuruluşlar tarafından yapılan üretim, işbirliği halinde çalışan eşitler arası ağlar[3] tarafından yapılan üretim, vb.

Bu ekonomik faaliyetleri örgütleme yollarından bazıları, kapitalist ve kapitalist olmayan unsurları birleştiren melez biçimler olarak düşünülebilir. Bu melez biçimlerden bazıları kapitalist değildir ve bazıları ise basbayağı antikapitalisttir.

Kapitalist biçimlerin yaşamın ekonomik koşullarını belirlemede ve geçim kaynaklarına erişimde çoğu insan için baskın olduğu zaman, böyle karmaşık bir ekonomik sistemi “kapitalist” olarak değerlendiririz. Ve bu baskınlık son derece yıkıcıdır.

Kapitalizme meydan okumanın bir yolu, bu karmaşık sistem içinde mümkün olan her yerde daha demokratik, eşitlikçi, katılımcı ekonomik ilişkiler kurmak, çatlaklar oluşturmak ve bu alanları genişletip savunmak için mücadele etmektir.

Kapitalizmi aşındırma fikri, uzun vadede bu alternatiflerin, kapitalizmin ekonomi içindeki bu baskınlığını sonlandıracak ölçüde genişleme potansiyeline sahip olduklarını savunur.

Doğadaki ekosistemden bir benzetme, bu fikrin netleşmesine yardımcı olabilir. Bir göl düşünün. Bir göl, belirli toprak türleri, su kaynakları ve iklime ev sahipliği yapan bir arazi üzerindeki bir su birikimidir. Bir dizi balık ve diğer canlılar bu suda yaşar, içinde ve çevresinde çeşitli bitkiler hayat bulur.

Bu elementlerin tümü gölün doğal ekosistemini oluşturur. (Bu, içindeki bütün şeylerin birbirini etkilediği bir “sistemdir.” Ancak tüm parçaların işlevsel olarak birbiriyle bağlantılı olduğu, tutarlı ve sıkı bir bütünlük meydana getiren tek bir organizmanın sistemi gibi de değildir.)

Böyle bir ekosistemde, gölde “doğal” olarak bulunmayan yabancı bir balık türünü sisteme sokmak mümkündür. Bu şekilde sisteme sokulan bazı yabancı türler anında yok olacaktır. Diğerleri gölde küçük bir niş içinde hayatta kalırken, ekosistemdeki günlük yaşam üzerinde çok fazla bir değişikliğe yol açmayabilir. Ancak nadiren de olsa bir yabancı tür öyle bir çoğalır ki sonunda baskın türlerin yerini alır.

Kapitalizmin aşındırmanın stratejisi şudur: Kapitalist olmayan ekonomik faaliyetlerin en güçlü ve özgürleştirici türlerini kapitalizmin ekosistemine dahil etmek, bunların nişlerini koruyarak gelişimlerini beslemek ve yaşam alanlarını genişletmenin yollarını bulmak. Sonunda bu yabancı türlerin dar nişlerinden çıkarak ekosistemin karakterini bir bütün olarak dönüştürebileceği hayal edilir.

Kapitalizmi aşma sürecine ilişkin bu düşünce tarzı, Avrupa’daki kapitalizm öncesi feodal toplumlardan kapitalizme geçiş hakkında anlatılan stilize edilmiş popüler hikâyeye benzer. Geç Ortaçağ döneminde feodal ekonomilerde, özellikle şehirlerde proto-kapitalist ilişkiler ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Başlangıçta bu uygulamalar, ticari faaliyetler, loncaların denetimindeki zanaat üretimi ve bankacılıktan ibaretti.

Bu ekonomik faaliyet biçimleri belirli nişleri doldurdu ve feodal seçkinler için genellikle oldukça faydalıydı. Bu piyasa faaliyetlerinin kapsamı genişledikçe, kademeli şekilde kapitalist niteliklerini daha da derinleştirdiler ve bazı yerlerde ekonominin bir bütün olarak yerleşik feodal niteliğini aşındırdılar. Birkaç yüzyıl boyunca süren uzun ve dolambaçlı bir süreçte, Avrupa’nın pek çok yerinde feodal yapılar ekonomik yaşama hâkim olma niteliğini kaybetti; feodalizm aşındırılmıştı.

Bu süreç, politik ayaklanmalar ve hatta devrimler tarafından noktalanmış olabilir. Ancak bu siyasi olaylar, ekonomik yapılarda bir kopuşa sebep olmak yerine, sosyoekonomik yapı içerisinde daha önce gerçekleşmiş olan değişiklikleri teyit edip rasyonelleştirmeye hizmet etti.

Kapitalizmin aşındırılması stratejik vizyonu, kapitalizmi ekonomideki baskın rolünden etme sürecini benzer şekilde tarif eder. Evvela, kapitalizmin egemen olduğu bir ekonomide kapitalist olmayan alternatif ekonomik faaliyetler bunun mümkün olabileceği yerlerde ortaya çıkar. Bu faaliyetler zaman içinde hem kendiliğinden hem de bilinçli bir stratejinin sonucu olarak büyür. Bazen bu faaliyetleri korumak, bazen de yeni imkanları büyütmek için devletin de müdahil olduğu mücadeleler yaşanır. Ve nihayetinde, bu kapitalist olmayan ilişkiler ve faaliyetler, bireylerin ve toplulukların yaşamlarında o kadar baskın hale gelir ki artık kapitalizmin sisteme bir bütün olarak hâkim olduğunu söylemek mümkün olmaz.

Bu stratejik vizyon, bazı çağdaş anarşizm akımlarında örtük bir şekilde mevcuttur. Devrimci sosyalizm, kapitalizmin parçalanabilmesi için devlet gücünün ele geçirilmesi gerektiğini öne sürer. Sosyal demokrasi, kapitalist devletin kapitalizmi evcilleştirmek için kullanılması gerektiğini savunur. Anarşistler ise genel olarak devletten kaçınılması gerektiğini (belki de devletin görmezden gelinmesini) savunur. Çünkü anarşistlere göre devlet, nihayetinde yalnızca bir tahakküm makinesi olarak işlev görebilir. Devlet kurtuluşa hizmet edemez.

Kapitalizme özgürleştirici bir alternatif (eşitlik, demokrasi ve dayanışma ideallerini cisimleştiren bir alternatif) yaratmak için tek yol onu sıfırdan inşa etmek ve kapsamını genişletmek için çalışmaktır.

Stratejik bir vizyon olarak, kapitalizmi aşındırmak hem cazibeli hem de çok zorlamadır.

Cazibelidir, çünkü sosyal adaletin ve özgürleşmenin gelişimi bakımından devletten umudu kessek bile, hala yapılabileceğimiz pek çok şeyin olduğuna işaret eder. Eskisinin küllerinden değil ama eskisinin çatlaklarının içinden yeni bir dünya inşa etme işine girişebiliriz.

Zorlamadır, çünkü kapitalizmin egemen olduğu bir ekonomideki özgürleştirici ekonomik alanların genişlemesinin kapitalizmin yerini alması imkansıza yakın görünür. Özellikle de büyük kapitalist şirketlerin muazzam güç ve serveti ve büyük çoğunluğun refahının kapitalist piyasanın iyi işlemesine bağlı oluşu göz önüne alındığında. Kapitalist olmayan özgürleştirici ekonomik faaliyet biçimleri ve ilişkiler, kapitalizmin baskınlığını tehdit eden bir noktaya gelirse, kapitalist sistem tarafından basitçe yok edilirler.

Kapitalizmi aşındırmak bir fantezi değildir. Bu strateji ancak ve ancak kapitalizmi evcilleştirme konusundaki sosyal demokrat düşünce ile birleştirildiğinde gerçekçi bir hal alır.

Anarşizmin aşağıdan yukarıya, toplum merkezli stratejik vizyonunu, sosyal demokrasinin yukarıdan aşağıya, devlet merkezli stratejik mantığı ile ilişkilendirecek bir yola ihtiyacımız var. Kapitalizmi daha fazla aşındırabilecek şekilde evcilleştirmemiz ve daha fazla evcilleştirilebilecek şekilde aşındırmamız gerekiyor. Bu iki antikapitalist düşünce akımını ilişkilendirmemize yardımcı olacak bir kavram gerçek ütopyalardır.

Gerçek Ütopyalar

Gerçek Ütopya, kendisiyle çelişen bir ifadedir. “Ütopya” kelimesi ilk olarak 1516’da Thomas More tarafından, Yunancadaki iki ön ek birleştirilerek oluşturuldu: Eu, yani iyi ve ou, yani hayır. Bu iki ek birleşip “ü” ön ekine dönüştürüldü ve sonuna Yunanca mekan anlamına gelen “topos” eklendi. Ü-topya kelimesi, bu nedenle hiçbir yerde olmayan iyi bir yer anlamına gelir. Bu bir mükemmellik düşüdür.

O zaman bu nasıl “gerçek” olabilir? Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeye çalışmak gerçekçidir, ancak mükemmel bir hale getirmek pek gerçekçi bir hedef olmayabilir. Aslında kusursuzluk arayışı, dünyayı daha iyi bir yer haline getirme görevini baltalayabilir. Derler ki, “en iyi, iyinin düşmanıdır”.

Dolayısıyla, gerçek ile ütopik arasında kaçınılmaz bir gerilim vardır. “Gerçek ütopya” fikri, bu gerilimi benimsemeye ve yakalamaya yöneliktir. Dünya üzerinde elle tutulur gerçek alternatifleri inşa etme pratik görevini yerine getirirken, var olmayan adil ve insani bir dünyaya yönelik derin özlemimizi diri tutmamız gerektiğine işaret eder. Bugün inşa edeceğimiz alternatifler, gelecekteki idealimizin nüvesini oluşturmalı, bizi ideale doğru ilerlemeye sevk etmelidir.

Böylece gerçek ütopyalar, bugünkü dünyamızın içinde, olması gereken dünyanın özgürleştirici nüvesini yaratarak ütopyanın “olmayan yer”ini “şimdi ve burada”ya dönüştürür.

Özgürleştirici ideallerin yer aldığı her yerde, mevcut kurumlarda ve yeni kurumsal tasarımlar içinde, gerçek ütopyalar bulunabilir. Bunlar hem stratejimizin hem de varış yerimizin kurucu unsurlarıdır. İşte birkaç örnek.

İşçi kooperatifleri kapitalizmin gelişimi ile ortaya çıkan gerçek bir ütopyadır. Eşitlik, demokrasi ve dayanışma üç önemli kurtuluşçu idealimizdir. Kapitalist firmalarda bunların hayat bulması engellenir: Bu firmalarda, iç kaynaklar ve fırsatlar oldukça eşitsiz bir şekilde dağıtılır; firmanın sahipleri ve onların vekilleri tüm güç ve yetkiyi tekelleştirir; rekabet dayanışmayı sürekli olarak baltalar.

Bir işçi kooperatifinde işçiler firmanın tüm varlıklarının müşterek sahibi olup, firmayı oy hakkıyla demokratik bir şekilde yönetir. Küçük bir kooperatifte, bu demokratik yönetim genellikle tüm üyelerin genel kurulu şeklinde örgütlenir; daha büyük kooperatiflerde ise işçiler firmayı yönetmek için yönetici kurulları seçerler.

İşçi kooperatifleri daha kapitalist nitelikler de gösterebilir: Örneğin, geçici işçiler de istihdam edebilir veya belirli etnik grup veya ırkların üyelerine karşı ayrımcı davranabilirler. Bu nedenle, kooperatifler genellikle oldukça çelişkili değerleri barındırır.

Bununla birlikte, antikapitalist kurtuluşçu ideallerin yaşama geçtiği ekonomik alanı genişletebildikleri takdirde, kapitalizmin egemenliğini yıpratmaya katkıda bulunma potansiyeline sahiptirler. İşçi kooperatifleri kendi aralarında ağlar oluşturabilirler. Kamudan destek gördükleri takdirde bu ağlar bir kooperatif sektörü oluşturmak üzere genişleyip derinleşebilir. Bu sektör (uygun koşullar altında) kapitalizmin egemenliğine rakip hale gelecek şekilde yayılabilir.

Halk kütüphaneleri başka bir tür gerçek ütopyadır. Bu ilk bakışta garip bir örnek gibi görünebilir. Sonuçta, kütüphaneler tüm kapitalist toplumlarda bulunan yerleşik kurumlardır. Amerika Birleşik Devletleri’nde oldukça gelişmiş olan halk kütüphanesi sistemi, “Yaldızlı Çağ”ın[4] acımasız soyguncu baronlarından biri olan Andrew Carnegie tarafından kuruldu. Carnegie kesinlikle antikapitalist değildi ve kütüphanelere verdiği desteği kapitalizmi bir sistem olarak güçlendirmenin bir yolu olarak gördü.

Bununla birlikte, kütüphanelerin erişim ve dağıtım ilkeleri basbayağı antikapitalisttir. Bir kitapçıda ve bir kütüphanede geçerli olan kitaba erişim yöntemleri arasındaki keskin farkı bir düşünün.

Bir kitapçıda, rafta istediğiniz kitabı ararsınız, fiyatını kontrol edersiniz. Ödeyebileceğiniz bir miktarsa ve kitabı gerçekten istiyorsanız, kasiyere gider, parayı verir, sonra kitapla ayrılırsınız. Bir kütüphanede, kitabın müsait olup olmadığını görmek için rafa veya bilgisayara gidip kitabınızı bulur, ödünç alma bankosuna gider, kütüphane kartınızı gösterir ve kitapla ayrılırsınız. Kitap zaten alınmışsa, bir bekleme listesine isminizi yazdırırsınız.

Kitapçıda dağıtım prensibi “herkese ödeme gücüne göre”dir. Bir halk kütüphanesinde ise “herkese ihtiyacına göre”dir. Buna ilaveten, eğer kütüphanede arz ve talep arasında bir dengesizlik varsa, kitabı almak için beklemeniz gereken süre artar. Bir diğer deyişle, arzı sınırlı olan kitapların bölüşümü fiyata göre değil, zamana göre düzenlenir.

Bekleme listesi son derece eşitlikçi bir yöntemdir: Herkesin hayattaki bir günü ahlaki olarak eşdeğer kabul edilir. Kaynak sıkıntısı olmayan bir kütüphane, bekleme listesi uzayan kitapların yeni kopyalarını sipariş edecektir.

Kütüphaneler kitap depoları olmanın ötesinde, çok amaçlı kamusal tesisler olarak da hizmet verebilirler. İyi kütüphaneler toplantılar için kamusal mekan, konser ve gösteriler için salon, insanlar için uygun bir buluşma yeri işlevi görürler.

Şüphesiz, kütüphaneler belirli insanları dışlayan mekanlar da olabilir. Bütçe öncelikleri ve kuralları açısından elitist olabilirler. Kütüphaneler bu nedenle oldukça çelişkili değerleri yansıtabilir. Ancak, eşitlik, demokrasi ve ortaklık gibi kurtuluşçu idealleri somutlaştırdıkları sürece, kütüphaneler gerçek bir ütopyadır.

Hali hazırda var olan gerçek bir ütopyaya son bir örnek, dijital çağda ortaya çıkan eşitler arası işbirliğine dayalı üretimin yeni biçimleridir. En bilinen örnek muhtemelen Vikipedi’dir. Kuruluşundan bu yana on yıl içerisinde, Vikipedi, üç yüz yıllık bir geçmişi olan ansiklopedi piyasasını imha etti. Genel amaçlı bir ansiklopedi üretiminden bugün artık kar elde etmek mümkün değil.

Vikipedi, kapitalist olmayan bir şekilde, hiçbir ücret almadan küresel müştereklerimize katkıda bulunan birkaç yüz bin editör tarafından üretiliyor ve herkesin erişimine açık. Gerekli altyapı kaynakları ise bir tür hediye ekonomisi tarafından finanse edilmektedir.

Vikipedi problemlerle dolu; bazı girişler harika, diğerleri oldukça kötü. Ama bu, şu gerçeği değiştirmiyor. Vikipedi kapitalist olmayan bir mantıkla oldukça üretken ve organize bir şekilde işleyen, çok büyük ölçekli ve olağanüstü bir işbirliği ve dayanışma örneği. 

Dijital dünyada başka birçok örnek var. Bu işbirliği modelinin sadece bilgi değil, malların üretimi dünyasına yayıldığını hayal edersek, kapitalizmin egemenliğini aşındıran eşitler arası işbirliğine dayalı bir üretim biçimini hayal etmek mümkündür.

Yalnızca mevcut kurumlarda değil, sosyal değişim ve devlet politikalarına yönelik geliştirilen önerilerde de gerçek ütopyalar bulunabilir. Gerçek ütopyalar, sosyal adalet ve insan özgürleşmesini hedefleyen uzun vadeli politik stratejilerde böyle bir kritik işlev görebilir. Örneğin, koşulsuz temel gelir (KTG).

KTG, herkese, şartsız olarak, temel ihtiyaçları karşılamak için yeterli bir gelir akışı sağlar. Mütevazı ama kültürel açıdan saygın, lüks olmayan bir yaşam standardı sunar. Bunu yaparken, yoksullar arasındaki açlık sorununu da çözer, ancak bunu özgürleştirici bir alternatifin yapı taşını ortaya koyacak şekilde yapar.

KTG doğrudan kapitalizmin temel zararlarından birini yumuşatır: zenginliğin ortasındaki yoksulluk. Aynı zamanda, kapitalist olmayan ekonomik faaliyet biçimlerine kaynakları yönlendirerek, kapitalizmin egemenliğini uzun vadede aşındırma potansiyelini de genişletir. Temel gelirin işçi kooperatifleri üzerindeki etkilerini düşünün. İşçi kooperatiflerinin genellikle kırılgan olmasının nedenlerinden biri, yalnızca üretimin maddi maliyetlerini karşılamak için değil aynı zamanda üyelerine temel gelir sağlamak için de yeterli gelir elde etmelerinin gerekmesidir.

Kooperatifin piyasa başarısından bağımsız olarak üyeleri temel bir gelir elde edebilse, işçi kooperatifleri çok daha sağlam bir hale gelirdi. Bu aynı zamanda bankaların kredileri açısından daha az riskli olacakları anlamına gelir.

Bu nedenle, ironik bir şekilde, koşulsuz temel gelir kooperatifler için kredi bulma sorununun çözümüne yardımcı olacaktır. Ayrıca, eşitler arası işbirliğine dayalı üretime ve piyasa geliri üretmeyen diğer birçok üretken faaliyete katılımı muazzam artacaktır.

Evcilleştirmek ve Aşındırmak

Peki, yirmi birinci yüzyılda nasıl antikapitalist olunur?

Kapitalizmi parçalama hayalinden vazgeçerek. Kapitalizm parçalanamaz, özellikle de onu parçaladıktan sonra gerçekten özgürleştirici bir gelecek inşa etmek istiyorsanız… Sistemden uzaklaşarak ve para ekonomisi ve piyasayla ilişkinizi en aza indirerek kişisel olarak kapitalizmden kaçabilirsiniz, ancak bu çoğu insan için, özellikle de çocukları olan insanlar için cazip bir seçenek değildir. Bu yöntemin daha geniş bir sosyal kurtuluş sürecini ilerletme potansiyeli kesinlikle çok düşüktür.

Başkalarının hayatlarını umursuyorsanız, o veya bu şekilde kapitalist yapılar ve kurumlarla mücadele etmeniz gerekir. Kapitalizmi evcilleştirmek ve aşındırmak uygulanabilir yegâne seçenekler. Hem kapitalizmi kamusal politikalar yoluyla evcilleştirmeye yönelik siyasi hareketlere hem de özgürleştirici ekonomik faaliyet biçimlerini yaygınlaştırarak kapitalizmi aşındıran sosyoekonomik projelere katılmanız gerekir.

Sadece kapitalizmin zararlarını etkisiz hale getiren değil, aynı zamanda kapitalizmin egemenliğini yıpratma potansiyeline sahip gerçek ütopyaların yaratılmasını destekleyen ilerici ve enerjik bir sosyal demokrasiyi yeniden yaratmalıyız.


*Öne çıkan görsel, Erik Olin Wright’ın How to Be an Anticapitalist in the 21st Century kitabının kapağından kesittir.

[1] (ç.n.) “Turn on, tune in, drop out” – 1960’lar Amerika’sında hippi hareketinin kullandığı, “saykodelik” tecrübelere dair bir slogan.

[2] (ç.n.) ABD’de bulunan, modern teknolojiden büyük ölçüde uzak duran ve kendini toplumun genelinden soyutlayan küçük bir Hristiyan cemaat.

[3] (ç.n.) “Peer-to-peer networks”: Bilgisayar üzerinden yapılan ortaklaşa üretim biçimlerine yönelik kullanılan, zamanla (kişilerin belli mal ve hizmetleri dönüşümlü ve ortaklaşa kullanması anlamına gelen) paylaşım ekonomisi ile eş anlam kazanan bir kavram. 

[4] (ç.n.) Amerikan tarihinde 1870-1900 arasını kapsayan hızlı sanayileşmenin yaşandığı dönem.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir