Jodi Dean – Bize Yoldaş Gerek

Jodi Dean’ın Jacobin’de yayınlanan We Need Comrades yazısını, bize yoldaşlık hukukunu ve yoldaş olmanın hala neden önemli bir yerde durduğunu hatırlattığı için çevirmeyi uygun gördük. İlginize sunuyoruz. 

Çeviren: EMRE KOVANKAYA

JODI DEAN

Şu bireysel “kendine önem ver” söylemi uzun süredir ortak hedefler için birlikte mücadele etme hissiyatının yerine geçiyor. Yoldaşlık birbirimize karşı taşıdığımız sorumluluktan kaynaklanır ve bizi tek başınayken olabileceğimizden çok daha iyi ve güçlü kılar.

Bizlere sürekli olarak sorunlarımızı hayal gücüyle, büyük fikirlerle ve yaratıcılıkla aşabileceğimiz söyleniyor. Öyle görünüyor ki yeni yaratıcı fikirler sadece iklim krizini çözmekle kalmayacak, aşırı eşitsizliği de bitirecek, hatta ırkçı nefretin bile üstesinden gelecek. Garip bir şekilde bu “büyük düşün” ve “hayal et” söylemlerinin cazibesi teknoloji devlerinden sosyalist aktivistlere, ana akım politikacılardan, “lüks komünizmi” savunanlara kadar herkesi bir araya getiriyor. 

Bu aleni ittifak, kapitalizm, sınırlar, göç ve kaynaklara dair temel çatışmaların gerçekte ne kadar şiddetli olduğunu görmemizi engelliyor. Tüm sorunlarımızı derhal çözebilecek denli büyük, yaratıcı ve hayal gücüne dayalı bir fikir olabileceği fantezisi görünmez hale gelen ayrışmanın üstünü örtüyor.

Hayal gücüne yönelik cazibenin kökeninde bu yanılsama var. Gerçekteyse içinde yaşadığımız toplumun ve dünyamızın geleceğinde etkili çok temel çatışmalarla karşı karşıya kalırız. Toplumsal değişim sancısız olmaz. Ayrışma gerçeğini kabul etmeli, kimin tarafında olduğumuzu bilmeli ve o tarafı güçlendirmek için mücadele etmeliyiz. Herkesi ikna etmemiz de gerekmiyor. Daha ziyade mücadele yürütüp kazanmaya yetecek kadar kişiyi ikna etmemiz kâfi.

Onlar için mücadele edecek kadrolar olmadığı takdirde büyük fikirler hiçbir işe yaramazlar. Ancak özellikle İngiltere ve ABD’de günümüz solu güçlü, kendini adamış ve örgütlü savaşçılar yetiştirip destekleme konusunda başarısız oldu. Ortak bir hedefe yönelik kolektif çalışma disiplini, yerini bireyci bir konfor ve kendini gözetme söylemine bıraktı.

Bu söylem ve önerdiği pratikler gerçek bir soruna karşılık geliyor, politik örgütlerin eksiklikleri, üyelerinin ve destekçilerinin ihtiyaçları için anlamlı bir yerde duruyor. Böylesi örgütlerin yokluğunda bazı solcular için sosyal medya bir çıkış yolu oluyor. Ancak mevcuttaki durmak bilmeyen şiddet göz önüne alındığında, solcu olmak için sosyal medyaya bağlanmak da baya mazoşistçe bir hareket olabilir.  

Bizi en çok hor görenlerse bizim tarafımızda olmasını beklediklerimiz. Anlık meseleler çerçevesinde bir araya gelen gruplar eylem veya etkinlik düzenlemek için buluştuklarında da aynısı oluyor. Kapitalizmdeki dar kafalılığın zararlarına ve saldırılarına alışık olduğumuzdan daha çabuk inciniyoruz ve güven ilişkisi kurmamız zaman alıyor. İnsanın kendini düşünmeye yönelmesi bu semptoma işaret ediyor, ancak politik kabiliyetsizliğimizin sebebi bu değil. Bu kendine yönelim hali bizim esas mahrum olduğumuz şeyi, dayanışma temelli siyasal ilişkiyi ıskalıyor.

Sosyalist ve komünist örgütlenmelerin geçmişinde bu ilişkiyi cisimleştiren bir figür var; yoldaş. Bir hitap biçimi, bir aidiyet figürü ve çeşitli beklentilerle yüklü yoldaş ifadesi siyasal bir mücadelede aynı tarafta olanlar arasındaki ilişkiyi tanımlıyor.

Yoldaş, bireysel kanaat anlamındaki bir siyasallığın ötesine geçerek ortak bir politik kapasitenin inşası için gerekli dayanışma beklentilerini ifade ediyor. Yoldaşlarımızın beklentileri dolayısıyla başka suretlerle kaçırabileceğimiz toplantılara katılıyor, normalde uzak durma ihtimalimiz olan siyasal faaliyetler yürütüyor ve birbirimize karşı olan sorumluluklarımız doğrultusunda bir hayat yaşıyoruz. Adanmış bir mücadelenin ve pratikle öğrenmenin keyfini tecrübe ediyoruz. Tek başına yüzleşmek zorunda kaldığımızda bizi devirebilecek korkuların bu şekilde üstesinden geliyoruz. Yoldaşlarımız bizleri yalnız halimizle olup olabileceğimizden daha iyi ve daha güçlü kılıyor.

Irkçı Nefret Yargılanıyor

ABD Komünist Partisi’nden bir örneği ele alalım. 1931 yılında Harlem’de kitlesel bir yargılama gösterisi gerçekleşti. Parti Finlandiyalı bir işçi olan August Yokinen’i ırkçı önyargılara sahip olmak, beyaz üstünlüğünü savunmak ve işçi sınıfı için zararlı görüşler öne sürmekle suçluyordu. Bölgedeki en büyük salonlardan biri olan Harlem Casino’da gerçekleştirilen Parti yargılamasına yaklaşık 1500 siyah ve beyaz işçi katılmıştı. Davayı mahkemeye Daily Worker gazetesinin beyaz editörü Clarence Hathaway sundu. Parti’deki en saygın siyah konuşmacılardan birisi olan Richard B. Moore ise Yokinen’in savunmasını üstlenmişti. Kararı ise yedi siyah ve yedi beyaz 14 işçiden oluşan jüri veriyordu.

Yokinen, Harlem Finlandiyalı İşçiler Kulübü’nde düzenlenen bir balonun kapısında bilet kesen üç beyaz parti üyesinden birisiydi. Balo için gelen birkaç siyah işçinin içeri girmeleri çok zor olmuştu. Kapıya geldiklerinde öyle bir düşmanlıkla karşılanmışlardı ki hemen ayrılmak zorunda kalmışlardı. Parti’nin beyaz üyelerinden hiç biri onları karşılamamış veya savunmamıştı.

Parti soruşturması esnasında Yokinen’in yoldaşları hatalarını kabul ettiler. Ancak Yokinen siyah işçilerin havuza gideceklerini sandığını ve siyah insanlarla aynı suya girmek istemediğini söyleyerek kapıdaki davranışını gerekçelendirmeye çalıştı.  

Parti duruşması esnasında Yokinen suçunu kabul etti ve bu durumu düzeltmek amacıyla siyahların kurtuluş mücadelesi için somut çaba sarf etmeye söz verdi. Bu durumda jürinin karar vermesi gereken konu şuydu, Yokinen ırkçılığı ve “beyaz şovenizmi” dolayısıyla partiden ihraç mı edilmeliydi, yoksa gözetim altına mı alınmalıydı? 

Hathaway kovuşturma için sunduğu iddialarda Yokinen’in Komünist Partinin eşitlikçi beklentilerini karşılamamasının ötesinde, bu hatası yüzünden linççiler ve toprak sahipleriyle aynı tarafa geçtiğini vurguluyordu. Beyaz ırkın üstünlüğüne dair en ufak bir ifade dahi sınıf dayanışmasının altını oymuş ve burjuvaziyi güçlendirmiş oluyordu. Yokinen Parti’nin ırksal eşitliğe olan bağlılığının gereğini yerine getirmeyerek siyah işçilere Parti’den veya herhangi bir beyazdan ihanet dışında bir şey beklememek gerektiğine dair iyi bir sebep vermiş oluyordu.

Hathaway jüriye siyahlara eşit haklar verilmesi için sürdürülen mücadelenin proletarya mücadelesinin vazgeçilmez bir parçası olması dolayısıyla Komünist Parti’nin beyaz şovenizmin bütün izlerini etkin bir şekilde silmeye yeminli olduğunu göstermesi gerektiğini hatırlatır. Bunun için Yokinen’in ihraç edilmesi gerekmektedir. Ama Hathaway, Yokinen’e bir geri dönüş imkânı da tanımaktadır. Eğer Yokinen siyahların gazetesi Liberator’un dağıtımına katılıp gazeteye Finlandiyalı İşçiler Kulübü davası konusunda bir rapor sunarsa beyaz ırkçılığına karşı etkin bir mücadele vermiş sayılacak ve partiye yeniden kabul edilmek için başvuruda bulunabilecektir. 

Moore’un savunması ise odağı asıl düşmana, kapitalist sınıfa çevirmiştir. Irkçı nefretin zehrini yayanlar sendikalarla oportünist sosyalistlerin desteğini alan toprak sahipleri ve burjuvaziydi. Moore, Yokinen’in sorumlu tutulamayacağını söylemiyordu, ancak bu konuda kimse masum değildi. Kapitalist emperyalizm her unsuruyla sapkın beyaz üstünlük ideolojisini yayıyordu.     

Moore eleştirisini Komünist Partiye yöneltmiş, partinin ırkçı nefretle mücadele için gerekli eğitim çalışmalarını yerine getirip getirmediğini sorguluyordu. Parti işçi hareketi için linççilikle mücadelenin önemini anlatan programlar geliştirebilmiş miydi? Önyargıların kökünden yok edilebilmesi için ciddi bir çaba sarf etmiş miydi? Moore cevabının olumsuz olduğunu ifade ediyordu. Parti de Yokinen’in suç ortağıydı. Dolayısıyla Moore’a göre tercih edilmesi gereken ihraçtan ziyade özeleştiriydi. Özeleştiri Parti’nin hedeflerine bağlılığını kanıtlamasını sağlayabilirdi. Moore’a göre bunun başka bir getirisi ise Yokinen’in mücadelede kalmasını sağlamasıydı, her işçinin düzeni alaşağı etmeye çabalaması gerektiği düşünüldüğünde bu oldukça önemli bir noktaydı.   

Moore sözlerini toparlarken jüriye Komünist Parti’den ihraç edilmenin ciddiyetini hatırlatıyordu. “Komünist Enternasyonel’den ihraç edileceğime kapitalist linççilerin kafamı kesmesini yeğlerim” demişti. Partiden ayrılmanın, yani yoldaşlardan kopmak ve yoldaşlık ilişkisinden yoksun kalmanın ölümden daha kötü bir kader olduğunu ima ediyordu. Bir işçinin kendi hareketi nezdinde bir yabancı, bizzat kapitalistler kadar hatta onlardan daha kötü bir insan haline geldiği bir tür toplumsal ölümdü bu. 

Moore, Yokinen’in cezalandırılması gerektiğini düşünüyordu, ancak daha önemli olan sefaleti, önyargıları, şiddeti ve linç kültürünü yayan kapitalizmin cezalandırılmasıydı. Parti yoldaşı gözetmeli ve onu eğitmeli, kendini kanıtlayabilmesi için ona bir şans tanımalıydı. Parti aynı zamanda beyaz şovenizmine ve sınıfın bütünlüğünü tehdit eden diğer her şeye karşı acımasız bir mücadele içinde olmalıydı. 

Parti Yokinen’i suçlu buldu, bu şaşırtıcı değildi çünkü Yokinen zaten suçunu itiraf etmişti. Partiden ihraç edilmesine karar verilmişti ancak altı ay mı yoksa on iki ay mı süreceğine dair bir tartışma vardı. Savcılık makamının Yokinen’in hatalarını telafi etmesi için yaptığı öneriler kabul görmüştü; Liberator gazetesinin satışını yapacak ve beyaz şovenizmine karşı savaşacaktı. Dolayısıyla ihraç edildiğinde dahi yoldaş olarak kalmaya devam etti. Dava Yokinen’in sınıf mücadelesinde beyaz ve siyah işçilerin birliğini inşa etmeye odaklanan rolünü kabul eden bir kararla sonuçlandı. Parti ilişkileri kesmedi, geri dönüş imkanı sağlandı. 

Davanın ardından Yokinen devlet tarafından tutuklanarak sınır dışı edilmek üzere gözaltına alındı. Komintern destekli International Labor Defense (ILD) sınır dışı edilmesi sürecinde onu savundu.

Aynı Safta

Yokinen davasında günümüz sosyalistlerinin kolaylıkla yeniden öğrenebilecekleri bazı dersler var, yoldaşlıkla ilgili dersler. Bu ders paketlerinden ilki aynı safta olmaya dair. Savcılık ve savunma makamlarının ilke ve amaçları ortak; işçi sınıfının birliği, beyaz üstünlüğü fikrinin tasfiyesi, gündelik hayat pratiklerinde ırksal eşitliğin gerekliliği ve proleter devrim. Bu ortak ilkeler sayesinde beyaz üstünlüğü ve linç kanununu neşreden ortak düşmanı, yani kapitalistler ve toprak sahiplerini ayırt edip adını koymuşlardır. Kimi zaman hataya düşseler de bu ortak ilkeleri kabul edenler yoldaştır. Yoldaş olmaları mücadele için değerli oldukları anlamına gelir. Sadece bazı şeyleri öğrenmeleri, eğitilmeleri gerekir. Devrim yoluna ne kadar nefer katılabilirse, o kadar iyi. 

İlk dersi takip eden ikinci ders ise kolektif özeleştirinin önemidir. Yoldaşlarımızdan birisi bir hata yaptığı takdirde bunun sorumluluğu hepimize aittir. Bu hatayı engellemek için ne yapabilirdik, nasıl bir yönerge veya rehberlik sağlayabilirdik? Kapitalizmin ırkçı ideolojisiyle mütemadiyen çepeçevre sarılmış durumdayız. Ona karşı mücadelede birbirimizi desteklememiz gerekiyor. Beyaz üstünlüğünü destekleyici eylemleri ve dahası bunu üreten sistemi mahkum etmeliyiz. 

Nihayet üçüncü ders ise geri dönüş yolunu açık tutmak. Mark Fisher’ın “vampirler şatosu” olarak adlandırdığı zehirli kimlikçiliğin ve Amerika’daki sosyal medya solcuları arasında yaygınlaşan öldürücü “linç” kültürünün aksine Yokinen davasında Komünist Parti birliği amaçlamıştır. Bu birliği gevşetici değil inşa edici pratikleri gözetmiştir. Partiden ihraç edilen birisi dahi tamamen mahkûm edilmemektedir. Dahası bu kişi emperyalist devletin saldırgan gücüyle karşı karşıya kaldığında savunmasını en başta Parti üstlenmiştir. Yokinen halen komünistlerle aynı saftadır. Hala bir yoldaştır. Parti’nin beyaz üstünlüğüne karşı mücadele edip işçi sınıfı birliğini inşa etmesi için yapması gerekenlere dair verdiği kararı kabullenmiştir. Mesele ahlakçılık (yani bir “özür” gereksinimi) veya bu davranışa dair bireyci bir yargılama değildir. Mesele devrimci mücadelenin gereğini yerine getirmektir.

Disiplin

Günümüzde solun bir kısmı için disiplinin kötü bir şöhreti var. Bu kesimler disiplini bireysel özgürlüğe karşı bir tehdit olarak görmenin ötesinde her türden yoğun politik bağlılığa şüpheyle yaklaşıyor. Yoldaşlık disiplinini kolektif kapasitenin inşası için alınmış bir karardan ziyade salt bir kısıtlama olarak görüp, siyasal mücadelenin gerçekliği yerine politikanın bireysel olduğu fantezisini ikame ediyorlar. Bu ikame hem katılan kişi hem de katılınan Parti açısından yoldaşlığın bir tercih olduğunu görmezden geliyor. Disiplinin özgürleştirici niteliği de görmezden geliniyor. Çünkü yoldaşlarımız olduğunda tek başımıza her şey olmak, her şeyi bilmek ve yapmak zorunluluğumuz yoktur; aksine her birimizin omuz vermesi gereken çizgisi, programı, görev ve hedefleri olan daha geniş bir kolektif vardır. İnançla yapılan işten kaynaklanan pratik iyimserlik sayesinde olgunluk diye pazarlanan sinizmden de azade oluruz. Disiplin bize hata yapma, öğrenme ve gelişme özgürlüğü verir. Hata yaptığımızda (ki hepimiz bir gün hata yaparız) bizi tutup şöyle bir silkeleyecek ve doğruya yöneltecek yoldaşlarımız olacaktır. Bu süreçte bir başımıza kalmamış oluruz.

Angajmansız, örgütsüz solcular çoğunlukla güya “sıradan halkın” muzaffer bir geleceğin başını çeken yeni yaşam biçimlerini kendiliğinden yaratacağı yanılsamasıyla büyülenmişlerdir. Bu yanılsama neoliberalizmin kırk yıldır halkın üstüne yıktığı yoksunluk ve acizlikleri gözden kaçırır. Diyelim ki kemer sıkma, borçlar, kurumsal altyapıların çöküşü ve sermaye kaçışı kendiliğinden eşitlikçi yaşam biçimlerinin ortaya çıkmasını mümkün kılıyor; öyleyse neden büyük ekonomik eşitsizlikler, ırksallaştırılan şiddet, beklenen yaşam süresinin düşüşü, yavaş ölüm, içilmez durumdaki su, zehirlenmiş toprak, militarize edilmiş polislik faaliyetleri ve gözetleme ile şimdilerde kentlerde çokça yaygın olan metruk mahallelerle karşı karşıyayız?

Kaynakların tükenmesine insan kaynağının tükenmesi de dâhildir. Çoğu zaman insanlar bir şeyler yapmak isteyip ne yapacaklarını ya da nasıl yapacaklarını bilemezler. Sendikasız işyerlerinde izole olmuş, esnek çalışma saatlerine sahip işlerde fazla görev yüklenmiş, arkadaşlarına ve ailelerine bakmakla meşgul halde olabilirler. Disiplinli bir örgütlenme yani özgürlükçü, eşitlikçi bir gelecek için müşterek mücadeleye omuz veren yoldaşların disiplini bu noktada yardımcı olabilir. Bazen ne yapılması gerektiğini kendi kendimize bulmak için fazla yorgun ve meşgul olup bu sebeple birinin bize bunu söylemesini ister ve ihtiyaç duyarız. Bazen bir yoldaş olarak bize bir görev verildiğinde küçük çabalarımızın daha büyük, hatta belki de zulüm karşısında halkın kadim kavgasında dünya tarihi bakımından önem taşıyan bir anlam ve amaca sahip olduğunu hissederiz. Bazen de sırf ilkelerimizi, mutluluklarımızı ve yenilgilerden öğrenme azmimizi paylaşan yoldaşlara sahip olduğumuzu bilmek daha önceden mümkün olmadıkları yerlerde siyasal çalışmaların yolunu açar. 


* Öne çıkan görsel: Georgi Yordanov Bozhilov/The Strike of the Plovdiv Tobacco-Workers

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir