Cem Somel, Bir İşçi Partisinin Ekonomi Programı Nasıl Olmalı? – 5
Cem Somel’le gerçekleştirdiğimiz “Bir İşçi Partisinin Ekonomi Programı Nasıl Olmalı?” atölyesinin birinci, ikinci ve üçüncü ve dördüncü oturumlarının notlarını paylaşmıştık. Şimdi de beşinci ve son oturumun notlarını ilginize sunuyoruz ve burada noktalıyoruz. Cem Somel’e bu güzel atölye için tekrar teşekkür ederiz.
Bu oturumda eşit olmayan ekolojik mübadele üzerinde duracağım. İktisadi büyümeyi hedeflememek fikrimin gerekçelerini daha iyi anlatmak için bir fırsat bu. Üç kavram üzerinden anlatacağım: Ekolojik denge, ekolojik ayak izi ve eşit olmayan ekolojik mübadele.
1. Ekolojik denge
Ekolojik denge bir yörede, bir coğrafyada, bir fiziksel ortamda yaşayan bütün canlıların oluşturduğu bir sistem olarak düşünülüyor.
Fiziksel ortam deyince örneğin zeminin kayalık mı yumuşak toprak mı olduğu; yüzey şekilleri mesela ovalık mı dağlık mı olduğu, iklimin kurak mı yağışlı mı olduğu sayılabilir. Göl suyunun yapısı mesela tuzlu olup olmadığı da fiziksel ortamın bir unsuru. Bir mera, bir otlak, bir yayla birer ekolojik sistem oluyor. Bir orman da bir ekolojik sistem oluşturuyor. Çöller de birer ekolojik sistemdir. Çöllerde de canlılar var. Göller, denizler, … her biri birer ekolojik sistem oluşturuyor.
Her ekolojik sistem içerisinde bir beslenme hiyerarşisi var. Bitkiler güneş enerjisini bünyesinde toplar, küçük hayvanlar bu bitkileri yer, büyük hayvanlar küçükleri yer, böylece güneş enerjisi türden türe aktarılır.
Her ekolojik sistemin bir dengesi oluyor. İnsan müdahale etmezse veya başka bir afet olmazsa bir sistemde çeşitli canlı türlerinin nüfusları arasında belirli oranlar oluyor. Yani bir ormanda bir ağaçların dibinde biten otların miktarı ile orada yaşayan otobur hayvanların nüfusu ve onları yiyen etobur hayvanların nüfusu arasında bir denge oluyor.
Ekolojik sistemin dengesine küçük müdahaleler sistemi yıkmaz; sistem eski dengesine döner. Ama bir ekolojik sisteme büyük bir müdahale olduğunda sistem kendini onaramaz; denge kalıcı değişir. Örneğin bir ormanda çok ağaç kesilirse orada artık ağaç bitmeyebilir.
Bundan 250 yıl önce insan nüfusu ile tabiat kaynakları arasındaki ilişkiyi inceleyen yazarlar çıktı. Ama ekolojik dengelerin tahribatı konusuna kafa yormaya 1970’li ve 80’li yıllarda başladı. Ekolojik sistemlerin maruz kaldığı tehlikeler 1970 ve 80’lerde fark edildi.
Bazı bilim insanları bu tahribatın kalıcı etkilerine dikkat etmek gerektiğine dikkat çekti. 1970-80’lerde bu sorun konusunda iki görüş öne sürüldü.
Birinci görüşü savunanlar der ki toplumlar ilerledikçe, modernleştikçe, refahı arttıkça çevre korumayı daha çok önemsiyor. Çevre koruma hassasiyeti aslında bir lüks mal gibi. İnsanların maddi ihtiyacı karşılandıkça çevrelerini korumayı daha çok önemsemeye başlıyor. Bu görüşün dayanağı şu: Görünürde zengin ülkelerde çevre koruma hassasiyeti fakir ülkelerden daha yüksek. Fakir ülkelerde, az gelişmiş ülkelerde ise toplumlar çevre koruma konusunda daha az hassas… Mesela deniyor ki zengin Avrupa ülkelerinde ormanları koruyorlar, ormanları tahrip etmiyorlar. Buna mukabil az gelişmiş ülkelerde ormanlar çok daha yüksek oranda tahrip ediliyor, az gelişmiş ülke toplumları ormanları korumuyor. Akarsulara sanayi atığı atmak. Az gelişmiş ülkelerde bunun daha çok yapıldığı söyleniyor. Veyahut havaya duman salma. Gelişmiş ülkelerde fabrikaların bacalarına filtre takılırken az gelişmiş ülkelerde bunun önemsenmediği iddia ediliyor. İşte bu fark, toplumlar arasında çevre koruma hassasiyet farkına hamlediliyor. Bu görüş iyimser. Az gelişmiş ülkelerde refah arttıkça, bunların ekonomisi büyüdükçe bunlarda da çevre duyarlığı artarak çevre koruma mevzuatlarını geliştirecekler. Bu görüşte olan insanlara göre çevre tahribatının çözümü, büyüme ve kalkınma.
Az gelişmiş ülkeler gelişmiş ülkelerle ne kadar çok ticaret yaparsa bu onları geliştirir, iktisadi büyüme sağlar. Ticaret artarsa az gelişmiş ülkelere çevre koruyan ürünler, baca filtreleri vs. daha çok aktarılır. Zengin ülkelerin şirketleri az gelişmiş ülkelere yatırım yaparsa, fabrikalarını az gelişmiş ülkelere taşırsa az gelişmiş ülke toplumları bu fabrikaları örnek alarak çevreyi koruyan teknolojileri öğrenir. Bu görüşü savunanlara ekolojik modernleşmeci deniliyor. Bunlara çevreci iktisatçı diyenler de var. Birçok akademisyen, sosyal bilimci, gazeteci 1970’lerde bu görüşü ortaya attı. Hâlen bu görüşü savunanlar var.
Fakat bazı kimselerin aklı buna yatmadı. Gelişmiş ülkelerde az gelişmiş ülkelere kıyasla çok daha fazla maddi tüketim yapılıyor, fakat çevre tahribatı daha az. Öte yandan ortalama tüketimin az olduğu az gelişmiş ülkelerde daha fazla çevre felaketi gerçekleşiyor. Nasıl oluyor? Bu gözlemden hareketle, yukardaki görüşe katılmayanlar birtakım kavramlar ve ölçme yöntemleri geliştirdiler. Bu kavramlar ve ölçümler sayesinde gelişmişler ile az gelişmişler arasında çok ilginç bir ilişki ortaya çıkardılar. Bu bağlamda öne çıkan kavram ekolojik ayak izi oldu.
2. Ekolojik ayak izi
Ekolojik ayak izi, belirli bir tüketim seviyesi için gerekli tabiat kaynaklarının azaltılmadan kullanılabilmesi için gerekli kara ve deniz yüzölçümüdür. Bir ülkede bir kişinin ortalamada bir yılda tükettiklerini inceleyerek (1) bu tüketimin gerektirdiği gıdaları ve sınai ham maddeleri üretmek için kalıcı tahribat yapmadan kullanılabilecek tarla alanını; (2) bu tüketimin gerektirdiği hayvan ürünleri için gerekli, kendini yenileyebilecek mera alanını; (3) bu tüketimin gerektirdiği kereste ve kağıt ürünlerini, orman alanını azaltmadan sağlamak için gerekli orman alanını; (4) bu tüketimdeki deniz ürünlerini sağlarken deniz ürün stoklarının azalmayacağı deniz yüzölçümünü, (5) kişinin barınma ve yaşama sahası için gerekli alanı ve (6) kişinin tüketimi sonucu atmosfere salınan karbon dioksit gazını soğuracak orman alanını toplayarak o tüketim seviyesinin ekolojik ayak izi hektar olarak saptanmaktadır.
Kendini yenilemek ile ne kastediliyor? İki örnek vereyim.
Diyelim bir toplumda bir kişi yılda dört hektar tarlada üretilen tahıl yiyor. O tarlalarda toprağın verimini korumak için dört yılda bir nadasa bırakmak gerekiyor diyelim. Bu durumda o kişinin tahıl tüketimi, onun ekolojik ayak izine beş hektar olarak dâhil ediliyor.
İkinci örnek. Bir kişi bir yılda kâğıt ve ağaç ürünleri şeklinde bir hektar ormanda kesilen ağaç tüketiyor. Diyelim ki ormanda kereste hacim artış oranı yüzde 5. O kişinin orman ürünleri tüketimi onun ekolojik ayak izine yirmi hektar olarak ekleniyor. Zira bu kişinin herhangi bir ormanda kalıcı tahribat yapmadan, ağaç stokunu azaltmadan bir hektarlık ağaç tüketebilmesi için onun emrine yirmi hektarlık orman amade olmalı.
Ekolojik ayak iziyle bağlantılı ikinci kavram biyolojik kapasite.
Biyolojik kapasitede, bir ülkede ekolojik sistemleri tahrip etmeden canlılardan alınabilecek tüm kaynaklar ve sistemin bozulmadan soğurabileceği (katı, sıvı ve gaz) atık miktarı hesaplanıyor. Yani bir coğrafya alıyoruz ve bu coğrafyanın ne kadar verebileceğini ve ne kadar atık soğurabileceğini hesaplıyoruz. Kişi başına biyolojik kapasiteyi bulmak için nüfusa bölüyoruz. Örneğin büyük ölçüde çölden oluşan bir ülkenin toplam biyolojik kapasitesi Akdeniz iklimli ovalık bir ülkeninkinden daha az olur.
Dolayısıyla bir tarafta ayak izi var (ekolojik sistemleri koruyacak şekilde bir tüketim seviyesinin gerektirdiği alan), diğer yanda biyolojik kapasite (bir alanın sürdürülebilir olarak sunduğu kaynaklar).
İkinci görüşte olanlar bu iki ölçümü karşılaştırıyor; ülkelerin ekolojik ayak izini biyolojik kapasitesi ile karşılaştırıyor. Bir harita ortaya çıkıyor. Gösteriyorum.
Haritada pembe ve kırmızı ülkelerde ekolojik ayak izi biyolojik kapasitesini biraz veya çok aşıyor. Haritada açık ve koyu mavi ülkelerde biyolojik kapasitesi ekolojik ayak izini biraz veya çok aşıyor. Türkiye ekolojik ayak izi, biyolojik kapasitesini aşan ülkelerden biri. Zengin ülkelerde ekolojik ayak izi, biyolojik kapasitelerini daha da büyük ölçüde aşıyor.
Bir ülkenin ekolojik ayak izi, biyolojik kapasitesini aşıyorsa iki şeyden biri veya ikisi birden olmaktadır.
Ya o toplum tüketimini ekolojik sistemlerini tahrip ederek yapmaktadır. Tarlalarının bereketini azaltmakta, balık stoklarını yoğaltmakta, ormanlarını yok etmektedir.
Ya da o toplumun tüketimi başka ülkelerdeki ekolojik sistemleri tahrip etmektedir. Yani o toplumun yüksek ayak izini taşıyan biyolojik kapasite başka ülkelerdedir. Başka ülkedeki kapasite nasıl bunun ayak izini taşıyor? İhracatla. Örneğin ABD nüfusunun balık tüketimi için Kore’den balık ithal etmekle Kore’nin biyolojik kapasitesinden yararlanıyor. Almanya ağaç ürünleri sanayisi için Endonezya’dan kereste ithal ettiğinde o ülkenin biyolojik kapasitesinden istifade ediyor.
Demek ekolojik ayak izi biyolojik kapasitesini aşan bir toplum mal ithalatıyla, yaptığı tüketimin yol açtığı çevre tahribatını başka ülkelerde gerçekleştirebiliyor.
Dolayısıyla ülkeler arasında mal ticaretinde eşit olmayan bir “ekolojik mübadele” var.
3. Eşit olmayan ekolojik mübadele
Eşit olmayan ekolojik mübadele, iki ülke arasında ticarette değişilen malların üretimindeki ekolojik tahribatın eşit olmaması. İhraç ve ithal edilen malların üretimine içkin olan tahribattaki eşitsizlik.
Böylece zengin bir toplum, tüketimi için ekolojik sistemleri tahrip ederek üretilen malları dışarıdan ithal ederek kendi sınırları içindeki ekolojik sistemleri koruyabilir, yaptığı tüketimin kalıcı hasarını başka toplumlara bırakır.
Buradan birinci görüşte olanların yanılgısı ortaya çıkıyor. Zengin toplumların ülkelerinde çevre koruma uygulamaları bunların yüksek bir ekoloji koruma hassasiyeti gibi görünüyor. Ama kendi yurtlarında çevreyi korurken başka ülkelerde çevreyi tahrip ediyor, tüketiyorlar. Bu yanlış intibaya Hollanda yanılgısı deniyor. Hollanda her tarafı kartpostal gibi güzel bir ülke. Oysaki bu manzaranın gerisinde farklı bir gerçek var.
Eşit olmayan ekolojik mübadele kavramının ortaya atılmasıyla, “eşit olmayan mübadele” kavramları çoğalmış oldu. Zira 20. yüzyılda bağımlılık okulu kapitalist dünya sisteminde merkez ülkeleriyle çevre ülkeleri arasındaki ticarette merkez ülkelerinin yararına, çevre ülkelerinin zararına işleyen eşit olmayan bir mübadele olduğunu söylüyordu. Ancak bunu ölçmek zordu. Zira malların “gerçek” değerinin objektif bir ölçüsü yok. Ancak dünyada ticaretin merkez ülkelerinde servet birikmesine, çevre ülkelerinde ise fakirleşmeye sebep olduğuna bakarak karine ile bu mübadelede bir tek taraflı kaynak transferi olduğunu öne sürmekteydiler.
Eşit olmayan ekolojik mübadele ölçümü de ticaretin başka bir zararlı etkisini somut bir şekilde ortaya koymuş oldu.
İşçi partisi için önerdiğim, ithalat üzerinde kontrol ve stratejik ihracat ile dış ticareti dengeleme politikası önerisinin temelinde bu eşit olmayan mübadele sorunları var.
Liberal iktisatçılar gelişmekte olan ülkelerde doğrudan yabancı yatırımların bunların sanayileşmesine, kalkınmasına yaradığını iddia eder. Ancak gelişmiş ülke şirketlerini gelişmekte olan ülkelerde yatırım yapmaya sevk eden başlıca iki etken var: Biri ücretlerin dolayısıyla işgücü maliyetlerinin düşüklüğü, ikincisi kendi ülkelerindekinden daha düşük, daha az çevre koruma maliyetleri. Gelişmekte olan ülkeler yabancı yatırım cezbetmek için birbiriyle yarışıyor; bu yarışta devletin ülkede yatırım yapan yabancı şirketlerin çevreyi tahrip etmesine göz yumması sık görülen bir hâl. Nitekim ülkemizde faaliyetleri çevrecileri ayaklandıran maden şirketlerinin bir kısmı yabancı sermayeli.
Görülüyor ki sürdürülebilir büyüme kavramı bir aldatmacadan ibaret. Sürdürülebilir büyüme diye bir şey yok. Ekolojik dengeleri koruyarak dünyada tüketimi, geliri arttırmak mümkün değil. Gelişmiş ülkelerdeki tüketime tamah etmek akılcı bir hedef değil.
Bir grafik daha var ki söylediğimi gayet sarih gösteriyor.
Grafikte şunu görüyoruz. Bugün dünyadaki tüm insanlar ABD’deki kişi başına düşen tüketim kadar yani ortalama Amerikalı kadar tüketim yapacak olsa, gerekli olan kaynakları temin etmek için bir değil beş (5) dünyaya ihtiyacımız olur. Yani bu dünyamızın biyolojik kapasitesinin beş katına ihtiyaç olur.
Soru cevaplar
Soru: Türkiye’nin haritada mavi olması gerekirdi ama bu hale getirilmiş demek.
Somel: Türkiye dünya sistemi kuramcılarına göre bir yarı çevre ülkesi. Türkiye muhtemelen gelişmiş ülkelerle, ABD ve AB ile ticaret ilişkisinde ekolojik mübadelede zarara uğrayan bir ülke, ama muhtemelen Afrika gibi daha fakir ülkelerle ticaretinde ekolojik mübadelede istifade eden bir ülkedir. Tabii, yaptığımız sürdürülemez tüketimle kendi yurdumuzdaki ekolojik dengeleri de tahrip ettiğimizi unutmamak lazım.
Soru: Bir yerde esnaf varsa servet bir yerde temerküz etmiyor demektir. Örneğin TOKİ inşaatlarının altında bakkal yeri bırakılmadı. Sizce bir işçi partisinin esnaf programı nasıl olmalı?
Somel: Esnafı büyük sermaye gruplarına karşı korumak lazım. Adil dayanışmacı bir toplum öngörüyorsak küçük esnafı korumak gerek kanısındayım.
Soru: Eskiden bakkallar vardı, marketler bakkalları yedi. Sonra ulusal ölçekteki online perakendeciler bu zincir marketleri tırpanlamaya başladı. Amazon da uluslararası zincir. Maliyeti çok az olduğu için çok kârlı. Gitgide küçük esnaf yok oluyor. Devlet eliyle esnafı güçlendirip bu yıkımı belki azaltırız, ama büyük şirketlerin karşısında yürütülen politikaların ne kadar devamlılığı olabilir ben pek emin değilim.
Somel: Buna pek yorum yapamayacağım, çünkü üzerine kafa yormuşluğum yok. Korkarım Covid salgını sermayenin temerküz sürecini hızlandırdı.
Sermaye demek tahakküm demek, siyasi iktidara, toplumsal hâkimiyet demek. Büyük sermaye gruplarının bulunduğu bir ülkede demokrasi olamaz. Bunun için ticarette, alışverişte kolaylık, verim gibi mefhumları terazinin bir kefesine koyarken, diğer kefeye büyük şirketlerin ekonomiye hâkimiyetini koymak gerekiyor. Küçük esnafı ayakta tutmak belki çok gerçekçi bir proje olmayabilir. Onun yerine yerel kooperatifler olabilir ya da belediyelerin perakende sektörüne el atması olabilir. Üreticiden tüketiciye aracı olmadan satış sistemleri olabilir.
Soru: Hocam sizin savunduğunuz bir işçi partisi Paris Anlaşmasını onaylamalı mı? Gelişmekte olan ülkelerin de suçu yok mu?
Somel: Doğru. Örneğin Brezilya, Çin gibi devletler Paris Anlaşması gibi bütün ülkeleri karbondioksit salımını kısıtlamaya davet eden anlaşmalara itiraz ediyorlar. Diyorlar ki “biz henüz gelişmekte olan ülkeyiz, dolayısıyla karbondioksit salımımızda bize karşı müsamahakâr olunmalı, kalkınmamızı etkileyecek bu anlaşmaları dayatmamalı.” Benim görüşümü soruyorsanız o da Türkiye’de insanların refahını öncelikle bölüşümü düzelterek artırmak gerektiği kanaatindeyim.
Saldığımız karbon dioksit bu ülkenin semalarında kalmıyor, dünyaya yayılıyor. Dolayısıyla artık benim atmosferim senin atmosferin çerçevesinde tartışılacak bir konu değil bu. Ekolojik konuları tartışırken dünya nüfusunu düşünmek gerektiği kanısındayım ve bu etik seçim alanına giriyor. Herkes bu görüşte olmayabilir.
Dünyada çevresel sorunlara kafa yoranlar, yerkürede insanlığın bekasına kafa yoranlar bizi insanın hayatını anlamlandıran tek şeyin maddi tüketim olup olmadığını sorup düşünmeye davet ediyor.
Dunya çocuklarinin yuzde 3’u Amerikada ve Dunya oyuncaklarinin yuzde 40’ini kullaniyorlar. Kapitalizmi tek cumlede anlatmiyor mu?