Cem Somel, Bir İşçi Partisinin Ekonomi Programı Nasıl Olmalı? – 3
Cem Somel’le gerçekleştirdiğimiz “Bir İşçi Partisinin Ekonomi Programı Nasıl Olmalı?” atölyesinin birinci ve ikinci oturumlarının notlarını paylaşmıştık. Şimdi de üçüncü oturumunun notlarını ilginize sunuyoruz. Dördüncü ve beşinci oturum notlarını da ilerleyen haftalarında yayınlayacağız.
OTURUM 3: VERGİ ADALETSİZLİĞİNİ GİDERMEK VE İŞÇİLERİN HAK ARAMA GÜCÜNÜ ARTTIRMAK İÇİN YAPILMASI GEREKENLER
1. Vergi Adaletsizliği
Bu oturumda yurt içinde sosyal adaletsizliği gidermek ve işçi sınıfı üzerindeki baskıyı azaltmak yolunda alınacak bazı tedbirleri ele alacağız. Bunlar iktidara gelen bir işçi partisinin ilk etapta atması gereken adımlar olacak.
En kolay toplanan vergiler gümrük vergileridir. Her verginin toplanması aynı ölçüde kolay değildir. Matrahı (vergi tutarını saptamak için vergi oranının çarpıldığı değeri) bilmek gerekir, bunun için de matrahların kayıtlı olması gerekir.
Gümrük vergilerine kıyasla dolaylı vergileri toplamak daha zordur. Dolaylı vergiler, mal ve hizmet alım-satımında toplanan vergilerdir. Bu vergileri toplayabilmek için alım-satım işlemlerinin kaydedilmesi, vatandaşların bu işlemlerin kaydına rıza göstermesi gerekir.
Toplanması en zor olan vergiler gelirden ve servetten toplanan doğrudan vergilerdir. Gelirlerin kaydedilmesini ve devletin bunları izleyebilmesini gerektirir. Servetlerin de kayıtlı olması ve devletçe izlenmesi gerekir.
Doğrudan vergiler dolaylı vergilerden daha adildir çünkü ödenen vergi gelir ve servetle orantılıdır. Dolaylı vergiler ise her mal ve hizmet satın alma işleminde aynı tutar ödendiği için zengin de fakir de aynı miktarda vergi öder.
Muhtemelen vergilerde adaleti artırma anlayışı çerçevesinde 1950’lerden 1982’ye kadar Türkiye’de toplam vergi gelirleri içinde doğrudan vergilerin payı yükselerek %64’e vardı. Ödeme gücüyle daha orantılı bir vergi yükü oluştu. Ama 1980 darbesinden sonra egemen sınıf liberal iktisat politikalarına yönelince bu eğilim tersine döndü. Bu durum son yıllarda değişmedi, bugün de doğrudan vergilerin payı grafikte görülen düşük seviyelerde.
Liberal iktisatçılar vergilerin ağırlığını dolaylı vergilere kaydırma politikasını dolaylı vergilerin daha adil olduğunu iddia ederek savunur. “Zengin de fakir de örneğin milli savunma hizmetinden aynı ölçüde yararlanıyor, niçin bu gibi kamu hizmetlerine zengin fakirden daha çok katkı yapsın” gibi muhakemelerle halkı yanıltmaya çalışırlar.
Bir işçi partisinin bir vergi reformu tasarlaması gerekir. Kapsam, oranlar, muafiyetler vs.’nin üzerine çalışmak gerekir.
2. İşçilerin Hak Arama Gücünü Arttırmak
2.1. Sendikalar
Sendikaların bürokratikleşmesini ve sendikalarda görev yapan işçilerin bürokratlaşarak o işten başka bir iş yapamaz hâle gelmesi gibi bir mesele var. Bu sorun ne ölçüde yasal mevzuatla ilgilidir bilemiyorum. Geçmişte bu konulardan anlayan birisinden şunu duymuştum: Sendikaların harcama yetkilerinde çok merkezî olduğundan ve şubelerin elini kolunu bağladığından şikâyet etmişti. Bu ayrıntıları incelemek için, örneğin konunun uzmanı avukat Murat Özveri ile bir işçi partisinin programında sosyal politika ne olmalı başlıklı bir atölye düzenlenmesini öneririm.
Türkiye’de sendikalaşma oranı çok düşük. Bunu arttırmak lazım. Sendikaların işverenle güçlü bir şekilde pazarlık yapabilmesi için bu şart. Fakat sermayedarlar işçilerin sendikalaşmaması için çeşitli önlemler ve uygulamalar geliştiriyor. Taşeron sistemi bunun belli başlı örneği. Merkez ülkelerinde de çevre ülkelerinde de standart bir uygulama oldu. Taşeron sistemi aslında geçici işçi ihtiyaçları için kurulmuş bir sistem iken, daimi istihdam mekanizması hâline geldi. Fena halde de suiistimal ediliyor. İşçilerin kıdem tazminat hakları birikmesin diye taşeron şirketin 12 ayda bir kapanıp açılması gibi uygulamalar var. Zaten fikir olarak da yanlış. Bir işçinin bir yerde çalışmak için bir aracıya komisyon vermesi kadar akıl dışı bir şey olamaz. Buna son vermek gerekiyor. Taşeron sistemi pratikte nasıl tasfiye edilir, düşünmek lazım.
Taşeron şirket işçileri yer yer kadro talebiyle mücadele yürütüyor. Niçin bu arkadaşlar taşeron sistemine cepheden karşı gelmiyorlar? Taşeron sistemi Allah’ın emri değil, atalardan yadigar da değil. Bunu kaldırma önerisini bir işçi partisi ortaya atsa, muhtemelen Türkiye’de çok sayıda kişinin ilgisini çeker. Pratik yönlerini de incelemek lazım elbette. Alt işverenlerin kapanıp bir anda çok sayıda insanın işsiz kalması gibi bir sonuç yaratmasını önlemek gerek. Çünkü asıl işverenler kapanan taşeron şirket işçilerini sözleşmeyle işe almayabilir. Bu geçişi planlamak gerekir, ama nihayetinde tasfiyeyi hedeflemek şart.
2.2. Kamu Sektörü
Kamu harcamalarının artmasını getirecek birtakım önerilerde bulunacağım. Ama önce hem toplumun menfaati hem de sosyal adalet açısından kamu kesiminde israfı asgariye düşürmenin önemini vurgulamak istiyorum. Egemen sınıf sadece özel tüketim harcamaları ile ekmeğine kaymak sürmüyor, gereksiz kamu harcamalarından da yararlanıyor, refahını artırıyor. Bürokratların makam arabaları, lüks çalışma mekanları, gösterişli törenler… Bütün bunlar ciddi bir yekûn tutuyor. Bu masrafın moral ve ahlak bozucu bir yanı da var. Bunlardan kısarak asıl gerekli kamu harcamalarına kaynak yaratılabilir.
Eğitim ve sağlık hizmetlerinde yurttaşlar arasında eşitliği hedeflemek gerekir. Salgın döneminde sağlıkta eşitsizlik daha da göze batıyor. Özel hastaneler covid hastaları alacak dendi, sonra almadı, çünkü devlet özel hastanelerin istediği tutarları ödemedi. Sağlıkta eşitlik ilke olmalı. Sağlık sektörü tümüyle kamulaştırılmalı, ilaç firmaları dahil. Sağlık hizmetlerinden kâr geliri kazanmak mübah değil.
Eğitim keza. Bir ülkede para ödeyene daha kaliteli eğitim hizmeti sunuluyorsa o ülkede eğitim sınıf farklarının devamını sağlayan bir mekanizma demektir. Özel eğitim kapitalist toplumda yukarı doğru sosyal hareketliliği azaltan bir şeydir. Emekçi çocuklarının kalabalık sınıflarda daha az ve kalitesiz eğitim malzemesi ile okuması adaletsizdir. Eğitim kamu kurumlarında yapılmalıdır.
1960’lı yıllarda tek tük özel yüksek okullar kuruldu. Robert Kolej Yüksek Okulu, Yükseliş Yüksek Okulu vs. O zamanlar bunlar herkesin gözüne batıyordu. 1960’ların ikinci yarısında öğrenci nümayişlerinde öğrencilerin özel yüksek okulları protesto etmek için “Süleyman Süleyman, özel Harbiye ne zaman?” diye bağırdığını hatırlıyorum. Bu sloganda biraz da orduyu tahrik etme amacı vardı.
Bu konuda liberaller şöyle diyebiliyor: “Kamu hastaneleri ve okulları dar gelirlilere hizmet versin, yüksek gelirliler de yararlandıkları eğitim ve sağlık hizmetlerinin bedelini ödesin, böylesi daha adildir.” Ancak bu iddiayı irdelediğimiz zaman şunu görüyoruz: Özel sağlık kuruluşları kamu sağlık kuruluşları ile aynı kitleden eleman çekiyor. Eğitimde de aynısı geçerli. Yüksek gelir grubunun yararlandığı paralı yüksek kaliteli hizmetler, kamu hizmetlerinde kaliteyi düşürüyor. Birindeki sayıyı arttırsanız ötekindeki azalır, bundan kaçış yok. O yüzden bu iddiaya kulak asmamak ve eşitliği temel ilke olarak kabul etmek gerekir. Böyle olunca yüksek gelirliler kamu gelirleriyle sübvansiyonlanıyormuş gibi görünebilir, öyle bir yönü var gerçekten. Ama bence işin bu yönü, sağlıkta ve eğitimde eşitlik ilkesini göz ardı etmeyi engelleyecek kadar kritik değil.
2.3. İşsizlik
İşgücü piyasasında işçilerin işverenlerle pazarlık gücü, haklarını alma ve iyileştirme gücü üzerine konuşuyoruz. Bu mesele dolaşıyor, işsizlik oranında düğümleniyor. Taşeronlaşma da sendikasızlaşma da işsizlikle yakın ilişkili. İşsizlik oranını azaltmak sendikaların güçlenmesi için şart. Parti programındaki hedef tam istihdam olmalı.
Tam istihdam bir siyasi hedef olarak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gelişmiş ülkelerde yaygınlaştı. Gelişmiş ülkelerde sağcı ve solcu partilerin ortak talebiydi. 2. Dünya Savaşı sonrası özel bir dönemdi. Büyük orduların terhis edildiği ve savaş yıllarında işçilere ve topluma vaat edilen refah yönünde toplumdan güçlü bir talebin yükseldiği yıllardı.
Tam istihdam dediğimizde işsizlik oranının yüzde 2-3 civarında olmasını kastediyoruz. Bir işten ayrılıp başka bir iş arayanlar ve iş piyasasına yeni girenler sebebiyle bu düzeyde bir işsizlik her zaman olur.
Kapitalist ekonomide işsizlik oranı para ve maliye politikaları ile düşürülebilir. Kapitalist ekonomide istihdamı arttırmak için üretimi arttırmak gerekir. Bu da tüketim ve yatırım harcamalarını arttırmaktan geçer. Kamu harcamalarını artırarak özel tüketim ve yatırım harcamaları artırılabilir. Bu maliye politikasıdır. Diğer yöntem para politikasıdır. Merkez Bankası faiz oranlarını düşürürse, bankaların kredilerini artırmasına izin verirse, borçlanma maliyeti düşer, borçlanmak kolaylaşır. Böylece özel yatırımlar artar, işsizlik azalır.
Kapitalist çerçevede işsizliği azaltmanın yolu budur. 1945’ten 1980’lere kadar gelişmiş ülkelerde iktidarlar maliye ve para politikalarıyla işsizlik oranını düşük tutmağa çalıştı. 1980’den sonra da her kriz olduğunda para politikalarıyla işsizliği azaltmaya çalıştılar. Ama bence işçi partisi programında bu tip politikalar öncelikli olmamalı. Zira bu politikalar işçi partisinin sakınması gereken sürekli iktisadi büyüme hedefi gütmesini gerektirir. İlk oturumda vurguladığımız gibi sürekli büyüme mümkün değildir. İktisadi büyümenin, gayrisafi yurt içi hasılayı devamlı artırmanın ağır ekolojik, çevresel maliyeti var. Büyümenin refah açısından da ekoloji açısından da makbul bir hedef olmadığında anlaşıyor isek, işsizliği düşük tutmak için bu politikalar temel araç olmamalı.
Peki o zaman işsizliği azaltma aracımız ne olmalı? İşsizliği azaltmak için kamu kesiminde istihdama dönmemiz gerekiyor. Kamu derken kastım, kâr amaçlı olmayan her türlü üretim birimi, yani kooperatifler, belediye şirketleri, il özel idareleri, merkezî KİT’ler, vs. İşsizliği azaltmak için bu kurumların ekonomideki ve istihdamdaki payını arttırmamız gerekiyor.
Özel sektörün tek bir hedefi vardır: kârın gelirini en çoklaştırmak. Onun için de üretim maliyetlerini mümkün mertebe düşürmeğe çalışırlar. Kamuda ise kooperatifler, belediyeler vs. bütçe ile yönetilir. Asıl hedefleri mal ve hizmet üretim hedeflerinin gerçekleşmesidir. Üretim maliyetini düşürmeyi onlar da gözetirler ama esas amaçları bu değildir. Esas amaç hizmetin veya malın üretilmesidir.
Kamu ile istihdamı arttırmak deyince memur zihniyeti, israf, tembellik, salla başını al maaşını sorunları geliyor akla. Bu da bizi kamu hizmeti kültürü meselesine getirir. Toplumun kamu hizmetine bakışını değiştirmek gerekiyor. Kültürel mirasımızdan ilham alabiliriz. Hz. Ömer’in örnek gösterilen davranışını, kamu mesai saati bitince devletin mumunu söndürüp kendi mumunu yakması gibi örnekleri hatırlamak ve hatırlatmak gibi. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı anlayışını hatırlamamız gerekiyor. Bu mirası kullanılarak kamuya, yani herkese – kamu herkestir çünkü – hizmet etmenin ulu bir görev olduğu, manevi tatmin sağladığı, ahlaki bir davranış olduğunu telkin etmek gerekiyor. Tabii ki günümüzün bireyci ve bencil kültüründe bu söylediklerimi gerçekleştirmek kolay değil.
Son olarak Cemal Bilgin’in geçen oturumlarda sorduğu şu soruya değinmek istiyorum: Biz bunları milliyetçi ve muhafazakar işçilere nasıl anlatacağız? Kimlik siyaseti üzerine kafa yormak ve burjuva partilerin uyguladığı kimlik siyasetini teşhir etmek gerekiyor. Bu yönde siyasi telkin malzemesi üretmek gerekiyor. Kimliklere dayalı bir siyasi sistemiz var. Dört büyük partimizde bir kimlik karakteri var. Bunu aşmanın yolu kimlik kavramını somut örnekleriyle anlatmaktır. İşçilerin işçi olmakla (mezhebi, milliyeti, cinsiyeti ne olursa olsun) kaderlerinin ortak olduğunu, kardeş olduklarını telkin eden bir kültürel program geliştirmek gerekir. Yani bu iş kimlik siyasetine karşı çıkmakla olur. Cemal Başkan, İşçilerin Sesi programında solcuların milliyetçi-muhafazakâr işçileri dışladığını söyledi. Doğrudur. 1990’lı yıllarda hayret içinde şunu gördüm: bir sosyalist parti düzenlediği bir ankette komünist kimliği hakkında ne düşünüyorsunuz diye soruyordu. O parti bile komünistliği kimlik olarak görüyordu, sanki bir mezhepmiş gibi.
3. Soru Cevaplar
Soru: Vergiler dolayısıyla gerçekleşecek olan sermaye kaçışları nasıl engellenebilir?
Somel: Ülkeler arası sermaye hareketlerini kısıtlayarak. İkinci oturumda konuştuk. Türkiye’de yerleşiklerin yurtdışında 52 milyar dolarlık doğrudan yatırımı var. Bu bir sorun. Bazı iktisatçılar buna sermaye firarı, sermaye kaçırılması diyor. Az gelişmiş ülkelerin ciddi bir problemi bu. Ancak önlenebilir.
Soru: Peki İskandinav demokrasileri bu sorunu nasıl çözüyor?
Somel: Firmaların sermayelerini ülkeden ülkeye aktarabilmeleri ve sanayi üretim siparişlerini bir ülkedeki tedarikçilerden başkasına kaydırabilmeleri işçilere karşı bir şantaj olarak kullanılıyor. Ama sadece işçilere değil, vergi politikalarını etkilemek için devletlere karşı da şantajda kullanılıyor. Yani işçiler ücrette ve çalışma koşullarında tavize zorlandığı gibi, devletler de firmaların taşınması korkusundan istediği vergi politikasını uygulayamıyor. Bildiğim kadarıyla İskandinav devletleri benim önerdiğim şekilde özel sektörün döviz transferlerini kısmayı düşünmüyor, buna ihtiyaçları yok. Türkiye’nin şartları başka. Biz sermayenin serbestçe girip çıkmasına kademe kademe alıştırıldık. Eskiden bir sermayedarın yurt dışında servet biriktirmesi ayıplanırdı. Çok olmadı, 1990’ların başlarında Çiller’in yurt dışındaki mal varlığı mesele edilmişti. Fakat bugün kimse bunları yadırgamıyor.
Soru: Bugün Türkiye’de iktisadi açıdan solda yer alan büyük bir parti yok gibi. Sosyal demokrat ve sol bir ekonomik programı dillendiren bir parti pek göremiyoruz. Tam istihdam veya uluslararası para akışının denetimi konuları hiç mesele edilmiyor. Şaşırmalı mıyız? Bir de acaba Ecevit’in programı böyle miydi? Ya da en azından söylem bazında böyle bir şey var mıydı?
Somel: Türkiye’de sosyal demokrat bir parti neden yok? Bunun iki sebebi var: Emekçiler ve sermaye arasındaki güç dengesi ve Türkiye’nin dünya sistemi içerisindeki yeri. Günümüzde liberal görüşlülerin ve egemen sınıfların para gücü sayesinde ideolojik hâkimiyeti var. Ecevit’e gelecek olursak, onun 1970’lerdeki çizgisini o tarihte dünyadaki güçler dengesiyle anlamak gerek. Türkiye’de sınıf mücadelesinin etkisi önemliydi. Ecevit’i ortanın soluna çeken Türkiye İşçi Partisi’nin baskısı, örneğin 15-16 Haziran’ı yapan sendikaların etkisiydi. Dünyada ise 1970’ler Che Guevera’nın Yaser Arafat’ın Birleşmiş Milletler kürsüsünden dünyaya seslenebildiği yıllardı. Ancak 1980’lerde başka bir rüzgar esmeye başladı. Kemal Derviş’i Dünya Bankası’ndan ülkeye davet eden de yıllar sonrasının Ecevit’iydi. Bugün de ülkemizde farklı bir rüzgar estirmek üzere mücadele edebiliriz.
Soru: Sağlıkta ve eğitimde komple (ve işsizlikle mücadele için) kamulaştırma, önemli bir araç. Ancak sizin de bahsettiğiniz gibi kamu sektörüne güvenebilmemiz için kültürel bir dönüşüm de şart gözüküyor. Kültürel değişim ve ekonomi politik değişimi nasıl birlikte düşüneceğiz? Hangisi öncelikli olacak? Bu ikisini nasıl bir arada götüreceğiz?
Somel: İkisi birlikte yürüyecek. Sıralaması yok bence. Şu anki şartlarda dahi görevini yapan basın yayın kuruluşları yolsuzlukları ifşa etmiyor mu? Bir mücadele zaten var aslında. Burada bir partinin yolsuzlukla, israfla mücadeleyi daha sistematik hale getirmesini öneriyoruz. Daha odaklı bir kültürel mücadeleyi iktisadi dönüşümle birlikte götürmek lazım. Dünyada kamu işletmeciliğinin başarılı olduğu çok örnek var. Güney Kore’de etkin çalışan kamu işletmeleri var. İtalya’da da çok başarılı kamu girişimciliği tecrübesi var. Fransa’da da. Çin’in şimdiki atılımında devlet firmaları çok büyük rol oynuyor. Dolayısıyla kamu ekonomisine büyük görevler biçerken tereddüt edecek bir şey yok, örnekleri var. Mümkün olduğunu biliyoruz. Ülkemizde de bu mümkün.
Soru: İşçiler arasındaki rekabeti azaltmak için uluslararası ticaretin sınırlandırılması gereğinden bahsetmiştiniz. Malumunuz ölçek ekonomisi diye bir kavram var. Ölçek arttıkça verimlilik artıyor. Diyelim ki Türkiye’yi dışarıdan soyutladığımızda, buradaki ekonominin ölçeğini küçültmüş oluyoruz. Bu bir verimlilik düşüşüne yol açabilir gibi gözüküyor. Buna katılır mısınız? Evetse bununla nasıl başa çıkılabilir?
Somel: Evet. Mikro iktisatta uzun dönem ortalama maliyet diye bir kavram var. İşletme ve üretim ölçeği ile birim üretim maliyetini karşılaştırıyor. Üretim düşük ölçekte olunca birim maliyet yüksek oluyor. Her sektörde birim üretim maliyetinin en düşük seviyeye indiği bir üretim ölçeği olur. Doğrudur, birim üretim maliyetinin en düşük seviyeye indiği ölçek bazen o ülkedeki talebin üzerinde olabiliyor. Öyle bir sektörde bir tesis sadece o ülkedeki talebe göre üretim yaparsa birim üretim maliyeti en düşük seviyeye getiremiyor. Birim üretim maliyetini en düşük seviyeye getirmek için o firmanın bir miktar ihracat yapması gerekir. Ancak bu birim maliyetin en az olduğu ölçek, sektörüne göre değişir. Türkiye küçük bir ülke değil. Türkiye için sınırlandırmaların vahim olacağını sanmıyorum. Mesela Ermenistan gibi küçük nüfuslu bir ülke olsaydık bu atölyede önerdiğim pek çok şeyi öneremezdim. Kaldı ki işçi sınıfını ihracat rekabetinin olumsuz etkisinden korumak için bazı sektörlerde üretim maliyetinin olabilecek en düşük seviyeye düşürülememesi bence sineye çekilebilir.
Soru: Kriz olunca fedakarlığı işçiler yapsın isteniyor. Fakat ekonomi yükselişe geçince bu büyümeden işçiler pay alamıyor. Acı faturayı bize keserek acaba yukardakiler işçilerin iktidara gelmemesine dönük sistematik bir program mı uyguluyor?
Somel: Emekçilerin refahının artması, bir partinin iktidarda olmasından ziyade, işçilerin örgütlü olmasıyla gerçekleşebilir ancak. Az önce de konuştuğumuz gibi Ecevit’in solculuğunun en önemli büyük sebeplerinden biri Türkiye İşçi Partisi idi. TİP 1965’te meclise 15-20 vekil sokabilmişti. Bunların etkisiyle CHP sola kaymak zorunda kaldı. İşçilerin ve köylülerin örgütlenmesi ve mücadele etmesi iktidarda kim olursa olsun onun politikalarını biraz etkiler. Bu toplumsal mücadele, örgütlü mücadele programı olan bir partinin liderliğinde olursa tabii ki etkisi daha büyük olur.
Soru: Günümüzde o kadar hızlı bir değişim var ki. Acaba klasik partilerin etkisi çözülürken, platform tipi sivil toplum arayışları mı etkin hale gelecek?
Somel: Yasamayı ve yürütmeyi kullanmadan toplumsal sorunlar çözülemez. Yasama ve yürütmeyi kullanmadan, sırf sosyal hareketlerle, sivil toplum örgütleriyle saydığımız değişikliklerin hiçbiri gerçekleştirilemez. Ancak bunlar siyasi partilerin etrafında kümelenerek siyasi değişikliğe yardımcı olabilir. Bu sebeple siyasi parti işçilerin refahını artırmak için hayati önemdedir.