Cem Somel, Bir İşçi Partisinin Ekonomi Programı Nasıl Olmalı? – 2

Cem Somel hocamızla gerçekleştirdiğimiz “Bir İşçi Partisinin Ekonomi Programı Nasıl Olmalı?” atölyesinin birinci oturumunun notlarını paylaşmıştık. İkinci oturum notlarını da şimdi ilginize sunuyoruz. Devamı gelecek.

OTURUM 2: ÜLKELER ARASINDAKİ DÖVİZ HAREKETLERİNİN İŞÇİ REFAHI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

1. Giriş

Türkiye’de şu an bir döviz krizi yaşanıyor. Doların Türk lirası fiyatı artıyor. Bu durum bütün ekonomiyi etkiliyor. Bu kadar dışa açılmış bir ekonomide döviz kuru önemli bir değişken. Doların hızlı artışı bir kriz teşkil eder, çünkü dolar cinsinden borcu olan firmaların borç yükü artar, bilançoları bozulur. İthal malların da fiyatları artınca genel refahı olumsuz etkiler.

Döviz krizi işçinin hayatını, istihdamda belirsizliğinin artması ve satın aldığı mal ve hizmetlerin fiyatının artması ile etkiler. Bir işçi partisinin programında, iktidarda döviz krizlerine mahal vermeyecek politikalar öngörülmeli.

2. Kur neden ve nasıl artar?

Kur neden artıyor? Kontrolsüz sermaye hareketleri yüzünden. Sermaye hareketlerinden kastımız ülkeler arası döviz hareketleri. Döviz dediğimiz de dolar ve euro gibi dış ticarette kullanılan paralar. Döviz krizi niye ortaya çıkıyor? Bunu canlandırmak için iki olay tasvir edeceğim. Bu iki senaryo da Türkiye’de ve birçok ülkede olağan şartlarda sürekli görülen uygulamalar. Bunları izlerken kontrolsüz ithalat sebebiyle, ihracat gelirlerinin ithalata yetmediğini akılda tutalım.

Birinci senaryo:

Türkiye’de bir A bankası düşünelim. A bankası Avrupa’da ya da Amerika’da başka bir bankadan 100 dolar kredi aldı diyelim. İki yıl vadeli. Krediyi neden alır? Dışarıda kredi faiz oranlarının düşük olması sebebiyle olabilir. Yurt dışında faiz oranları Türkiye’den düşüktür. Bu yüzden A bankası açısından dışarıdan dolar cinsinden borçlanıp, bu parayı TL’ye çevirip, sonra burada daha yüksek faiz oranıyla kredi vermek, verdiği kredinin vadesi dolup ödenince A bankasının dışarıdaki bankaya borcunu ödemek kazançlı oluyor. Banka bu suretle faiz farkından kazanç sağlıyor.

A Bankası 100 doları aldı, Türkiye’de Merkez Bankası’nda TL’ye çevirdi, yani Merkez Bankası’na sattı. 100 dolar şimdi Merkez Bankası’nda. İthalatçının biri geliyor, ithalat yapmak maksadı ile Türkiye’de bir B bankasından 40 dolar döviz istiyor. B bankası da Merkez Bankası’ndan döviz talep ediyor. Merkez Bankası bu diğer bankaya 40 dolar satıyor. B bankası da 40 doları ithalatçıya satıyor. İthalatçı da 40 dolarlık ithalat yapıyor.

Sonra diyelim ki sermayedarın biri, servetinin bir kısmını dolar olarak tutmak istiyor. O da kendi bankasından, C bankasından 20 dolar satın almak istiyor. C bankası 20 doları Merkez Bankası’ndan satın alıp sermayedara satıyor. Şimdi Merkez Bankası’nın rezervinde A bankasının dışardan borçlanarak getirip ona sattığı 100 dolardan geriye 40 dolar kaldı.

İki yıl geçti. A bankası bu kredi alıp-verme işlemlerinden kâr etti, ama dışardan aldığı borcun vadesi geldi. A bankası Merkez Bankası’ndan 100 dolar satın almak istediğinde, kendi kredi aldığında getirdiği 100 dolar Merkez Bankası’nda mevcut değil. Çünkü getirdiği dövizin 40 doları ithalatta uçtu gitti. 20 dolarını biri satın aldı, bir yere koydu. Merkez Bankası’nda A bankasının sağladığı 100 dolardan 40 doları duruyor. Merkez Bankası A bankasının 100 dolar döviz talebini karşılayamazsa dövize talep baskısıyla kur artar.

Başka bankaların o esnada dışardan taze kediler alıp Merkez Bankası’nda bozdurması sayesinde Merkez Bankası’nda rezervindeki 60 dolar eksiği giderip A bankasına talep ettiği 100 doları satabilir. A bankası da dış kredi borcunu öder. Ancak A bankasının dış borcu, başka bankaların dışardan borçlanması sayesinde ödenmiştir. İthalatta kullanılan 40 dolar ve birisinin servetine kattığı 20 dolar Türkiye’nin dış borcu olarak durmaktadır. İthalatta harcanan ve servette biriktirilen dış borcun el değiştirmesi, dış borcun ödenmesi değildir.

Ülkede birinin dış borcu diğerinin dışardan borçlanmasıyla ödenebilir, vaziyet böyle idare edilebilir. Ama bankalar faiz farkından kazanmak için dışardan borçlanıp, ödünç dolarlar kısmen fazla ithalatta sarf edilip kısmen servetlere kondukça ülkenin dış borcu biriktikçe birikir.

İkinci senaryo:

Döviz krizine yol açan süreçlere ikinci örnek şöyle: ABD’de bir sigorta şirketinde Con isminde bir fon yöneticisi var. Şirkette birikmiş primleri nemalandırması lazım. Bakıyor Türkiye’de faiz oranları yüksek. Türkiye’deki Z bankasında hesap açtırıyor, 100 dolar gönderiyor ve Z bankasına sizdeki yatırım hesabıma falanca tahvillerden satın alın diye talimat veriyor. Z bankası, Con’un gönderdiği 100 doları Merkez Bankası’nda TL’ye çevirip tahvil satın alarak John’un yatırım hesabına koyuyor. Merkez Bankası’nın rezervine giren o 100 dolara ne oluyor? Yukarıda anlattığımız şekilde, kısmen ithalatta kullanılıyor, kısmen dolar biriktirmek isteyen yurttaşlara satılıyor, kalanı da Merkez Bankası’nda kalıyor. Gün geliyor (ki o gün çok hızlı gelebilir) Con Z bankasına talimat veriyor, hesabımdaki tahvilleri sat ve 100 doları faiziyle bana yolla diye. Z bankası Con’un tahvillerini satıyor. Dolarları gönderebilmesi için tahvil satışının bedeli olan TL’ler ile dolar satın alması lazım. Diyelim ki Merkez Bankası’nda Con’un önceden gönderdiği 100 dolardan geriye sadece 20 dolar kalmış. O sırada Merkez Bankası’na başkalarının dışardan borçlanması yoluyla taze dolarlar girmiyorsa, Z bankası Con’a borcunu ödeyemez. Yine kurun hızla arttığı bir buhran olur.
Başkalarının dışardan borçlanması ile taze dolarlar girmekte, ve giren dövizin bir kısmı ithalatta kullanılıp, bir kısmını yurttaşlar satın alıp yurtta veya yurt dışında biriktiriyorsa, ülkenin dışarıya borcu biriktikçe birikir. Mutlaka günün birinde bunu ödemek gerekecektir.

Döviz talebi ülkede döviz mevcudunu aştığı zaman kur artar. Kur artmağa başladığında bunu önlemek için devlet IMF’den borçlanıp ondan temin ettiği dövizi piyasaya vererek sıkıntıyı giderebilir. Fakat bunu yaptığında özel sektörün oluşturduğu dış borç, devletin dış borcu hâline gelir; yani bütün toplumun dış borcuna dönüşür. Peki devletin IMF’ye borcu nasıl ödenecektir?

Devletin döviz geliri yoktur. Devletin vergi ve diğer gelirleri Türk Lirası ile toplanır. IMF’ye borcunu ödemek için kamu harcamalarını, maaşları kısarak vergi gelirlerinden artırarak Türk parasıyla bir kaynak oluşturabilir, ama dövizi kimden satın alacaktır? Yine taze dış kredi sağlayan özel sektörden! Kısır döngü ortadadır.

Bir ülke birikmiş dış borcunu ödeyip dış dünyayla borç hesabını kapatacaksa ancak bir süre dış ticaret fazlası verip ondan kazandığı dövizle ödeyebilir. Geçmişte yapılmış fazla ithalatın bedeli, ihracat fazlası ile ödenir.

Bunun alternatifi, alacaklıları dış borçları kısmen iptal etmeğe ikna etmektir. Bu da istisnai şartlarda olabiliyor.

Yukarıdaki iki basit örnek senaryoda sorun, dış ticareti dengeleyememekten, kontrolsüz ithalattan ve dövizin servet biriktirmekte kullanılmasından kaynaklanmaktadır.

 

3. Türkiye’nin cari açığı

Aşağıdaki tabloda Ağustos ay sonu itibariyle Türkiye’nin uluslararası yatırım pozisyonunu görüyorsunuz. Dikkati önemli hesaplarda toplamak için bazı önemsiz hesapları göstermedim. Onun için varlık ve yüküm rakamları tek tek kalemlerin toplamını bir miktar aşmaktadır.

Yabancıların Türkiye’de sahip olduğu doğrudan yatırımların değeri 183 milyar dolar. Yabancıların Türkiye’de sahip olduğu hisse ve tahvillerin değeri 104 milyar dolar. Yabancıların Türkiye bankalarında sahip olduğu mevduatın değeri 71 milyar dolar. Yabancı bankaların Türkiye’ye verdiği kredi borcu 181 milyar dolar. Yani Ağustos sonunda yabancılara yükümümüz 592 milyar dolardı.

Öte yandan Türkiyeli sermayedarların yurt dışında doğrudan yatırımının değeri 52 milyar dolar, yurt dışında satın aldığı tahvilin-hisselerin değeri ise 1 milyar dolar. Türkiyelilerin yurtta ve yurt dışında bankalarda hesaplarda bulunan döviz mevduatın değeri 67 milyar dolar. Yerli bankaların yurt dışına açtığı kredi ise 6 milyar dolar.

Tablonun alttaki bölümüne, yabancıların Türkiye’deki doğrudan yatırımlarına, hisse-tahvillerine ve kredilerine geri dönelim. Dış yükümlerimiz içinde en istikrarlı kalem 183 milyar dolarlık doğrudan yatırımdır, ama bugünkü şartlarda yabancılar Türkiye’deki tesislerini elbette satıp 183 milyar doları azar azar götürebilir.

Buna karşılık yabancıların 71 milyarlık mevduatı ve 104 milyarlık tahvil ve hisse varlıkları çok kısa sürede tasfiye edilebilir; istikrarsızdır. Bu nedenle o hesaplardaki paraya ‘sıcak para’ denmektedir. Ağustos sonunda 175 milyar dolarlık sıcak para yükümlerimizi karşılayacak rezerv yoktu Merkez Bankası’nda: rezerv 84 milyar dolardı.

Maalesef Merkez Bankası rezervleri dışında Türkiyelilerin döviz varlıkları, yüküm karşılamakta kullanılabilir bir kaynak değildir. Döviz biriktiren yurttaşlar krizde dövizin değeri artarken dövizini satmaz.

Dış yükümümüz toplamı 592 milyar dolar. Türkiyelilerin döviz varlıklarının ve Merkez Bankası rezervinin toplam değeri 227 milyar dolar. Yükümler ile varlıklar arasındaki fark 365 milyar dolar. Bu fark kabaca yıllar boyu dış ticaret açıklarımızın birikmiş değeridir. İhracattan fazla ithalat yapmanın sonucudur.

 

4. Nasıl bir politika izlemeli?

Burada eleştirdiğimiz politika kontrolsüz borçlanma politikasıdır. İşçi partisinin serbestçe dışarıdan kredi alıp-verme, ülkeler arası tahvil-hisse alıp-satma serbestisine, yurt dışına mevduat yollama serbestisine, döviz alıp satma serbestisine karşı çıkması gerekir. Yani işçi partisi iktidara geldiğinde konvertibilite politikasını düzeltmesi gerekir.

Bir ülkede işsizlik %10’dan seviyesinde dolanırken yerlilerin yurt dışında 52 milyar dolarlık tesis sahibi olması kabul edilebilir mi? Bu dövizle yurtta yatırım yapamaz mı idiler? Bu çelişki, pek yerli ve millî olmayan bir politikanın eseridir.

O zaman dışarıdan borçlanmak külliyen hata mı? Hayır, kendi başına hata değil. Hata olan borçla temin edilen dövizin kontrolsüz kullanılması. Borçlanılmış dövizin, döviz kazandıracak yatırımlarda kullanılırsa makul olur. Borç alınan dövizi ilerde ödeyebilecek biçimde kullanmak gerekir. Elâlemin tasarruflarıyla har vurup harman savurmak, gereksiz tüketim malları, lüks inşaat malzemesi gibi ara malları ithal etmek akıl dışı bir politikadır.

Ama bizde mülk sahibi sınıflar bu konvertibilite çarkından memnun. Bankalar ülkeler arası transferlerden aldıkları komisyonlarla kâr ediyor. Dışarıda banka hesap açabilenler, tahvil-hisse alabilenler Türkiye’de servet vergisi ödemekten kurtuluyor ve servetlerini devalüasyona karşı korumuş oluyor. İşçilerin daha ucuza çalıştığı ülkelerde tesis kuran firmalar kâr gelirlerini artırıyor.

Bu nedenle bence işçi partisinin ekonomik programının dış iktisadi ilişkiler bölümünde dışardan borçlanmanın ve döviz hareketlerinin kontrol edileceği kaydedilmeli.

Konvertibilitenin kısıtlanmasına mülk sahipleri itiraz edecektir. Ama emekçiler de itiraz edebilir. Tasarruflarını 10 dolar, 20 dolar alarak biriktirmeye alışmış emekçiler var. Bu insanlara uygulanan konvertibilite politikasının sakıncalarını anlatmak ve bu serbestinin kaldırılması gerektiğini anlatabilmek lazım. Türkiye konvertibiliteyi son raddesine kadar uyguluyor. Oysaki bizim gelişmişlik seviyemizdeki birçok devlet konvertibiliteyi az-çok kısıtlamaktadır. Bunun da çok çeşitli yöntemleri var. Döviz işlemlerinden vergi almak, ülkeden ve ülkeye ticaretle alakası olmayan döviz transferlerini sınırlamak gibi. Maksat firmaların, bankaların, servet sahiplerinin eylemleriyle dışarıya yükümlerin kontrol dışında birikmesini önlemektir.

İşçi sınıfı partisinin programında ister istemez egemen sınıfların iktisadi özgürlüklerini kısıtlayan politikalar olacak. Döviz transfer serbestisi, döviz alıp satma özgürlüğü bugünkü salgın koşullarında maske takmama özgürlüğü gibi bir şey. Bu özgürlük bazı bireylerin çıkarına olabilir; ama toplumun zararına, ekonominin aleyhinedir. Döviz buhranlarına özellikle emekçiler mağdur olmaktadır.

Geçen hafta ve bu hafta konuştuklarımız bir ülkenin dünya ekonomisinden huruç etmesinin ilk adımlarıdır. Dünya sistemi bir tuzaklar yumağıdır. Bu tuzaklardan kurtulmamız gerekiyor. Emekçiler ancak o zaman kendi kaderini, geleceğini tayin edebilir. Ancak o zaman ülke içinde adil bir bölüşümü gerçekleştirmeye imkân veren bir ortam oluşur.

Bu dediğim politikaları savunan bir işçi partisinin bir seçimi kazanması elbette kolay değil. Bu tarz alışılmışın dışında politikaların hikmeti kriz zamanlarında anlaşılır. İşçi partisinin ekonomi programı da ancak böyle anlarda duyulacak ve rağbet görecektir.

Soru ve Cevaplar

Soru: Yunanistan’ın yaşadığı kriz bugün konuştuğumuz döviz krizinin bir örneği idi değil mi?

Somel: Yunanistan dış ticaret açığı veriyordu. Açığı nasıl kapatıyordu? Zengin Kuzey Avrupa ülkelerinde bankaların Yunanistan devlet tahvilleri satın alması sayesinde kapatıyordu. Yani Kuzey Avrupa ülkeleri, Almanya, Hollanda ve saire Yunanistan’la yaptıkları ticarette fazla verdiklerinden Euro kazanıyorlar; bunların bankaları o Eurolarla Yunanistan devlet tahvilleri satın alarak yani Yunan devletine borç vererek geri yolluyordu. Böylece Yunanistan (bizim gibi) devamlı dış ticaret açığı vererek borç biriktiriyordu.

Derken 2010’da Yunanistan’da devletin bütçe rakamlarını çarpıttığı ortaya çıktı. O sırada hükümet değişmişti; yeni hükümet eski hükümeti suçlayarak gerçek bütçe rakamlarını açıkladı. Elinde Yunan devlet tahvili bulunduran Kuzey Avrupalı fon yöneticileri (bankalar vs.) bunu duyunca tahvilleri satmağa, tasarruflarını çekmeğe girişti. Yunan hükümeti müşkül duruma düştü. Yunan devlet tahvil fiyatları düştü, Yunan devletinin ve Yunanlıların dışardan yeniden borçlanabileceği faiz oranları anormal yükseldi. Devlet, borçlarını döndürmek için borçlanamadığından iflasın eşiğine geldi. İflas etmemek için yardım istedi. Kuzey Avrupa devletleri de yardım karşılığında Yunanistan devletine bir sürü şart koştular: memurlarını azalt, maaşlarını düşür, emekli maaşlarını düşür, kamu harcamalarını azalt, kamu yatırımlarını durdur vs. Hatta Yunan devleti Euro temin etmek için bazı adalarını satışa bile çıkardı. İşsizlik arttı. İlkokul çocukları okula aç gitti. İnsani bir felâket oldu. Avrupa Birliği’nin merkezî yönetimi Yunanistan ekonomisinin yönetimine müdahale etmeğe başladı. Yunan devleti egemenliğinden tavizler vermek zorunda kaldı.

Yunanistan’ın bir sorunu ulusal parası olmaması. Ülkede Euro kullanılıyor. Kendi parası olmadığı için devalüasyon da yapamıyor. Ben Yunanlılar Euro bölgesinden çıkarlar diye bekledim. Tekrar Drahmiye geçebilirlerdi. Yapmadılar. Egemenleri AB’den çıkmak istemiyor çünkü. Syriza’dan ümitlendik, ama Yunanistan’ı kurtaramadı.

Soru: Dış ticaret açığının sebebi üretim zaafiyetimiz değil mi aynı zamanda?

Somel: Dış ticaret açığımız ne ölçüde Türkiye’nin üretim zaafından kaynaklanıyor, ne ölçüde Türkiye toplumunun ithal malı tüketme zaafından kaynaklanıyor? Sorunuzu böyle de sorabiliriz. İthal mal merakı kültürel bir sorun. Örneğin Japonlar ve Güney Koreliler bir malın yerlisi varsa ithal edileni satın almıyor. Güney Kore’de 1997’de döviz krizi oldu, benzinciler yabancı araba süren Korelilerin arabalarına benzin vermemiş.

Dış ticaret açığı sorununa üretim eksikliği olarak bakarsak, bu açık teker teker patronların mı zaafı, devletin mi kabahati, bu da tartışılabilir. Üretim kapasitesi fiziksel yatırımla artırılır. Hızlı kalkınan Doğu Asya ülkelerinde, örneğin Çin’de devlet üretim kapasitesini artıran yatırımlarda önemli bir rol oynuyor. O bölge ekonomileri serbest piyasalarda girişimcilerin başına buyruk kararlarıyla kalkınmıyor. Türkiye ekonomisini yönetenlerin kılavuzu ABD’de yazılan liberal görüşlü kitaplar. Ekonomide bütün önemli kararların bireysel girişimcilerin inisiyatifine bırakıldığı bir iktisat anlayışı bu. Oysa ki 200 yıllık iktisat tarihi şunu gösteriyor ki atılım yapan ülkelerde devlet çok hayati bir rol oynamış.

Soru: Çin işçileri de felaket koşullarda çalışıyor ama.

Somel: Doğru. Onun için de ben zaten parti programı için büyüme hedefini önermiyorum. İşçi sınıfının refahını artırmayı, bölüşümü değiştirmeye ağırlık vererek düşünmeliyiz. Onun için de ithalatın-ihracatın yurt içi bölüşüme etkisini asgariye indirmek gerek.

Önünde sonunda dış ticaret yapacağız. En azından enerji ithal etmemiz gerekiyor, bu yüzden de ihracat yapmağa mecburuz. Dış ticaret gerçek ihtiyaçlar için, gerektiği kadar yapılmalı. Emekçiler olarak kendi kaderimize hâkim olabilmemiz için kendi üretimimizle yetinmeye yönelmemiz gerekir. Kendine yeterlik demek, mecbur olmadığımız mallarda ithalat yapmamak demektir.

Liberal solcular kendine yeterlik deyince karşı çıkıyor, otarşi diyorlar, Kuzey Kore’ye benzemekten bahsediyorlar, bazen dünyada marjinalleşmek gibi ürkütmeye yönelik sözler söylüyorlar. Kulak asmamak lazım.

Soru: Geçen oturumda siz büyüme mitini eleştirerek başladınız. Tabii ama böyle bir programı uygulamak için çok net bir siyasal üstünlük ve kültürel gelişim gerekiyor. Çünkü hepimiz iphone peşine düşüyoruz vs. Bu tip bir programı uygulamak için çok büyük bir politik güç gerekiyor. Yani partinin açık farkla iktidar olması gerekiyor.

Somel: Haklısınız. Zaman geçtikçe adil bir toplum kurma ihtiyacı artıyor, ama şartları da azalıyor. ‘Üretimin artarak sosyalleşmesi neticesinde toplum kamusal bir ekonominin mantığını kendiliğinden anlar’ şeklindeki beklenti boş bir beklentidir. Sistem bizi giderek daha çok girdabına alıyor, düşüncemizle, alışkanlıklarımızla… Örneğin emekçilerin primlerinin yattığı sosyal güvenlik kurumları, şirket hisseleri satın alıyor. Böylece sosyal güvenlik sisteminin gelirleri, hissedarı olduğu firmaların kâr etmesine, işçilerini sömürmesine bağlanıyor. Bu tip karmaşık yapılar, sistemi anlatmayı ve sistemin anlaşılmasını zorlaştırıyor. Türkiye’de on küsur sosyalist partinin programına baktığımızda cennet tasvirleri görüyoruz. Bugünkü düzenden o cennete nasıl ulaşılacağına dair neredeyse hiçbir yol haritası, strateji görmüyoruz. Oysa bir işçi partisinin bugünden itibaren bu sorunları nasıl çözeceğine çalışması lazım. Programına yazması lazım. Mesela döviz krizi çıktığında işçilere programdaki dış ticaret ve sermaye hareketleri politikasını anlatmak nispeten kolaylaşır.

Arjantin 2001 krizini hatırlayalım. Ülke dış borç krizine düşmüştü. Arjantin bankaları öyle bir hâle geldi ki insanlar peso mevduatını çekemedi. Bunun üzerine Arjantin emekçileri ve hatta orta sınıf yolları kapadı, kitlesel eylemlerle ülkeyi felce uğrattı ve hükümet istifa etmek zorunda kaldı. Bu tarz toplumsal tepkinin sonucunda IMF, Arjantin devlet tahvillerini elinde tutan yabancı fon yöneticilerine telkinde bulundu: ‘Çok ısrar etmeyin, Arjantin devletinin teklifini kabul edin’ dedi ve Arjantin’in dış borcunun üçte ikisi silindi. Arjantin devleti yabancıların elindeki bir dolarlık tahvilleri takriben 30 sente satın alabildi. Böyle bir tavizin sebebi vardı: Arjantin halkının tepkisinden korktular. Arjantin’in yeni bir Küba olmasından korktular. O sırada Brezilya’da İşçi Partisi de güçlenmekteydi. Gerçi zarara uğrayan bazı alacaklılar daha sonra ABD’de mahkemelerde davalar açtılar, uğraştılar; ama Arjantin sorununu çözdü. Böyle ilginç şeyler olabiliyor. İşçi partisi programını yazarken dünyadaki borç buhranları tarihini incelemek lazım.

Soru: ‘Borçları ödemeyeceğiz’ diyen partiler de var, ne diyorsunuz?

Somel: Borç ödememe kararı, alacaklıların ne gibi yaptırım tedbirleri uygulayacağına bakarak verilmeli. Ticari ambargoların etkileri üzerine epey bir literatür var. Benim bildiğim, ambargoların genelde amacına ulaşmadığı.

Soru: Yunanistan krizden farklı bir şekilde çıkabilmek için ne yapabilirdi?

Somel: Yunanistan’ın problemi AB’ye üye olmasından başlıyor. Sanayisi zayıf olan bir ülkenin güçlü sanayileşmiş ülkelerle serbest dış ticaret yapması hâlinde ticarette açık vermesi mukadder. Yunanistan’ın ikinci sorunu Euro bölgesine dâhil olması. Ulusal parasından vazgeçerek başka Avrupa ülkeleriyle ortak bir para benimsemesi dış ticaret problemini iyice çetrefil hâle getirdi. Kendi parası olsaydı kuru ayarlayarak dış ticaretini dengelemeye çalışabilirdi. Devalüasyonla ihraç ettiği gıda maddelerini, konfeksiyon ürünlerini ucuzlatır, ticarette denge kurmaya çalışırdı. Bunu yapamıyor.

Soru: Syriza iktidara geldiğinde bizim burada düşündüğümüz çerçevede bir politika uygulamaya girişseydi ne olurdu? Bir simülasyon yapsak?

Somel: Ortaya çıkacak temel olumsuzluk varlık sahiplerinin tasarruflarını ülkeden çıkarması olurdu. Devlet banka transferlerine izin vermezse fiziksel olarak bavullarla para kaçırırlardı. Bir ülkeden döviz çıkması o ülkede fabrikaları, doğal kaynakları yok etmez; sadece dövizi pahalandırır. Yunanistan’dan dışarıyla Euro kaçırılması ülkede faiz oranını artırırdı, kredileri azaltırdı. Yunanistan bir süre ithalatta zorlanırdı ve enerji bağımlılığı olduğu için sıkıntıya düşerdi. Ama Yunanistan nüfusun ihtiyacı olan gıdayı üretebiliyorsa aç kalmamaları gerekirdi. 2010’da niye aç kaldılar? Gelir dağılımı adil olmadığı için, hasılayı adil bölüşmedikleri için aç kaldılar. İşçi iktidarı olsa, geliri adil dağıtsa açlık olmazdı. Yunanistan’da Syriza hükümeti böyle politikalar uygulasa belki benzer durumdaki İtalya da onu takip ederdi.

Soru: Bir işçi partisinin işçilerin dünyada serbest dolaşımını talep etmesi mantıklı olur mu? Sermaye ve mallar serbestse biz de serbestlik istiyoruz diyerek?

Somel: Mantıklı ama bence gerçekçi değil. Dolaşmak, göçmek serbest olsa bile işçiler mallar ve sermaye gibi kolayca yer değiştiremez. Genç işçilerin bir kısmı her şeyi göze alıp başka bir ülkeye göçebilir. İnsanların tanıdıkları alıştıkları çevreyi bırakıp başka yere, hele başka ülkeye göçüp yerleşmesi kolay değil. Bu açıdan bence işçilerin vatanı vardır, sermayenin vatanı yoktur. Marks işçilerin vatanı yoktur demişti; bence amacı uluslararası işçi dayanışması telkin etmekti. Yoksa işçilerin yeri yurdu vardır, dili-kültürü vardır, sosyal çevresi vardır. Bu ilişkilerden kopup başka bir ülkeye geçmenin psikolojik bedeli var. Sınırlar elbette açılmalı. Ama bununla ülkeler arası refah farkları ortadan kalkmaz, bu sorunu göç serbestisi çözmez. Kültür farkları da ortadan kalkmaz. Dünyada tek bir uygarlığa, tek bir kültüre gidiş zor bence.

Soru: O zaman işçi siyaseti yerli olmalı, yerli bir kültüre dayanmalı diyebiliriz herhalde?

Somel: Diyebiliriz. Irk milliyet din mezhep ayrımı yapmayan, toplumu bütün çeşitliliği ile kucaklayan bir yerlilik.

Soru: Söylediklerinizden Türkiye Avrupa Birliği’ne girse Türkiye ekonomisi bir felaket olur diye anlıyorum, doğru mudur?

Somel: Yok değil. Biz ekonomimizi Avrupa Birliği’ne açmış bulunuyoruz, Gümrük Birliği ile birleştirmişiz. Dolayısıyla dış ticarette Yunanistan’ın yaşadığı şeyi biz de yaşıyoruz aslında. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olması bu sebeple bizim için bugünkünden iyi olur, çünkü Avrupa Birliği’nin politikalarında söz hakkımız olur en azından. Şimdi o yok. Ama Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye kabul edileceğini sanmıyorum. Çünkü Avrupa Birliği, Ortadoğu ülkeleri ile sınırdaş olmak istemiyor. İstemez. Türkiye şu an Avrupa Birliği açısından tampon konumunda. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye gösterdiği ilginin özel bir sebebi var, o da Türk Silahlı Kuvvetleri. Avrupa Birliği Nato’dan bağımsız bir askeri güç oluşturmak istiyor, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden yararlanabileceği bir ilişki kurmak istiyor. Bu yüzden Türkiye’yi kapıda bekletiyorlar. Din farkı da Türkiye’yi üyeliğe kabul etmemeleri için bir sebep olabilir. Üyelik ümidi yok, bu yüzden gerçekçi olan Gümrük Birliği’nden ayrılıp Avrupa Birliği ile özel ayrıntılı bir ticaret anlaşması yapmak.

Soru: Bugün de krizin bedelini işçilere ödetiyorlar. Bu mesajları işçilere ulaştırmak için ne yapmalıyız?

Somel: Bu atölyede programdan bahsediyoruz. İşçilere ne söylememiz lazım derseniz, işçilere bir sınıf olduğumuzu, ortak menfaatlerimiz olduğunu, bu menfaatler karşısında başka menfaat grupları olduğunu ve bu karşı menfaat gruplarının somut politikalarda nasıl birlikte davrandığını anlatmamız gerekiyor. Bu tip politikalarda karşı menfaat gruplarının partilerinin mecliste nasıl bir arada hareket ettiğini somut örneklerle anlatmak lazım. Yani sınıf kavramını anlatmak lazım. Çünkü sosyal sınıflar olduğunu, işçilerin ortak menfaatleri olan bir kitle olduğunu, onlarla birlikte küçük üretici köylülerin ortak menfaatleri olduğunu anlatamadıkça bölünüyoruz. Emekçiler milliyetçiliği, Atatürk’ü veya İslam’ı kimliğinin esası olarak gören gruplara ayrışıyor, işçiler de bölünmüş oluyor. Bu ayrımları aşmak için işçilere bu ayrımların aslında kaderi bir olan, menfaatleri örtüşen emekçi kitleleri ayırmakta kullanıldığını anlatmak ve birlikte davranmaya, dayanışmaya çağırmak lazım.

Soru: Bir işçi partisinin Ortadoğu’da bir iktisadi birliği savunması sizce anlamlı olabilir mi? Ekonomik saikler açısından bu mantıklı olur mu?

Somel: Evet. Mesela Türkiye’nin sanayi ve teknoloji gücü ile İran’ınkini buluşturmak bir sinerji yaratabilir. ABD ve AB’nin uyguladığı ambargolar sebebiyle İran ile ekonomik ilişki kuramıyoruz. Oysa komşumuz. Yetişmiş insanları var. Suriye ve Irak’ın şu anki durumu sebebiyle onlarla bir sinerji göremiyorum, ama İran ile olabilir. Birçok kalkınma iktisatçısı gelişmekte olan ülkeler arasında ekonomik ilişkilerin artmasını savunuyor. Güney Amerika’da çok taraflı Mercosur ticaret antlaşması böyle bir örnek. Çin de benzer bir şey yapmaya çalışıyor, ama Çin ile yakın ilişki kurmaktan çekinirim. Çin hem işçilerini çok kötü çalıştırıyor hem de nüfus ağırlığını kullanarak stratejik hedefler koymuş kendisine ve komşu ülkeleri için olumsuzluklar taşıyor bu. Çin hegemon olmaya çalışan kapitalist bir ülke, kendi emekçilerine bir şey vaat etmediği gibi dünya emekçilerine de hayrı değil zararı var. Çin Afrika’da ve Güney Amerika’da epey yatırım yaptı. Bu ülkelerde tesisler kuruyor, ama şantiyelerde Çinli işçiler çalıştırıyor. Sisi’nin Mısır’ı gibi bazı ülkeler hariç, bölge ülkeleri ile işbirliği hayırlı olur.

Soru: Halka anlatma problemine dair bir soru sormak istiyorum. Bugün internetle birlikte yurt dışında üretilen malları isteme güdüsünün çok daha da güçlü bir hale geldiğini ve bu durumun burada konuştuklarımızı çok temel bir çıkmaza sürüklediğini düşünüyorum.

Somel: İnsanoğlunun fıtraten bencil ve tüketici olduğuna inanıyor isek, o zaman kapitalizmden daha iyi bir sistem yok. Kapitalizmi tüm sonuçlarıyla kabul etmemiz gerekir. Yok, eğer tüketim kalıplarımızın alışkanlık olduğunu, tüketime merakın, tüketim ile kendi benliğini bulma anlayışının büyük ölçüde bir kültürün neticesi olduğuna inanıyor isek, insanların hayatlarına maddi tüketim dışında başka şeylerle mana verebileceğine, yaşama sevinci bulabileceğine inanıyor isek, o zaman bu sistemi değiştirmek için çaba göstermeye değer. Birey olarak buna karar vermek lazım. İnsanların en azgın tüketim alışkanlıklarının insanın doğasında olduğuna inanıyor isek o zaman alternatif bir düzeni boşuna konuşuyoruz demektir. Oysaki tarihçiler ve antropologlar insanların çok değişik toplumlarda çok farklı maddi ilişkiler içinde yaşayabildiklerini göstermiştir. İnsanlık tarihi içinde alışverişte, paylaşımda çok farklı yapılar görebiliyoruz. Bugün içinde bulunduğumuz sistem belirli bir dönemde kurulmuş bir sistem. 500 yıllık bir geçmişi var. Ondan önce insanların tüketim çılgınlığı gibi, üretkenliği arttırmak gibi takıntıları, işsizlik gibi sorunları yoktu. Tabii ki başka sorunlar vardı. Vergi ve toprak kirası yükü gibi sorunlar vardı; bundan toplum içi kavga çıkıyordu… Bugünkü sistem tükettiğimiz ölçüde insan olduğumuzu telkin ediyor bize. Bence bu doğru değil.

Soru: Kendine yeterlilik meselesini nasıl anlatabiliriz?

Somel: Türkiye’de 1923 ile 1980 arasında toplumda, ülkemizin kendine yeter olması yönünde bir hedef vardı. En azından yönetenler böyle düşünüyordu, yönetilenler de bunu kabul etmiş idi. Demokrat Parti’nin politikaları bile az çok bu doğrultudaydı. Bu sebeple gereksiz ithalat yapılmıyordu. O zamanlar Avrupa’ya gidip gelenlerin getirdiği en tipik hediye bir kavanoz Nescafe’ydi; zira ithal edilmiyordu. Tasavvur edilemeyecek bir olay değil benim söylediğim. Bir de Türkiye üzerine konuştuğumuzu unutmayalım. Örneğin Ermenistan gibi küçük bir ülke üzerine konuşuyor olsak biraz faklı şeyler söylemem gerekirdi. Ama Türkiye nüfusu ve coğrafyasıyla büyük bir ülke. Kendi yeterliğe yönelme kapasitesi yüksek bir ülke.

Soru: Bu problemin bir boyutu da şu değil mi? Toplumcu bir sistemle kapitalist sistemin yeryüzünde bir arada yaşayacak olmasından kaynaklı bir problem.

Somel: Toplumcu sistemde halkın kapitalist ülkelerdeki tüketimin cazibesine kapılabileceğini kastediyorsanız, haklısınız. Fakat Küba karşı örnek olabilir. Küba halkı öteki Latin Amerika ülkelerini görüyor, biliyor. Hepsi İspanyolca konuşuyor. Öteki Latin Amerika ülkelerinin TV’lerini izleyebiliyorlar. Kübalılar o ülkelerdeki yaşamı, sorunları görüyor; Küba’yı yönetenler de halkı alternatif sistemin daha kötü olduğuna ikna ediyor. İkna ediyor ki ABD’nin baskılarına, ambargolarına rağmen Küba’da sosyalist idare yürüyor.

1 Response

  1. Fatih Söyleyici dedi ki:

    Merhaba;
    sayın Cem Somel, İşçi Partisi’nin ekonomi programını açıklarken kapitalizm gömleğini çıkarmayı unutmuşsunuz. Adalet ve hakkaniyet altyapılı, özgürlükçü ve şeffaf olması beklenen insancıllık temelli bir parti, doğaldır ki üretime önem verecek, yeniden yapılanma ile tüm ülke ekonomisini baştan inşa edecektir. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında İzmir İktisat Kongresi kararları benzeri ekonomik uygulamalarla bir çok üretim tesisleri kurduk. O zaman da yabancılarla yardımlaştık, ancak ulus olarak ve akıllı bir dostluk çerçevesinde yaptığımız yabancı işbirlikleri ile bir çok rafineriyi ve ağır sanayi tesisini gıda üretimlerimizle takas ederek ödedik.
    İşçi kardeşlerimizin ve halkımızın dövize yatırım yapmaları 1946 dan sonraki ekonomik yetersizliklerimiz ile dengesiz dış ticaretimizin sonucudur.
    Günümüzde hiç bir kuruma güven kalmadığı gibi ekonomimiz tamamen dış güçlerce yönetilmektedir. Hal böyle iken temelinden değişim politikası önermeyen herhangi bir parti nasıl güven oluşturabilir? Nasıl seçimlerde vatandaşından oy bekleyebilir?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir