“Yozlaşma… Sancılar… Yakınmalar… Özeleştiri… Arayışlar…”: Mehmet Hayri Kırbaşoğlu ile İslâm Düşünce Dünyası Üzerine Söyleşi
Tanıl Bora’nın Mehmet Hayri Kırbaşoğlu ile Birikim Dergisi için yaptığı söyleşiyi paylaşıyoruz.
Söyleşen: TANIL BORA
Yakın zamanda ilâhiyat camiasında, toplumda dinden soğuma, uzaklaşma eğiliminin yaygınlaştığından yakınan epey ses çıktı. Sizin bu yönde gözlemleriniz var mı ve böylesi endişeleri, yerinmeleri neye bağlarsınız?
Derinliği ve yaygınlığı konusunda bir şey söylemek için vakit henüz erken olmakla beraber, daha ziyade statükocu, konformist dindar kesimlerde yaşanan yozlaşma ve çürümenin yol açtığı bir “dindarlardan soğuma” olgusundan söz etmek mümkündür. Ancak bunun deizm ve hatta ateizm dalgası şeklinde değerlendirilmesinde acele etmemek gerekir. Dar çaplı şahsi gözlemlerime dayanacak olursam, ortada felsefi anlamda gerçek bir deizm dalgasından ziyade, işaret edilen “yozlaşmış ve çürümüş dindarlık” olgusuna karşı verilmiş bir tepkiden söz etmek daha isabetli görünmektedir.
Öte yandan İslâm dünyasının genel manzarasının da iç açıcı olmadığı da ortadadır. Bilhassa içinde bulunduğumuz coğrafyada sürekli olarak Müslümanların birbirleriyle çatışma ve gerilim içerisinde olması, bu durumun sık sık işgal, katliam ve yıkımlara kadar varması da -bu açılardan gıpta edilecek bir durumda görülen gelişmiş ülkelerle mukayese edildiğinde- yeni nesillerin kendi toplum ve medeniyet gerçeğinden soğumasına yol açmaktadır. Bu soğukluk ya da en azından gurur duyulacak bir toplum ve medeniyet seviyesinden uzaklık, dinden soğuma değilse de kendi kültür ve medeniyetinden soğuma anlamına gelse gerektir. Özetle söylemek gerekirse bütün bu tür yakınmalar, birincisi İslâm dünyasının değişim gerçeğini kavrayamamış olması, ikincisi kavrayamadığı bu değişim gerçeği karşısında ne yapacağını şaşırmış olması ve nasıl tepki vereceğini bilememesinden kaynaklanan sancılar ve yakınmalar olarak değerlendirilebilir.
Bir yandan da, tam öteki kutupta, “Selefici” diyebileceğimiz akımın güçlendiğine dair gözlemlerde bulunanlar veya böyle bir ihtimale dikkat çekenler de var. Aynı şeyi, bununla ilgili de sorsam…
Aslında Selefici ya da radikal akımlara yoğun bir ilgi ve yönelim olup olmadığına dair kesin konuşmak hayli zor. Mamafih böyle güçlü bir eğilimin olduğunu var saydığımızda, yukarıda serdettiğimiz mülahazaların bu eğilimler için de geçerli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ne var ki “deizm” eğilimlerinin temel itkisi apolitik görünse de Selefici eğilimler için aynı şeyi söylemek mümkün görünmemektedir. Aksine Selefici eğilimlerin yaygınlaşmasında Körfez ülkelerinin sistematik çabaları yanında, bölgedeki Şii-Sünni gerilimi de rol oynamaktadır. Tabiatıyla Selefici akımların güçlenmesinde, İslâm dünyasında egemen olan “Popüler İslâmlar”ın ya da “Resmî İslâmlar”ın Batı emperyalizminin sömürü ve işgallerine karşı çaresiz kalmasının yattığını söylemek de pek yanlış olmayacaktır.
Diyanet’in gidişini nasıl değerlendiriyorsunuz? Tarikatların, akademik ortamın ve başka mecraların hepsini “bastırarak” veya onların yerini alarak, -ki genel kamuoyunda “yozlaşmış” olarak görülen vakalar da bunu meşrulaştırmaya vesile olabiliyor-, Diyanet’in âdeta tek dinî otorite olmaya yöneldiğine ilişkin emareler görüyor musunuz?
DİB’in gidişinin hiç iyi olmadığını görmek için elbette müneccim olmak gerekmiyor. Öncelikle vurgulamak gerekir ki DİB kuruluşundan bu yana hiç olmadığı kadar politize olmuş ve bunu da son derece pervasızca ve pişkince yaparak, âdeta iktidar partisinin borazanı görüntüsü vermekten en ufak bir rahatsızlık bile duymamıştır. Mevcut iktidarın yaşadığı yozlaşma ve gücünü yitimine maruz kalması, bilhassa mahalli seçimlerde tattığı ağır hezimet, onu dini daha fazla araçsallaştırmaya ve kendisine yandaş resmî ve sivil dinî kesimleri daha sıkı bir kontrole tabi tutmak istemesine yol açmış görünmektedir. İktidar partisinin destekçilerini kontrol ve konsolide etmesi için resmî DİB gibi kurumlarla çeşitli tarikat ve cemaatleri aynı çizgide tutması gerektiğinden, bu amaca hizmet etmek üzere DİB aracılığıyla onları kontrol etmek yerine, onları DİB yapısına eklemlemek ya da “embeded” uzantılar haline getirmek yoluna gidilmiş görünmektedir. Mamafih bütün bu süreçlerde gerek DİB gerek tarikat ve cemaatler için ortak payda olarak “Popüler Sünnilik” ve “Popüler tasavvuf ve tarikat” zemini seçilmiş olup, bu anlamda DİB eskiye göre popüler İslâm ya da halk İslâm’ı çizgisine “boyun eğdirilmiş” görünmektedir. Bu arada popüler İslâm ya da halk İslâm’ı dediğimizde bunun adresinin Anadolu’dan ziyade noktasal olarak “İstanbul Din Baronluğu” ya da “İstanbul Din Dükalığı” denen yapı olduğu unutulmamalıdır.
Türkiye’de İslâmcı düşünce ortamında bir gerileme, daralma sorunundan rahatsızsınız bildiğim kadarıyla. Bunda hangi âmiller sizce önemli? İktidara “müzaheret”in ve bundan kaynaklanan, “zaruret haramı helâl kılar”cı bir rızaya yatkınlığın payı ne kadar? Düşünsel etkinliğin bizatihi ikincilleşmiş veya araçsallaşmış olmasının payı ne kadar?
Şunu hatırlamakta fayda var: İslâmcı düşünce Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, dünyadaki gelişmeleri takip edebilen, gerek Batı gerekse İslâm dünyası ile etkileşime girebilen, belli ölçüde orijinalitesi de olan bir akım idi. Ancak bu arada -kabaca- 1930-1970 yılları arasında bir fetret dönemi yaşandığı ve İslâmcı düşüncenin dinamizmini yitirdiği söylenebilir. Bu fetret dönemini takiben -biraz da uluslararası gelişmelerin etki ve güdümünde- Mısır ve Pakistan merkezli olmak üzere İslâm ülkelerindeki İslâmcılık literatüründen çeviriler giderek artış gösterdi. Bilahare bir furyaya dönüşen bu tercüme faaliyeti ister istemez yerli üretime ket vurdu. 1980-2000 yılları arasında İslâmcı düşünce, devam eden çeviriler yanında yerli üretime de geçmek üzere bir hamle yaptı, hemen hemen çoğu amatör bir ruhla birçok dergi ve yayınevi faaliyete geçti. Bunlar ulusal ve bölgesel olarak çağdaş İslâm’ın entelektüel ve toplumsal sorunlarını problematik bakış açısıyla inceleme konusu yapmaya giriştiler. İkinci bin yılın ilk yıllarına kadar olan bu dönemi özetle İslâmcı düşüncenin “muhalefet dönemi” olarak nitelendirmek mümkündür. İlginçtir bu dönemde İslâmcı düşüncenin en dinamik ve aktif olduğu yıllar 28 Şubat sürecinin yaşandığı zaman dilimi idi. Ancak yükselen bir grafik sergileyen bu muhalefet döneminin ardından gelen ve hâlâ yaşanmakta olan dönem tabir caizse İslÂmcı düşüncede grafiğin dramatik bir biçimde düştüğü, hatta yere çakıldığı bir dönem oldu. Özellikle son on-on beş yılda ülkede iktidara gelen sözümona İslâmcı iktidara karşı yükselen muhalefet, iktidar çevrelerinde bir tür içe kapanma ve savunma psikolojisini tetikledi, bu psikoloji de İslâmcı düşünce çevreleri açısından iki farklı sonuca yol açtı: Bir yandan İslâmcı entelektüellerin iktidara eklemlenmesi ve organik aydınlar haline gelmesi, hatta birer iktidar fanatiğine ve propagandacısına dönüşmesi; öte yandan muhalif ve eleştirel tavrını korumak isteyen İslâmcı entelektüellerin bizatihi iktidar çevreleri ve iktidar yanlısı İslâmcı organik aydınlar tarafından baskılanması.
2000’li yıllara kadar hemen her konuda muhalif ve eleştirel bir tutum sergileyen İslâmcı entelektüellerin ve akademisyenlerin mevcut iktidar döneminde bu tutumlarını tamamen terk ederek âdeta birer “Saray/Saltanat uleması”na dönüşmesi, ister istemez İslâmcı düşüncenin bütün derdinin aslında iktidar ve iktidar nimetlerinden nasiplenmekten başka bir şey olmadığı kanaatinin giderek toplumda yaygınlaşıp kökleşmesine yol açmış durumdadır. Bu süreçte 2000’li yıllar öncesindeki muhalif ve eleştirel tavrını mevcut iktidar döneminde de değiştirmeksizin koruyup sürdürmeye çalışan sınırlı sayıda İslâmcı entelektüel, akademisyen, yazar ve aktivist genellikle Anadolu’da -özellikle de Ankara’da- var olma mücadelesi vermektedirler. İlginç olan ise bu muhalif ve eleştirel İslâmcı entelektüeller “laik 28 Şubat” sürecinde maruz kaldıkları baskının daha da şiddetlisine “İslâmi(!) 28 Şubat” sürecinde maruz kalmışlardır, hâlâ da bu baskılar devam etmektedir. Özetle İslâmcı düşünce “iktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar” sözünün müşahhas son örneği olarak ciddi bir çöküş yaşamaktadır. Yaşanan bu dramatik savrulma ve çöküşü durdurmak ve yeni bir başlangıç yapmak için çabalayan, bu uğurda baş koydukları idealizmlerinden vazgeçmeyen İslâmcı entelektüeller ise sayısal ve kurumsal cılızlıklarına rağmen, iktidarın bu gibi entelektüellerin mesajının topluma ulaşmasını engellemek için sergilediği bütün çabalara rağmen, statükocu konformist iktidar dindarlığı çizgisini savunan organik aydınların korkulu rüyası olmaya devam etmektedir.
Ancak yaşanan bu dramatik savrulma ve yozlaşma, sözünü ettiğimiz muhalif ve eleştirel İslâmcı aydınların, İslâmcı çizgiyi ve söylemi, son gelişmelerin ışığında yeniden değerlendirmelerine de vesile olmuştur. Bu ise İslâmcı düşüncenin önümüzdeki dönemde Garaudy’nin “Hem Batı’ya hem de İslam geleneğine eleştirel yaklaşım” şeklindeki önerisini hayata aktarmak için kolları sıvamasına -büyük ihtimalle- yol açacaktır. Bu muhtemel gelişme sadece ülkemizdeki İslâmcı düşünce değil, diğer İslâm ülkelerindeki İslâmcı düşünce akımları için de söz konusu olacaktır. Nitekim bu yönde başlayan kıpırtıların ilk ürünleri de yavaş yavaş satırlara dökülmeye başlamış, söylemler giderek daha fazla dikkat çeker olmuştur. Önümüzdeki on yıllar içerisinde -belki de daha kısa bir zaman diliminde- İslâmcı düşüncenin radikal bir özeleştiri ve kendisiyle hesaplaşma sürecine gireceği güçlü bir ihtimal olarak görünmektedir.
Yine aynı bağlamda bir konu… İlahiyat çalışmalarında sizin de içinde bulunduğunuz Ankara Okulu, hermenötik/yorumsamacı yaklaşıma İslâm düşüncesinin gelişmesinde önem veriyor -ve bizzat bu yönelim büyük tepkilerle, hatta tekfirci diyebileceğimiz tepkilerle karşılaşıyor. Bu da, konuştuğumuz sorunun önemli bir başlığı, değil mi?
Ankara Ekolü aslında bir gruptan ziyade bir zihniyete ve yaklaşıma işaret eden bir kullanımdır. Ancak bu yaklaşımın, zannedildiğinin aksine Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki çoğunluk değil, azınlık bir grup tarafından temsil edilen bir yaklaşım olduğunu öncelikle vurgulamakta yarar vardır. Eleştirellik, sorgulayıcılık, yenilikçilik, hatta muhaliflik gibi karakteristiklerle tanımlanabilecek olan bu akım hem düşünsel hem de toplumsal ve politik olarak hem laik 28 Şubat sürecinde -başta başörtüsü yasağı olmak üzere birçok konuda- hem de İslâmi(!) 28 Şubat sürecinde statükonun baskılarına karşı eleştirel tavrını muhafaza etmiştir. Mevcut iktidardan önceki dönemde İslâmi kesim tarafından göklere çıkarılıp alkışlanan bu tutum, bu iktidarın -ilk yıllarında değil- son on küsur yılında ötekileştirilmiş, daha da ileri gidilerek sistematik bir biçimde şeytanlaştırılmaya çalışılmıştır. Ülkemizdeki İslâmcı düşüncenin en genel anlamda muhafazakâr, geleneksel ve popüler bir yapıda olması sebebiyle, Ankara Ekolü’nün varlığından rahatsız olması, hatta bir tehdit olarak algılaması anlaşılmaz değildir. Nitekim bu tür tepkiler mevcut siyasi iktidardan önce de söz konusuydu. Ne var ki son on-on beş yıl içerisinde bu gerilim farklı bir boyut kazanmış bulunmaktadır. Zira mevcut iktidarın popülist politikalarının bir uzantısı olarak gerekli gereksiz, fizikî ve beşeri alt yapısı olmaksızın her ile bir İlahiyat Fakültesi açma gayretkeşliği sonucunda yüz civarında fakülte açılmış, ancak bu fakültelere sistematik bir biçimde öncelikle Gülen cemaatinin elemanları yerleştirilmiş, onların yetmediği yerde olabilecek en skolastik ve dogmatik elemanlar -ki çeşitli cemaat ve tarikatlarla ya da muhafazakâr dinî gruplarla iltisaklı olanları da söz konusuydu- bu fakültelere özel olarak yerleştirildi. Daha da önemlisi bu sistematik yerleştirme operasyonunda beyin rolünü ise YÖK’ün oynadığı ifade edilmektedir. Zaten resmî-sivil dinî statükoları sarsıcı yaklaşımlardan dolayı “mezhepsiz”, “modernist”, “oryantalist”, “reformcu”, hatta “sapık” gibi etiketlemelerle itibarsızlaştırma kampanyalarına sürekli maruz kalan Ankara Ekolü, son yıllarda daha da yıkıcı adımların boy hedefi olmuştur. Bilhassa bazılarının İstanbul din dükalığı adını verdikleri muhafazakâr kesimlerin, keza çeşitli cemaat ve tarikat yapılarının başrolü oynadığı söylenen bu itibarsızlaşma adımlarının son vardığı nokta ise beklendiği üzere “tekfir” olmuştur. İslâm dünyasında kendisi gibi düşünmeyenleri sapıklık ve kâfirlikle suçlama, İslâm’ın ilk asırlarından bugüne kadar varlığını sürdüren yaygın bir patolojidir. Bu patoloji son onlu yıllarda el-Kaide ve IŞİD gibi Selefi eğilimli kesimlerde yaygın olarak görülürken, Ankara Ekolü’ne bu suçlamayı yöneltenlerin geleneksel kesimler, hatta tarikat ve cemaat yapıları olması “tekfir” zihniyetinin nerelere kadar sirayet ettiğinin açık bir göstergesidir. Hiç kuşkusuz bu gibi görünürdeki teolojik itibarsızlaştırma kampanyalarının arkasındaki asıl sebep, bu kesimlerin sırtlarını dayadıkları ve çıkar elde ettikleri siyasi iktidara yönelik her türlü eleştiri ve muhalefeti bastırma çabasıdır. Öte yandan Ankara Ekolü’ne yönelik bu sınır tanımaz husumetin altında, ülkenin en köklü fakültesinin, kurulan yeni fakültelerdeki akademik çalışmaları değerlendirmede ilmi esaslardan taviz vermemesi de yatmaktadır. Nitekim pek çok AÜİF mensubu jüri üyesinin akademik kriterlere uymayan atama dosyalarını onaylamamaları, intihal ve benzeri etik açıdan da mevzuat açısından da suç olan teşebbüsleri affetmemeleri, bilhassa yabancı dil konusundaki hassasiyetleri, buna mukabil yeni açılan İlahiyat Fakültelerine doldurulan cemaat ve tarikat iltisaklı kişilerin akademik gereklilikleri karşılamaktan çok uzak olması, bu kesimlerin genel olarak AÜİF’ye özel olarak da Ankara Ekolü yaklaşımını kendileri için bir tehdit olarak görmelerine yol açmaktadır. İş bununla da kalmamakta, ilahiyat camiasındaki yayınlara ve yapılan bilimsel faaliyetlere eleştirel yaklaşmaktan vazgeçmeyen AÜİF ve Ankara Ekolü’nün akademik eleştirilerinden yakalarını kurtaramamaktadırlar. Özetle AÜİF ve Ankara Ekolü’nün, sayıları yüze yakın ilahiyatlara doldurulmuş bulunan ve çoğu iktidar-cemaat-tarikat iltisaklı olanların statükolarını sarsıcı özelliği sebebiyle tekfir dahil her türlü itibarsızlaştırma çabalarının hedefi olması sürpriz değildir. Burada tekrar vurgulamak gerekir ki bütün bu anlatılanlar gerek siyasi iktidarın gerekse politize olmuş bir kurum olan YÖK’ün bilgisi dışında cereyan eden gelişmeler değildir. Tam tersine hem iktidar çevrelerinin, hem YÖK’ün, hem de DİB gibi kurumların AÜİF ve özelde Ankara Ekolü konusunda sistematik bir itibarsızlaştırma uygulaması içerisinde olduğu bir sır değildir.
Ankara Ekolü’nün karşı karşıya bulunduğu bu gibi itibarsızlaştırma gayretlerini İslâm düşüncesinin geçmiş tarihi perspektifine oturtacak olursak, kabaca Ankara Ekolü’nü, dinamik ve üretken aklı temsil eden Ehl-i Re’y (Re’y ehli) geleneğinin; statik ve nakilci zihniyeti temsil eden statükocu muhafazakâr geleneksel kesimleri ise “traditionalist/gelenekçi” Ehl-i Hadis (Hadis ehli/Hadisçiler) geleneğinin günümüzdeki izdüşümleri olarak kabul etmek pek de yanlış olmayacaktır. Nasıl Re’y Ehli’nin önde gelen şahsiyetlerinden Ebu Hanife, Hadis ehli tarafından yargısız infaza tabi tutularak tekfire varan haksız ithamlara, karalamalara maruz kalmışsa, bugün de Ankara Ekolü’nün aynı şekilde tekfire varan itibarsızlaştırma girişimlerine maruz kalması hiç de şaşırtıcı değildir.
Toplamda İslâm dünyasındaki, İslâm’la ilgili tartışmaları ve İslâmcılığın durumunu nasıl tasvir edersiniz? Önemli zaaflar, tıkanmalar nerede sizce? Nasıl ayrışmalar var ve bu ayrışmalar geleceğe dair ne gibi ipuçları veriyor?
Son yüzyılda İslâm etrafında sürdürülen tartışmaları geçmiş yüzyıldakilerden ayıran en önemli husus, küreselleşmenin de etkisiyle Müslümanlar elindeki İslâm’ın yorum tekelinin kırılması ve Müslüman olmayanların da hemen her kıtada bu yorum faaliyetine farklı alanlarda, farklı düzeylerde ve farklı biçimlerde -müspet/menfi- katkıda bulunmasıdır. Müslüman olmayanlardan kasıt ise a) gerçekten İslâm dışı geleneklere ait ya da seküler dünyaya mensup olanlar yanında b) Müslüman olmadığı halde İslâm geleneğinin ve İslâm dünyasının bir parçası olan entelektüellerdir. İlk guruba girenler içerisinde ilk akla gelenler oryantalistler olsa da, aslında onların dışında İslâm üzerinde çalışan ve düşünen farklı geniş bir kesimin daha olduğu genellikle gözden kaçırılmaktadır. Bu gözden kaçırılanlar arasında ise tarihçiler, sanat tarihçileri, ekonomistler, siyaset bilimcileri, hukukçular, felsefeciler, sosyal bilimciler, politikacılar, diplomatlar, edebiyatçılar, romancılar ve filologlar gibi farklı alanlara dağılmış, ama oryantalistle pek alakası olmayan entelektüeller dünyasının aktörleri yer alır. Özetle söylemek gerekirse Müslüman olmayanların çağdaş İslâm düşüncesine katkıları günümüz Müslümanlarınkinden daha az önemli değildir.
En az bunun kadar önemli diğer bir husus ise İslâm’ın yorumu konusundaki yaklaşık on dört asırlık ataerkil yorum tekelinin kırılmaya başlamasıdır. Batı’daki feminist hareketlerin bir yansıması olarak İslâmi feminizm hareketleri, İslâm’ın çağdaş yorumunda artısıyla eksisiyle ciddi açılımlara aday görünmektedir. Ama tekrar tekrar vurgulamak gerekirse bu gelişmenin en önemli katkısı, erkek egemen yorum tekelinin kırılmasıdır. Bu kırılmanın neler getireceğini görmek için bir süre daha beklemek gerekecektir. Zira erkek egemen yorum tekeline bir tepki olarak ortaya çıkan İslâmi feminist dalga, kendi içerisinde de farklılıkları barındıran ve eleştiri-özeleştiri süreçlerine bağlı olarak kendisini gözden geçiren, geliştiren ve yenileyen bir özelliğe de sahiptir.
İslâmcılığa, hatta daha dakik bir ifadeyle siyasal İslâm’a gelince, bu konuda hem teorik hem de pratik alandaki hemen bütün teşebbüsler, projeler, iddialar, denemeler şu veya bu oranda başarısızlıkla sonuçlanmış durumdadır. Bu hem ülkemizde yaklaşık altmış yıllık geçmişi olan siyasal İslâm için, hem de Pakistan, İran, Suudi Arabistan, Sudan, Mısır gibi İslâmizasyon politikaları uygulamak için yola çıkan denemeler için aynı ölçüde geçerlidir. Şu anda genel olarak İslâm ülkeleri, özel olarak da İslâm’ı ve Şeriatı uygulama hedefiyle “İslâm Devleti” iddiasıyla yola çıkan ülkelerin yönetim olarak baskıcı-despotik, ekonomik ve toplumsal olarak yolsuzluk ve yozlaşmanın kol gezdiği, maddi ve manevi kalkınmışlık düzeyi itibarıyla da geri ve kalkınmakta olan ülkeler kategorisinde uzun bir kuyruk oluşturmasından da açıkça görülmektedir. Daha açık bir ifadeyle çağdaş İslâm Devleti veya Şeriatı uygulama denemeleri sonucunda ortaya çıkan manzara hiç de iç açıcı değildir; zira ortada Batı modellerinden daha mükemmel ve bütün dünyanın imrenip gıpta ettiği, başarılı siyasi, ekonomik ve sosyal modellerden söz etmek mümkün değildir.
Bu durumda hem çağdaş İslâm düşüncesinin hem de çağdaş İslâmi hareketlerin geçmiş elli-altmış yıllık başarısız tecrübeleri masaya yatırarak çok köklü bir hesaplaşmaya gireceği öngörülebilir. Bunun ilk belirtileri hem ülkemizde hem de İran, Tunus, Mısır gibi ülkelerde, öte yandan çağdaş İslâm’ın sorunlarıyla yakından ilgilenen Batı dünyasındaki yarı-Müslüman entelektüellerde giderek artan bir şekilde gözlemlenmeye başlanmıştır.
Bu hesaplaşma ve özeleştiri sürecinde bir yandan küreselleşme olgusu, öte yandan bilgi ve iletişim teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmeler, muhtemelen gelecekte daha sağlıklı, daha gerçekçi, daha entelektüel, daha hamasetten, retorikten, duygusallıktan, ideolojik takıntılardan uzak yaklaşımların ortaya çıkmasına vesile olacaktır. Bu süreçte şeriat, ibadet ve hitabet (retorik) eksenli söylemler yerine daha felsefi, şeriat ve hukuktan ziyade ahlâk’ın -ama bireyselden ziyade toplumsal ahlâkın, ulusal kadar bölgesel ve küresel ahlâkın ve özellikle de sistem ahlâkının- ön plana çıktığı, mezhep ve etnik veya cinsiyet mülahazalarının ikincil bir hale geldiği, İslâm dünyasının sadece Müslümanlardan veya İslâmcı kimliğini benimseyenlerden ibaret olmadığını idrak eden kozmopolit ve çoğulcu toplum teorilerinin ortaya çıktığı, özetle tek tipçi İslâm yorumları yerine, liberal, sol, sosyalist, üçüncü dünyacı gelişmelerle etkileşime girecek yeni bir dönemin kapıda olduğu söylenebilir.
Hiç kuşkusuz bu gelişmelerin yönü, aynı zamanda İslâmcı politikalarla etkileşime girmesi beklenen diğer yaklaşımların ve ideolojilerin İslâmcılık karşısında nasıl bir yol takip edeceklerine de bağlı olacaktır.
Bir söyleşinizde, Arap ülkelerinde düşünce ortamında ilahiyatta değil ama daha ziyade siyaset teorisinde dikkate değer gelişmeler olduğuna dikkat çekiyordunuz. Özellikle İslâmiyet tarihinde ve devlet tecrübelerinde saltanatçı geleneğin, otoriter siyasi geleneğin sorgulanmasına dönük arayışlardan söz ediyordunuz. Bunlar hakkında bir şeyler söyler misiniz?
Günümüz İslâm düşüncesinin özelliklerine dair yukarıda yapmaya çalıştığımız değerlendirmeleri tamamlayıcı olarak mutlaka işaret edilmesi gereken bir başka husus da, İslâm düşüncesinin ve İslâm’ın çağdaş yorumunun klasik İslâm âlimi sınıfının tekelinden çıkmış olmasıdır. Zaten çağdaş İslâmi hareketlerin ve akımların hemen hiçbirinin kurucuları ya da lider kadroları arasında ulemanın yer almaması bunun bir göstergesidir. Hatta aksine onların çoğu, İslâmi ilimler ve İslâm düşüncesi alanında profesyoneller değil amatör ruhla faaliyet gösteren; hukukçu, mühendis, veteriner, sosyolog, psikolog, felsefeci, gazeteci, akademisyen, doktor gibi dallarda eğitim almış entelektüellerden oluşmaktadır.
Çağdaş İslâm entelektüellerinin formasyonlarının ulema sınıfınınkinden farklı olması, iki kesimin meseleleri ele alışlarındaki farklılığı bir ölçüde izah etmektedir. Klasik ulema geleneğinden gelenler ulusal, bölgesel ve küresel gelişmelerle ilgili olarak yorum yapacak formasyona sahip olamadıkları için bu alanlarda daha ziyade farklı disiplinlere ve alanlara dağılmış bulunan Çağdaş İslâm entelektüellerine geniş bir alan açılmış olmaktadır. Siyaset ve uluslararası ilişkiler İslâm dünyasının meseleleri arasında ilk sıralarda yer aldığı için, ulusal, bölgesel ve küresel siyaset ile ilgili konular ön plana çıkmaktadır. Bilhassa despotizm, teokrasi ve demokrasi arasındaki gerilim tartışmaların merkezinde yer almaktadır. Bunun anlaşılmayacak bir yönü de yoktur, zira İslâm ülkeleri toplumsal sözleşmeye dayalı, toplumsal dayanışma ve istikrarı gerçekleştirebilmiş değildir. Sınıfsal, dinsel, mezhepsel, etnik, ideolojik ve benzeri pek çok fay hattı İslâm dünyasında zayıflayacağına giderek derinleşmektedir. Bu sebeple devlet, ulus-devlet, demokrasi, şeriat devleti, İslâm devleti, despotizm, monarşi, muhalefet, vatandaşlık, ümmet ve hilafet gibi konu başlıklarının gündemin ilk sıralarını işgal etmesi gayet normaldir.
Bilhassa İslâmcılık ve İslâm/Şeriat devleti projelerinin başarısızlığı, bir yandan anayasal devlet, anayasal vatandaşlık kavramlarının giderek daha fazla gündeme gelmesine, öte yandan da despotik eğilimlere karşı demokrasi ve laiklik kavramlarının giderek daha fazla gündemin ilk sıralarını işgal etmesine vesile olmuştur. Mamafih bilhassa despotizm ve saltanat eleştirilerinin 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarından, ya da Osmanlı’nın sonu ile Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren sık sık gündeme geldiğini unutmamak lazımdır. Ancak İslâmi hareketlerin ve İslâm/Şeriat/Hilafet devleti tezlerinin çökmesinden sonra daha da yoğun bir biçimde tartışmalara konu olduğunu söylemek mümkündür. Bu bağlamda Batılı bir kavram olarak demokrasi ile Kur’ani bir kavram olan şura prensibi üzerinde giderek artan bir yoğunlukta durulmakta, bu ikisi arasında mukayeseler yapılmaktadır. Ancak şu an itibarıyla gelişmiş ve işlenmiş bir İslâmi siyaset teorisi, doktrini veya yönetim modeli ortaya konmuş değildir. İslâm birliği konusunda ABD, AB, hatta İngiliz Milletler Topluluğu gibi bir modeli bile ortaya konmuş değildir.
Mamafih günümüz İslâm düşüncesinde siyaset, toplum, ekonomi, ulus-devlet, anayasal vatandaşlık, kadın-erkek eşitliği, kadının siyasi hakları ve siyasete katılımı, çoğunlukçu değil, çoğulcu yönetim/yönetişim, uzlaşma kültürü, din-devlet ilişkileri, laiklik gibi başlıklar altında fevkalade yoğun tartışmalar sürmekte olup, bu konulara dair -başta Arapça olmak üzere- birçok dilde zengin bir literatür de teşekkül etmiş durumdadır.
Teorik düzlemde İslâm dünyasının entelektüelleri çıkış yolu bulmak amacıyla oldukça verimli ve seviyeli tartışmalar yapmayı sürdürse de, bu çabaların geniş halk kitlelerine yansıması ve özümsenmesi gerçekleşmedikçe, 57 İslâm ülkesinde istikrarlı bir maddi-manevi kalkınma kolay kolay mümkün olmayacaktır. Dinî, mezhebî, etnik ve ideolojik fay hatlarının giderek derinleştiği bu dünyada, böylesi bir idealin gerçekleşmesi için empatiye ve karşılıklı tavize dayalı bir uzlaşma kültürü olmazsa olmaz görünmektedir. Aslında İslâm’ın Peygamberinin Medine’de kurduğu site devletten başlayarak, Emevi, Abbasi, Selçuklu, Endülüs Emevi, Fatımi, Babür gibi devlet ve imparatorluklarda ve sonuncusu olan Osmanlı İmparatorluğu’nda mevcut olan -dinî, etnik, kültürel- çoklu kültür, kozmopolit ve çoğulcu toplum yapıları bu coğrafyaya hiç de yabancı değildir. Ne var ki modernitenin bir sonucu ya da dayatması olan tek tipçi ulus-devlet modeli bu zengin kültürün ciddi hasarlar görmesine yol açmıştır. O yüzden son zamanlarda bir yandan İslâmi bağlamda ulus-devletin imkânı meselesinin, öte yandan tek tipçi ve dayatmacı İslâmi zihniyetlerin ciddi tartışmalara konu olması tesadüf değildir. Tartışmaların muhtemel istikameti de bu gibi konularla ilgili olacaktır. Gelecekte ne olacağını şimdiden kestirmek mümkün olmasa da, şu andaki durum hakkında bir fikir edinmek için şu üç eseri örnek olarak sunmak aydınlatıcı olacaktır: Roger Garaudy, Entegrism-Kültürel İntihar, Wael B. Hallaq, İmkansız Devlet, Thomas Bauer, Müphemlik Kültürü ve İslâm. Günümüz İslâm Düşüncesi potansiyel olarak heyecan verici müspet gelişmelere gebe görünse de, bu gelişmelerin sonuçlarını ve ürünlerinin geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesi ve özümsenmesi zaman alacak görünmektedir.