Kış gelirken yoksulluğun kanırtan acısı daha da bir yoğunluk kazanıyor. Soğuk ve nemli bir battaniyenin ürpertisi, su alan ayakların sızısı, her daim olması gereken hassasiyet düzeyimizi biraz olsun yükseltiyor (mu?). Suriyeli mültecilerin Saraçhane Park’ında, Şirinevler Camii’nin bahçesinde, bez çadırlar altında sürdürmeye çalıştığı hayatlar, belki olağanüstü koşulların neticesi. Savaşın, işgalin, göçün, ilticanın… Ama “olağan” kabul edilen şartların neticesi olan yoksulluklar da var. Bunları ne kadar görüyoruz? Görebildiğimiz kadarının karşısında hissettiğimiz acziyetle nasıl başa çıkacağız? Zor sorular…
Tüm dünyada ve ülkemizde, hem yoksulluğun oran olarak artışı, hem de küresel sistemin getirdiği yeni yoksulluk biçimleri, bizi kötümserliğe sevkedecek boyutlarda. Ama unutmayalım ki, kötümserlik atalete, dolayısıyla sessizliğe yol açar. Hiç bir şey değişmeyecek, o halde hiç bir şey yapmayalım demeye yani. Halbuki telaffuz ettiğimiz bir kelimeyle, kurduğumuz bir cümleyle bile pek çok şey değişebilir. İşte bu sebeple, yoksulluğu elimizle ortadan kaldıramıyorsak da (şimdilik), bu insanlık durumuna dilimizle müdahale etmekten ve kalbimizde bu yükü taşımaktan vazgeçmemeliyiz.
Bazılarımızın rolü, sadece değilse de büyük ölçüde, olmakta olanı anlamaya çalışmaktır. Benim yapmaya çalıştığım da bu. Zira içinde yaşadığımız dönemi ve o dönemin şartlarını anlamadan, çağa şahitlik edemeyiz. Olmakta olanı anlamadan etkin bir çözüm de bulamayız. İşte bu yüzden öncelikle yoksulluk meselesine nereden bakmamız gerektiğini açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Bir gazete sayfasında böyle bir açıklığı sağlamak mümkün olmasa da en azından kendi sorularımı sizinle paylaşabilirim.
Yoksulluk; bir asayiş sorunu?
Bu konudaki yaygın ve baskın yaklaşım şöyle: Yoksulluk bireysel düzeyde bir yetersizlik, ülkeler düzeyinde ise bir teknik eksikliktir. BM’in ve gelişmiş ülkelerin yoksulluğa bakışında bu aşırı teknikleştirme yaklaşımını görmek mümkün.
Yoksulluğu sadece teknik bir mesele olarak gördüğümüzde, bazı ülkelerin uygun teknikleri uygulamadığı için bu duruma mahkum olduğu ve bu nedenle de sorunun kendilerinde olduğu anlayışı kabul görür. Halbuki yoksulluk güç ve sömürü ilişkilerinden bağımsız bir gerçekliğe sahip değildir, bu nedenle de sadece teknik bir mesele olarak görülemez.
Bir başka mesele ise yoksulluğun bir asayiş sorunu gibi görülmesi… Günümüzde yoksulluk, gün geçtikçe daha yoğun bir şekilde bir hukuk ve asayiş sorunu olarak tanımlanıyor. En fazla suç oranı bu yoksul yığınlar arasında değil mi? Elbette yoksulluğun kol gezdiği bölgelerde, yoksulların yoğun olarak yaşadığı yerlerde suç oranlarının yüksek olduğunu söylemek şaşırtıcı bir tespit değildir.
Esasında yoksulluk, toplumsal eşitsizliğin en aşırı ve belalı tortusudur. Ama gün geçtikçe daha yaygın bir şekilde, bir hukuk ve asayiş sorunu olarak tanımlanıyor. Bu yeniden tanımlamadan ötürü de suç ve suç unsuru içeren eylemlere karşı alınan tedbirlerle mücadele edilmesi gereken bir sorun olarak da görülebiliyor. Halbuki mesele hukuki değil, ekonomik ve toplumsaldır.
Ama bugün suç ve yoksulluk arasında kurulan ilişki sebebiyle yoksulluğun toplumsal ve iktisadi boyutu gözlerden uzaklaştırılıyor. Böyle olunca da asıl sormamız gereken soruları soramıyoruz:
Zenginlik neden bazı ellerde yoğunlaşıyor? Ve gettolarda, sokaklarda kalanlar neden böyle bir hayata mahkum oluyorlar da çare bulamayıp hijyenik site duvarlarına dayanarak zenginlerin rahatını kaçıran bir tehdide dönüşüyorlar? Trafik ışıklarında camlarımıza yapışıp huzurumuzu bozuyorlar? Bu altta yatan sebeplere eğilmeksizin sadece duvarlar-hem site hem ülke duvarları- yükseltilerek, cezalar artırılarak, polisiye tedbirlerle yoksulluk meselesi çözülemez.
Yok-sul-luk, yok-luk, eksik-lik
Belki de yoksulluğa çok çarpık bir bakış açısıyla yaklaştığımız için bu kadar çözümsüz bir noktada hissediyoruz kendimizi. Yoksulluk, adı üstünde yoktan geliyor. Bir takım insanların bir şeylerinin eksik olması demek yani. Böyle tanımlandığında vurgu eksikliğedir ve sorumlu olan eksik taraftır. E o zaman, bizim onlardan bir şekilde eksiklerini tamamlamalarını beklemek hakkımızdır. Halbuki yoksulluk daha ziyade ilişkisel ve bağlamsal olarak ele alınmalıdır. Yani yoksulluk hegemonya ilişkilerinden kopuk, siyasetten bağımsız bir vakumda ortaya çıkmış, teknik bir beceriksizlik meselesi olarak görülemez. Bu sebeple öncelikle zenginler konuya yaklaşımlarını ve bu yaklaşımı ele veren sorularını değiştirmelidir.
“Ne olacak bu fakirlerin hali?” ya da “Bunları ne yapacağız?” gibi buradan oraya bakan ve kendisini meselenin uzağında konumlandıran sorular, doğru sorular değildir. Çünkü bu ve benzeri sorular, fakirliğin, zenginliğin yüksek duvarlarla korunduğu hijyenik sitelerin çok çok uzağında bir yerlere, gettolara, suçun kaynağı olan o merkezlere ötelenmesine ve Susan Sontag’ın sarsıcı ifadesindeki gibi, “başkasının acısı” olarak görülmesine yol açar.
“Ne olacak bunların hali?” doğru soru değildir. Tam aksine bu konudaki doğru soru, “Bizim halimiz nice?” olmalıdır. Yani bizim, bu toplumun üyeleri olarak bu insanlarla ilişkimiz nasıl? Nasıl bir iktisadi sistem var kiböyle bir fakirlik düzeyine yuvarlananların sayısı her geçen gün artıyor? diye sormalıyız. Soruyu böyle ortaya koyduğumuzda, sadece terimler değişmiş olmaz; meseleye bakış açımız da değişir. Böyle olunca, yapıp ettiklerimiz “yardım değil, hak ettiğini vermek” düzeyinde kabul görmeye başlar.
Burada bir parantez açarak Müslümanların zekatı ve sadakayı, yoksulun, zenginin malı üzerindeki hakkı olarak kabul etmeleri gerektiğini hatırlatalım. Hem bu kabul hem de verenin kendi mülkünü değil bir emaneti verdiği şuuru, yardım eden/edilen arasında hiyerarşik bir yapıya geçit vermez/vermemelidir. Yoksulluğun çözümünde “yardım” yaklaşımı, yerini “hak” yaklaşımına bırakmalı! Bu görüşüçoğu kişi makul bulur. Fakat bazıları, bireysel sorumlulukları tamamen devlete bırakmak için bir gerekçe olarak kullanma yoluna gidebilir, bu yardım/hak karşıtlığını.
Nitekim sosyal refah devletinden yana olanlar, hayırseverliği ve insanların birbirine yardımını gereksiz görüp bu vazifelerin tamamını devlete havale ederler. Çünkü devlet, bütün vatandaşlarına asgari yaşam şartlarını sunmalıdır. Böyle olunca da ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetleri, işsizlik sigortası, sendikal haklar gibi yöntemlerle yoksullar, sakatlar ve toplumun kıyısındakiler de insan onuruna yakışır bir yaşam seviyesine kavuşabilir. Devlet sosyal yardım (bir nevi sadaka!) dağıtacağına iş imkanı sağlar ve daha adil bir bölüşüm için düzenlemeler yaparsa, bireylerin ve kurumların merhametine ve sadakalarına muhtaç olmaz yoksullar. Bireylerin hayırsever yardımları da sınıfsal bir eşitsizliği vurguladığından böyle merhamet gösterileri yerine sistem değiştirilmelidir. Bireysel sorumlulukların ifasını böylece sisteme havale eder, sosyal devlet vurgusunu yapanlar.
Hayırseverlik ve sosyal refah
Liberal devletten yana olanlarsa söz konusu hizmetlerin devlet için, daha doğrusu vergi mükellefleri için bir yük ve iktisadi açıdan da verimliliğe engel olduğu fikrini savunurlar. Onlara göre piyasa her şeyi düzenlediği gibi, bu sorun için de en optimum düzenlemeyi yapacaktır. Eğer insanlar hala yoksulsalar, bu onların fırsatları değerlendirememesi ile alakalı bir mevzudur ve bunun, toplumun diğer üyelerinin üzerine bir kambur gibi yüklenmesi ‘adil’ değildir. Böyle der liberal piyasa yanlıları. Altta yatan mesaj şudur aslında: yoksullar kendi yazgılarının sorumluluğunu taşırlar. Halbuki açıkça bilinen bir husus ki, piyasa eşitsizlik yaratan bir ortamdır. Yani işi iktisadın “görünmeyen el”ine bırakırsak eşitsizlik kaçınılmaz olacak ve yoksulluk daha da derinleşerek artacaktır.
Ama liberal iktisadın büyüsüne kapılan Avrupa ülkeleri bugün sosyal devlet yükünden nasıl kurtulacaklarını tartışıyorlar.
Bu konudaki en bariz örneği aslında Amerika temsil ediyor. Bilindiği gibi Amerika milyonlarca evsizi, işsizi, yoksul göçmeni ile çoktandır sosyal devlet olmaktan vazgeçmiş durumda. Bu nedenle Amerikan halkının büyük bir çoğunluğunun insanların yoksulluğu hakettiği ve bunun onların kendi problemleri olduğu fikrinde olması şaşırtıcı değil. Beş Amerikalıdan dördü, herkesin kendi sorunlarını kendisinin çözmesi gerektiği görüşündedir.
Pek çok kimse diğerlerinin yaşadığı koşulları, onların “hak ettiği” koşullar olarak görmeyi daha konforlu bulur. Çünkü böyle düşündüğünde kendisine hiçbir sorumluluk düşmez. Halbuki insanların başına gelen dertler çoğu zaman kendi hak ettiği değil, kendisine takdir olunan dertlerdir. Yunus’un dediği gibi:
“Kimine derd verip asla inletmez/ Kiminin dünyada derdin bol eyler/ Kimine bir aba vermez ki giye/ Kiminin atına atlas çul eyler”.
Şu bir gerçek ki, yoksulluk, devletin de piyasanın da eline bırakılamayacak kadar vahim bir sorun insanlık için.Yani bireysel ve toplumsal düzeyde hayırseverlerin bu konuda katkısı zorunlu.
Ama sistemdeki eşitsizlikleri, adaletsizlikleri sorgulamaksızın yoksullara yardım adı altında faaliyetlerde bulunanların bazıları, pek de samimi bir görüntü çizmiyor. Şöhretlerin konserler düzenlemesi, küresel sermayenin, sömürerek açlığa mahkum ettiği ülkelere gıda yardımı yapması, bazı kurumların insanların acılarını sergileyerek yardım toplamayı bir ‘şov-bizınıs’ haline getirmesi… Bunlar dikkate alındığında, hayırseverliğin, yoksulluğu ortaya çıkaran sistemi meşrulaştıran bir araca dönüşme riskini taşıdığı görülür.
Fakat şu bir gerçek ki tüm dünyada devletler küçülme temayülünde, sosyal refah devleti çöküyor, küresel kapitalizm ise bütün vahşetiyle tedavülde. Bu durumda, bireysel ve kurumsal hayırseverliğin devreye girmesi zorunlu. Zaten insanların, sorumluluklarını sisteme ya da bizzat yoksulların kendi kaderine yükleyerek kurtulmaları da ahlaki olarak savunulabilecek bir tavır değil.
Başkalarının yaşadığı koşulları, onların hak ettiği koşullar olarak gören kolaycı ve konforlu yaklaşımı sarsmak için yoksulluğun teknik bir mesele değil, siyasal bir mesele olduğunu zenginlerin rahatını bozacak şekilde vurgulamaya devam etmeliyiz. Ama bu arada bütün sorunların çözümünü bir gün sistemin düzelmesine havale eden kolaycı yaklaşıma da teslim etmemeliyiz kendimizi. Çünkü herkes bireysel olarak yapabileceklerinden sorumludur.
Levinas der ki: “Asla yapabileceğiniz her şeyi yaptığınız konusunda kendinizi ikna ve teselli etmeye çalışmayın. Çünkü bu doğru değil.” Ahlaklı bir insan, yeterince ahlaki davranmadığı konusunda şüpheleri olan ve her daim bir çaba içinde olan insandır. Bu yüzden bireysel olarak bizi aşan boyutlarına ve hayırseverliğin küresel sistem içindeki stratejik rolüne rağmen, yoksulluğa ve yoksullara dair yaptıklarımızı ve yapabileceklerimizi sorgulama titizliği, ahlakın bir gereğidir.
nazifesisman@gmail.com
Cok guzel lakin Nazife Hanim yazdigi gazetenin sahiplerinden ve onlarin etrafinda donen iktidar iliskilerinden baslamali.