Meryem Rabia Taşbilek – Yalancı Pehlivanlar ve Pürüzsüz Ciltleri
Vaktiyle üniversitenin koridorlarından birinde yer alan kahve makinası bozulduğunda tamire gelen adamın dizleri üzerinde durur vaziyette yaptığı kısa çaplı mekanik çalışmayı izlemeye koyulmuştum. Adam dizlerinin üzerinde işe koyulmadan evvel birer dizlik geçirmişti üzerine. Çok kısa süren işinden neredeyse daha uzun sürmüştü bu dizlikleri giyip çıkarması. Fakat elbette işi hayli uzun da sürebilirdi. Bu durum hayrete düşürmüştü beni ve üzerine uzun uzun düşünmüştüm. Muhtemelen adam bir gün içinde aynı kahve makinesi şirketinin pek çok arızalı mekanizmasını yine aynı şekilde dizlerinin üzerine çökerek tamir etmeyi tekrarlayacağından çok kısa süre için gereksiz gibi görülebilecek bu önlem onun için uzun vadede hayli yerinde olmalıydı. Uzun yıllar alanı olan psikolojiyi bırakıp tır süren ve sonra da İngilizce öğretmenliğinde karar kılan İngilizce hitabet hocam, eskiden her gün birkaç defa tırın küçük basamağını kullanarak inmek yerine, yere zıpladığı için şu sıralar dizlerinde ciddi problem yaşadığını söylemişti bir müddet evvel. İki olayı birbiriyle birleştirdiğimde ilk örnekteki temkin daha da anlamlı bir hal alıyor haliyle. Peki iş güvenliği yaptırımlarıyla bu örnekleri birbirine bağladığımızda: Kapitalizm gerçekten bir tamircinin dahi dizlerini iş esnasında anne şefkati gibi bir ihtimamla koruyup gözeten bir mekanizma mıdır yani? Biraz daha zorlasak belki böyle bir profil bile pazarlayabiliriz gelişmekte olan ülkelere demek ki. İnsanlar bu yazıyı minnet dolu bir duygusallıkla göz yaşları içinde bile okuyabilirler, belli mi olur. Nasıl olsa dünya pazarı öyle garip bir yer ki ne pazarlarsan gidiyor! Mesela şuan ben bu satırları yazarken kütüphanenin lavabosundan çok rahatsız edici yüksek bir uğultu sesi geliyor, elektrikli el kurutma makinesinin sesi bu… Elinizi peçeteyle değil bu makineyle kurutun, ağaçların katledilmesini durdurun gibi bir cümle yazılı makinenin üzerinde. Makine pek çok metal ve plastik parçadan yapılmış ve elektrikle çalışıyor, üstelik çok da gürültü çıkartıyor. Makul bir hesap yapılsa ve bu yolla baştan sonra bir kıyaslama tamamlansa muhtemelen bu makinenin yapımı için geri dönüşüm kağıtlardan yapılmış peçetelere ve hatta eski kumaş mendillere nazaran dünya kadar atık madde ve doğal ürün katlediliyordur. Ama pek haşmetli kapitalizmin yaldızlı pazarlama dünyasıyla bu ürün kütüphaneye girmeyi başarmış. Tüm bu farkındalıklar içimde ve dışımda varlıklarını sürdürürken, normalde takip etmediğim halde bir vesile ile Taraf Gazetesi’nden bir yazarın “İşçileri Kapitalizm mi Öldürüyor?” başlıklı bir yazısını okuma talihsizliğinde bulundum. Farklı fikirlerden haberdar olmak ayrı bir mesele ama en azından zaman ayırmama ve canımın sıkılmasına değsin istiyorum denk geldiğim haberler, yazılar. Bu yüzden de birkaç istisna dışında da uzun süredir haberleri ve gazeteleri takip etmiyorum. Zaten Taraf Gazetesi’ni de zaman zaman denk geldiğim köşe yazıları dışında kendi Taraf olma halime hiç yakın bulmuyorum diğer tüm yüksek tirajlı medya kolları gibi. Kıymetli bir yakınımın görevini kaytarıp maaşını almaya devam eden kimi memurları gördüğünde sarf ettiği “Yalancı Pehlivanlar” diye bir tabir var, bu tabir ekseriyet sular tatlandığında ve paralar aktığı sürece küheylanlık yapan insanlar için de çok yerinde olsa gerek. Taraf da benim için bu mesabede. Zaten ismi Taraf olduğu halde durduğu yere dair tüm sivri çıkış örneklerine rağmen çok muallak bir yerde benim için. Bunun ötesinde daha derine dayanan “beslenme” ve yaşama tercihlerimize uzanan paradigma farklılıklarımız da mevcut. Bahsini ettiğim yazıda özetle geçenlerde bir alışveriş tapınağının yapımında çalışanların kaldığı çadırda çıkan yangında ölen 11 işçi için kapitalizmin günah keçisi yapılmaması gerektiğinin altı çiziliyordu. Meğer bizim memleketimiz gibi gelişmekte, kapitalizmin son sürümüne yetişmekte olan veya sosyalist ülkelere nazaran, aslında kapitalizmin tam sürüm işlediği yerlerde insanların can güvenliğine daha çok dikkat edilirmiş. Bir de yazar sanki kapitalizmin tek alternatifi sosyalizmmiş gibi, sosyalizm üzerinden kapitalizmi aklamaya çalışmıyor mu insanın iyice canı sıkılıyor. Üstüne üstlük bu kıyas mantığını da İslam ve az gelişmişlik arasında bağ kurulmasının mantıksızlığıyla eşleştirip birinin reddi üzerinden diğerini gerekçelendirmeye çalışıyor. Kapitalizm giderse yerine sosyalizm gelir savı Amerika’da doğduğundan beri medya hormonuyla büyümüş halkın büyük bir kısımına da bu şekilde lanse ediliyor yıllardır. Bu yüzden Wall Street’teki pek çok genç bile habercilerle konuşurken kapitalizmi reddiye yerine, kapitalizmin bu şekliyle iyi çalışmadığını gözden geçirilip farklı bir şekilde onarılarak hayata geçirilmesi gerektiğinden bahsediyorlardı. Sisteme dair kafa yoran pek çok insan farklı alternatiflerin de var olabileceğinden ziyade kapitalizmin iyileştirilmesinden bahsediyor genellikle. Bunun bir adım ötesinde: Ne yani sosyalizm mi gelsin, diyen sağcılar garip bir agresifliğe bürünüyorlar. Chicago yakınlarında küçük turistik bir kasabada kahvaltı servisi yapan Amerikalı bir bayanın Fox Tv’den edindiği Dünya görüşüne göre Obama’dan nefret edip sağcıları desteklemesinin en önde gelen sebebi Obama’nın ülkeye komünizm getireceğine inanmasıydı. Güler misin ağlar mısın? Oysa ki, Obama’nın neredeyse bütün yardımcıları Yahudi iş adamı ve politikacılardan oluşuyor. Hiç endişelenmeyin Obama’nın o bahsettiklerinizle yakından uzaktan bir ilgisi yoktur dediğimde, bahsini ettiğim bayan daha da ateşlenip, hırçınlaşmaya başlayınca ben de konuyu devam ettirmek yerine kahvaltılıklara yönelmiştim bir müddet evvel. Yukarıda işçilerin ölümü ve kapitalizme dair yazıyı kaleme alan yazar da sonradan öğrendiğime göre Amerika’da master yapmış. Fakat sanırım kendisinin yurt dışında, kapitalistlikleriyle ön plana çıkmış ülkelerdeki tüm tecrübeleri ve etkileşimde bulunduğu insanlar beyaz yakalı çalışanlar ki kapitalizm hakkında bu kadar toz pembe konuşmadan kendini alamıyor.
Yazının bir yerinde şöyle ifadeler geçiyor: “Zira günümüzün kapitalist olarak nitelendirilen gelişmiş ülkeleri, aynı zamanda dünyada iş yeri güvenlik standartlarının en detaylı şekillerde belirlendiği, uygulandığı ve denetlendiği yerler durumundadır. Bütün önlemlere rağmen kazalar yaşandığında ise, bu ülkelerde gerek tazminat sistemi gerekse (gelecekte benzeri kazaları azaltmaya yönelik) geri bildirim mekanizmaları çok daha hızlı ve etkili bir şekilde işlemektedir.” ve akabinde sosyalist ülkelerdeyse diye devam ediliyor… Ve çocuk işçi çalıştırmanın ve benzerlerinin az gelişmiş ülkelere yahut sosyalizme has bir şey olduğu gibi gerçek dışı bir tezle çarpıcı bir kontrast yapmaya çalışılıyor. Kapitalist ülkelerdeki bazı standartlardan sıyrılmak için bazı şirketlerin üretim için diğer ülkelere kaçtığını söylüyor. Sanki kapitalizmi bu şirketlerden ayrı düşünebilirmişiz gibi. Ya da ucuz iş gücü olarak bu kapitalist şirketlerin farklı ülkelerde köle “gibi” çalıştırdığı insanların yok pahasına ürettiği ürünleri dönüp bu kapitalist ülkelerde pazarlamasını, insanların bu zulümleri bile bile bu ürünleri maliyetlerine nazaran ciddi fahiş fiyatlarla almalarını kapitalizm ve kapitalist ülkelerin gerçeğinden filtreleyip ayırabilirmişiz gibi.
1984’te Hindistan’da yaşanan Bhopal faciasını ele alalım mesela. 15.000 ila 20.000 (sadece ilk gün 8.000) insanın ölümüne, 558,125 kişinin yaralanıp sakat kalmasına (200.000’i 15 yaş altı çocuklar, 3.000 kadar hamile kadın) ve 800.000 insanın da muhtelif şekillerde zaman içinde etkilenip, sakat kalmasına sebebiyet veren, şu pürüzsüz ciltler için pazarlanan Dove ürünlerine ve Bayer’e kimyasal madde üreten DOW Kimyasal’a ait fabrikayı ele alalım mesela. Şimdi kapitalist ülkelerin iş güvenliği ve tazminat sistemini sadece Dove’un Amerika’daki pazarlama şirketleri çerçevesinde lanse etmek gerçekten cildimizdeki kadar kolay ellerimizdeki, kalemimizdeki kirleri, kanları silebilir mi? Bir şeyleri aklamaya çalışırken kalemimizi kimlerin kanlarına bandığımıza bir bakmak gerek! Hindistan’daki bu insanların pek çoğuna hala tazminat verilmemiş, verilenlere ise komik rakamlar lütfedilmiş. Hem mesela sistematik olarak İngiliz sömürgeciler tarafından kolları kesilen dokuma işçilerinin tazminatına İngiliz hazinesi yeter mi? Gerçi bunlara benzer örnekler için bu kadar geçmişe gitmeye de gerek yok ama geçmişin itirafı daha bir patavatsız gerçekleşebildiğinden insanlara reva görülenlere ulaşmak görece daha kolay olabiliyor.
Modern aklın hastalıklarından biri olan, gerçeği parçalara bölerek servis etmesinin tezahürlerini muhatapları olarak ne zamana kadar hiç bir rahatsızlık duymadan yutacağız bilemiyorum. Yazarın ve yandaşlarının övüp, makul göstermeye çalıştığı kapitalizm, farklı ülkelerin insanlarını ucuz iş gücü için sömürürken burada kapanan fabrikalar yüzünden işsiz kalan, evinin uzun süre vergisini ödeyemediği için evinden olup sokaklara düşen insanlar çizdiği pembe tablonun hangi arka sokağında görmezden geliniyor çok merak ediyorum. Beyaz yakalı arkadaşlarını arada bir yurt dışında tatil maksatlı ziyarete gitmekle oluşabilecek gözlemler bizi sanırım yine Plaza Forsalığına methiyeye götürüyor. Gelin de görün Amerika’nın arka sokaklarını. Amerika, askerleri için savaş taktiği öğreniminde kullanılan Similation Game/Bilgisayar oyunlarına 6 milyar dolar harcarken, büyük otellerin havalandırmaları, çamaşır kurutma makinelerinin buhar bacaları önünde eksi derecelerde yerde yatan binlerce insanı bu efsunlu tabloda nereye yerleştirmeli? Binlerce değil, milyonlarca evsizi, işsizi, Amerika’da bugün ne yemek yiyeceğini bilmeyen 35 milyon insanı… Sırf okul masrafları için devletten burs almak için dünyanın öbür ucunda tanımadığı insanları öldürmeye ikna edilebilen gençliği!.. Kaçak statüsü yüzünden yıllardır sigortasız yok parasına haftada en az 70 saat, siz ön tarafta birinci sınıf yemek yerken bulaşık yıkayan Meksikalı, Latin Amerikalı işçileri, 2 yıl askeri görevde bulunurlarsa vatandaşlığa geçebileceği sözüyle kandırılıp dünyanın binbir yerinde Amerikanın, kapitalizmin doymak bilmeyen, hortumsu gırtlağını doyurmak için savaş maşası olup, geri geldiğinde de vatandaşlık sözü yerine getirilmediği için yine kaçak çalışmaya dönen, askeriyede silahlı tabur yerine tamirci olduğu için sevinen o Meksikalı gençleri bir görün de ondan sonra ahkam kesin! Bosna’dan buraya savaş sonrası iltica edip buranın en büyük süper market zincirlerinden birinde (Walmart) raflara eşya taşırken belini incitip bir yıldan fazla zamandır hakkını alamayan komşuma sormak lazım mesela gelişmiş ülkelerdeki kapitalizmi. Ya da Chicago’nun en meşhur caddesi Michegan’da bulunan bir otelin önünde aylardır değil yıllardır “sessizce” grev yapan o göçmen işçilere sormak gerek kapitalizmin o güleç yüzünü. Yahut sınırdan resmen geçişi zorlaştırılıp, daha rahat sömürmek, asgari ücretini ödememek ve sigortasıyla uğraşmamak için sistematik olarak kaçak geçmesine göz yumulan, pestili çıkana kadar metropollerde çalıştırılıp, her türlü ayak işi yaptırıldıktan sonra bir de ülkeye girerken ailesinden “kimi istatistiki zaiyatlar” vermişken, “wet back: ıslak sırtlı” diye tiye alınıp, aşağılanan bu insanlara sormak gerek kapitalizmi! Bakalım, gelişen ve gelişmekte olan kapitalist ülkelerin yüzündeki fondoten farkı ne kadarmış!
Bizim memlekette işçiler ölüyor, ölmezse sürünüyor. Zaten asgari ücretin açılımı da buna tekabül ediyor. Amerika’nın güneyindeki sebze üretim bölgelerinde kaçak mültecilerin bir kısmı seralarda, tarlalarda başlarında silahlı insanlar zoruyla hala karın tokluğuna köle olarak çalıştırılıyorlar, kimsenin gıkı çıkmıyor, bu habere dair bir program ve araştırma kitabı Chicago’nun resmi radyosunda yayınlandığı halde! Bu insanlar ya bizdeki kot işçileri gibi ölüp gidiyorlar ya da korunaksız şartlarda yapmak zorunda kaldıkları meyve sebze ilaçlamalarından zehirlenip işleyemez hale geldiklerinde hiç bir güvenceleri olmadığı halde kullanılıp atılıyorlar, kapitalizmin insan çöplüğüne. Şimdi kapitalist ülkelerde işçi hakları mı dediniz sizi tam duyamadım, kulaklarım uğuldamaya başladı! Sizin rahat koltuğunuzda methiyeler yazdığınız bu ülkelerin üst sınıf beyaz yakalı çalışan ve çalıştıran benzerleri bizim ülkemizde de zaten çalışma şartlarından şikayet edecek insanlar değiller, onlar anca temelinde çalışan işçilerin yanarak öldüğü o devasa alışveriş merkezlerindeki kampanyalardan bahsederler size!
Zaten artık dünyayı da, ülkeleri de şirketler yönetiyor. Bu şirketlerle iletişim halindeki Akp, Chp ve benzerleri de aslında birer şirket ve bunların hiç biri asla müşterilerini-seçmenini-
Kapitalizm yaşadığımız zamanda tecrübe ettiğimiz imtihanlardan biri, hayat imtihanımız kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dönemde başladı ve devam ediyor. (İster istemez seküler jargonun etkisi altında kalıp sanki kapitalizmi içselleştirir gibi çağımızın gerçek-lerinden biri- ifade sürçmesini bu şekilde düzeltsem daha uygun olur sanırım) ve maalesef bu çağdaki Firavunların büyücüleri sayesinde ve belki de biz de öyle inanmak istediğimiz için bazılarımız onu özgürlüğün tek nedeni ve hatta tüketim imkanı üzerinden tek gayesi bile kabul edebiliyor. İnsanı insan yapan her şeyin hiçe sayılması üzerinden vahşice işleyen bir mekanizma. Şüphesiz güçlü olanın zayıf olanı sömürmesi bu çağa ait yeni bir durum değil fakat Kapitalizm bunu Dünyayı yutucu bir sistematiklikte yapmayı sağlıyor. Üstüne üstlük bunu kitleleri etkisinde bırakan yine kendi ürünü olan bir etik şemsiyesi altında da himaye edip yaygınlaştırıyor. Onu elbette doğru tanımlamak insanoğluyla beraber dünyadaki diğer varlıkların da lehine. Bu konuda kafi bir donanıma sahip olmasam da kapitalizmin en azından ne olmadığını biliyorum. Olduğundan daha büyük algılayıp, onu putlaştırmaktan sakınma hassasiyetiyle birlikte bu kadar imgesel yahut toz pembe bir çerçeveyle tamamen içselleştirilmesi de asabımı bozuyor. İşin içine bir de tüm farkındalıklara rağmen bir çarpıtma giriyorsa, tüm bunların birileri tarafından illa ki seçilecek yollar olduğunu bilmeme rağmen midem bulanıyor. Hele ki bu içselleştirme sahipleri farklı kisvelerde geniş kitlelere hitap ediyorlarsa çok büyük bir sorumluluk bu. Evet toplumda yaşanan sıkıntıları iyice soyutlaştırılmış bir kapitalizme mal etmek çevremizdeki kanlı, canlı sorumlularla, kendi hata ve açıklarımızla yüzleşmemize de mani olmamalı. Fakat samimi bir teşhis ve silkinme için kapitalizmin insan hırs ve biriktirme, hükmetme tutkusunun tesir alanını genişleten, ellerimizle yaptıklarımızın yakıcılığını büyüten ve onu bir araç olarak kullanananı bile kendi mekanik dişleri arasında yutan bir mekanizma olarak hayatımızın her yerini kuşatmakta olduğunu da görmezden gelemeyiz. Mustafa Özel’in bir söyleşide dediği gibi artık kapitalizm yoluyla aştığımız sınırların şerlerinden, hayatımızdaki olumsuzluklarından kurtulabilmemiz için sanırım kat ettiğimiz yolu gerisin geri dönmek de kafi olmayacak. Zaten haddi aşmamız geri dönüş yolumuzu da imha ediyor. Yaşamın içinde yeni öze dönüş için yeni patikalar açmak gerek. Ve evet bu yazı hazır, kapsül alternatifler sunmuyor olabilir ama bunun bu yazı için gerekli olduğunu da düşünmüyorum. Bazılarımıza bir kısım “az gelişmişliğin nimet olduğunu” anlatmamız nafile. Evvela neleri asla yapmamamız gerektiğini bilmek, ne yöne nasıl gideceğimize dair aradığımız cevaplara ulaşmamızı kolaylaştıracaktır. Zaten her halükarda yolculuğumuz devam etmekte. Öyleyse bu yolcuğun nasıllığını günden güne daha da netleştirmeye çalışırken bize en büyük yardımı nasıl olmaması gerektiğine dair farkındalığın kendisi verecektir. Herkes hayatla, kapitalizmle olan imtihanını kendine has yolculuğunda verecektir. Mataramızda tuzlu su, gönüllü bir sadelikle, yolda tökezlemelerimizi asgariye indirmekten yana bir tevekkülle ilerlemek kafi olsa gerek hayat sergüzeştimiz için. Kapitalizm kendi başını kendi yiyecektir.
yazı oldukça güzel. özelliklede dünayı kendi rüyasında yaşayan kendini islamcı olarak gören birinin yazması daha anlamlı kıldı. her şeyin kader olmadığın anlası bir dindar için en önemli aşama.. bende ianan biriyim ama emeğin her şeyin üstünde olduğunu düşünüyorum.
Ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger, Siyaset Sosyolojisi adlı kitabının bir yerinde 1. Napolyon’un şu sözlerine yer veriyor:
“Din olmazsa bir devlette düzen nasıl korunabilir? Servet eşitsizlikleri var olmadan toplum var olmaz; din olmadan da servet eşitsizliklerini sürdürmek olanaksızdır. Karnı tıka basa dolu bir adamın yanıbaşında bir başkası açlıktan ölmekte ise berikinin bu durumu kabullenebilmesi için bir makamın çıkıp ona ‘ne yapalım Tanrı’nın dileği böyle’ demesi gerekir…
Selam,
yazıya dair fikrinizi paylaşıp konuya dair ilaveler bulunmanız memnuniyet verici. Teşekkür ederim. Okuyunca belirtmek istedim. Umarım site için uygundur. Vaktiyle ülkemden yasaklar vesilesiyle ayrılmak durumunda kalmasaydım size buralardan yazmak istemezdim. Neki inşallah en yakın zamanda döneceğim. Sadece bazılarının aksine kolay şartlarda okumadığım için bol rötar yapıyorum. Bu yazıyı burada kaleme alırken içeriden bunları gözlemlemenin imkanıyla beraber burukluk da yaşadığımı söylemeliyim. Buradaki ve ülkemizdeki okul endüstrisinden haberdar ve muzdarip olup yine de muhalif duruşuma rağmen onun çarkları arasına sıkışmış biriyim nihayetinde. Modern insanın trajedisinden herkes gibi payımı alıyorum.
İlaveten yazıdan İslamcı olduğum kanaatine varmak biraz zorlama olmuş. Kendimi bir Mü’min olarak tanımlasam da ideolojilerden beriyim. İslamcıların da, Müslümanların da hepsi kader mevzuuna resmettiğiniz toptancılıkla yaklaşmaz. Her şeyin kader olmadığı algısı ile kader kavramının neliği paralel tartışılacak bir mesele. Elbette burada kaderi açıklamaya kalkacak değilim ki aynı inancı paylaşan insanların bile aynı kavramı farklı algılaması rastlanan bir şey. Herkes adına konuşamam ama bu düşüncede yalnız olmadığımı da belirterek kaderin kendi ellerimizle yaptıklarımızdan beri olmadığını inancımın bir gereği gördüğümü söylemeyiyim. Kuran’da kişinin kendi elleriyle yaptıklarının karşılığının verileceği hep vurgulanır. Yer yüzünde kendi ellerimizle yaptıklarımız yüzünden huzurun bozulduğu defalarca ifade edilir. İçlerinde düşünmenin şükretmek, soru sormanın ibadet, duanın eylemsel/fiili olanının daha değerli olduğuna inan kıymetli pek çok insan var. Umarım bu gibi platformlar vesilesiyle de birbirimizin düşünce dünyalarına daha sağlıklı temaslar gerçekleştirebiliriz ve görünmez Berlin duvarlarımızın en azından bir kısmını yıkabiliriz. Dikkatli okursak yazıda Kapitalizm’e dair muhataplarıma bazı farkındalıklar katmaya çalışsam da -İslam dahil- hiç bir alternatif de sunmadım. Herkesin Kapitalizmin hoyratlığı ile kendi yolculuğunda kendi sınavını verdiğini söyledim nacizane.
Siyaset bilimciler inançların afyon olarak servis edilmesini hem teşhis hem de iş icabı teşfik edebilirler yeri geldiğinde. Bu durum ve üzücü örnekler inandıklarımızın özüne dair değil bizim onu muhatap alışımızla, hayata geçirişimizle ilgili. Alıntıladığınız ifadelerin her toplumda karşılığı yaşandı, yaşanıyor. Din Allah’ın dini, onu temize çekme derdine düşecek değilim. Lakin iman edip, varlığıma giydirdiğim anlamın gölgesinde, şu evrende soluklana soluklana ilerlerken, yaşamıma yansıtmaya çalıştığım hayat formunun en azından doğru anlaşılmasından yana çapımca bir uğraş vermeye çalışırım elbette. Üstelik onun üzerinden yıllardır ötekileştiriliyorken… Tarih boyunca Tevhid Dini Kuran’da da rahatlıkla görüleceği üzere dinsizlikle değil, “Afyon Dinleri”, dindarlarıyla; velev ki kendilerini müslüman olarak tanımlasalar bile, mücadele etmiştir. Mesela Marx’ın reddettiği din/darlık ile, İbrahim’in reddettiği din/darlık aynıdır. Reddettikleri üzerine mutabık olsalar da sundukları alternatiflerde ayrışırlar. Tek sorun afyondur ifadesinin genelleme içermesidir sanırım. İsa’ya saldıranlar ile Ebu Zer’i yalnız bırakanlar, dışlayan “müslüman”lar aynı “Afyon Dinin” mensubudur aslında. Yeni ahitte, Matta 23’te din bezirganlarına yapılan tenkidi alıp bu güne baksak aynı tas aynı hamam, benzer suistimallerin hala yaşandığı çok açık. Fakat aynı din bezirganlarına karşı direniş de aynı dinin kaynaklarından filizlenmiştir. Sadece birbirimizi ötekileştirme gafleti yüzünden yeterince haberdar olmıyoruz. Marks bundan haberdardır yahut değil ama onun reddettiği marangoz İsa peygamberin, mütevazi yaşamıyla bizlere örneklik eden Muhammed Peygamberin tanrısı ve dini değil, giyinişiyle, yaşantısıyla Bizans İmparatorunu andıran ve zalim sistemin Hamanlığını yapan Papa’nın tanrısıdır. Fakat yıllar boyu bu gerçeği gör-e-meyen zihinler taklitçi bir yaklaşımla İslam’a saldırmakta hiç olmadı yaşamlarında mesafe koymaktadırlar.
Zulmettmemeyi ve yeryüzündeki zulümlere mani olmayı, tartıda adil olmayı, inanan insan olmak için kendisine de inanılan, güvenilen, emin insan olunması gerektiğini telkin eden, sürekli yeni farkındalıklarla bilinci beslemeyi teşvik edip, bu evrende insanı, insanlığa dair dert sahibi eden bir din nasıl olur da afyon olabilir? Her türlü hakikatin örtülmesini küfür olarak niteleyen, sabra davet eden, bir topluluğa karşı öfkeniz sizi adaletle muamale etmekten men etmesin diyen bir yaşam formu nasıl afyon olabilir? Birileri Din’in aktif, otokontrol melekesini bileyleyen içeriği suistimal edip, rantına ve hevasına malzeme yapmaya kalkıyorsa, kurumsallaştırıyorsa, aslını tahrip edip hatta afyon olarak kullanıyorsa, buna tepki için özümüzü gürleştiren İslam’ın bizatihi kendisi neden bu ithamı hak etsin ki? Dinleri kurumsallaşıp, kilise aracılığyla -ki bizde de muhtelif kurumlar ve kuruluşlar bunu yapmaktadır- mazlum halkın canını okuyan, semiren, rantının nesnesi, oy malzemesi kılanları yergi mesabesinde yapılan tanımlamaları genellemek ve dini yaşamlarına yansıtanları da bu uygulamaların dünyasına ulamak haksızlık oluyor diye düşünüyorum. Uzattım, affola…
Esenlik dilerim.
Sayın “brain002”, üzülerek görüyorum ki 2-3 yıldır yapılan, emek adalet’in de bir katkı koymaya çalıştığı tartışmalardan pek verim alamamışsınız. Kendi durduğu yeri kadir-i mutlak, diğer insanların fikirlerini de ancak kendi bulunduğu “yüksek” mevkiye “aşama” aşama yükselme istidadı gösterdikçe değer veren bir bakış, mimlediğimiz ilk yanlışlardan biriydi. Ne kadar becerebildik ayrı konu, ama yorumunuz bu açıdan çok beter. Ayrıca bu tarz son derece vasat ve basit din eleştirilerinin ufak bir cemaat dışında kimseye hitap etmediğinin görülemiyor oluşunu kibrin bir diğer beter sonucuna, yani körleştirici etkisine bağlamamak elde değil. “Emeğin her şeyin üstünde” olduğuna iman etmişsiniz madem, ben de size marx’ın gotha programın eleştirisi’nin birinci maddesine göz gezdirmenizi rica etmiş olayım o zaman. Belki üzerinden kibir devşirdiğiniz imanınızda ufak bir soru işareti oluşur. Ben kibirden Allah’a sığınırım. İnşallah sizin de sığınacak bir yeriniz vardır.
yazar kapitalizmin tek alternatifi sosyalizm değil diyor. ekonomik bir model olarak komunizm, anarşizm, sosyalizm ve kapitalizm dışında bir model var mı? yıllardır var diyen bazı çevreler aslında “devlet kapitalizmini” yahut “anarşizmi” savunduklarının farkına varmadan ekonomi politik ilkeleri göz ardı ederek alternatif yarattıklarını sandılar..siz bunların dışında bir yöntem olarak ne koyuyorsunuz? ve koyduğunuz bu yeni biçimde artı değer sömürüsü, üretim araçlarının kontrolü, para- kar ilişkisi, mülkiyet hakkı, para dolaşımı , meta üretimi konularında ne diyor?
Kamil bey makul sorular sormuşsunuz. Alternatif üretmeye çalışanlara dair “Yıllardır var diyen bazı çevreler aslında “devlet kapitalizmini” yahut “anarşizmi” savunduklarının farkına varmadan ekonomi politik ilkeleri göz ardı ederek alternatif yarattıklarını sandılar..” teşhisinize de katılıyorum. Dahili eleştirilerin bile sistemi beslediği gibi garip ve girift bir hakikat var karşımızda. Ejderhayı ortadan kaldırmaya çalışıp onun yerine ejderha kesilenlerle dolu bir tarih var karşımızda maalesef. Bu yüzden ben oy kullanmıyorum. Yine benzer sebeplerle de alternatif sunmaktan sanıkınıyorum açıkçası. En azından şuan bulunduğum noktada durum bu. İdeolojileri aşkın kimi müştereklikler geliştirmemiz gerektiğine inanıyorum. Boşnak bir yönetmen her ülkenin halkını rafine bir süzgeçten geçirseniz o ülkenin yöneticisine ulaşırsınız mesabesinde bir cümle kurmuştu söyleşisinde. Nasılsanız öyle yönetilirsiniz ifadesinin bir başka versiyorunu ki katılamamak mümkün değil. İdeolojik, sistematik akımların elinden ziyade toplumsal adım adım değişimlerin yönetimimizi de değiştireceğine inanıyorum. Yoksa “muz” adında bir sistemle bile yönetilsek esenlik içinde olabiliriz gibi geliyor bana. İslami bir sistem olması için yani İslami kriterlere uyması için adının İslam sistemi olması gerekmez. Hatta bana göre suistimallerden sakınmak için olmaması elzemdir. İçindeki diğer farklı güruhlarlara karşı Müslümanların psikolojikmen bile ayrıcalıklı olmaması için isminin bu kadar net nitelemelere sahip olmamasını yeğlerim. Nitelikte inancımın vurguladığı ahlaki kriterlere uyumlu olması kafi. İslama baktığımda da bu konuda hazır bir sistem sunmuyor ideolojilerin aksine anladığım kadarıyla. Yapılmaması gereken şeylere vurgu yapıyor faiz, tartıda adil olma, yığmama, gibi… İnananları teşfik ettiği şeyler var. Ki zekatın da toplumsal bereketinin olması için gönüllülük esasına dayanması lazım. Yoksa tanrıyı aldatmaya kalkan sözüm ona bir sürü Müslüman var. İçisinin hakkını vermeyen, sigortasını ödemeyen bir iş verenin “potansiyel” zekatından ne hayır gelir. Elbette bu benim şahsi düşüncem. Şuan okurken kimi kısımlarına ne gibi eleştiriler getirdiğimi hatırlamam için yeniden göz atmam gerekse de vaktiyle Haydar Nakvi-Seyyid Nevvab’ın İnsan Yayınlarının çevirisiyle basılan Ekonomi ve Ahlak eserinden hayli istifade etmiştim. Esenlikle, Selam.
kamil bey güzel bir hususa parmak basmışsınız. önemsediğim bir husus olduğu için ben de bişi yazayım istedim. “islam iktisadı”nın pek de gelişkin bir model olmadığı ve var olan kimi diğer modellere öykündüğü konusundaki eleştirinizde haklısınız. ama ben benzer bir eleştirinin, şüphesiz daha az hak etse de, komünizm, anarşizm ve sosyalizm’e yönelik olarak da yapılabileceğini düşünüyorum, gördüğüm ve okuduğum kadarıyla.
anarşizmin iktisadi modeli zaten hep yumuşak karnıdır, onu geçiyorum. komünizm ve sosyalizm de ekonomik model anlamında bana artık asıl olarak bir modelden ziyade bir değilleme, olumsuzlama gibi geliyor. yani özel mülkiyet olmayacak, piyasa olmayacak vs. gibi, kapitalizmi aşmak için kapitalizmin kurumlarının ilgası. bu anlamsız demiyorum, ama bunlar tek başına derli toplu bir model pek de oluşturamıyor aslında. tamam kapitalizmin kurumlarını ilga edecez de yerine ne koyacaz ki ondan daha iyi olacak. ortodoks marksizm büyük ölçüde mülkiyeti ve kontrolü devlete havale etti. troçkistler “işçi denetimi”ni bu resme ekledi. ama benim görebildiğim kadarıyla en azından
1. üretimin idaresinin hangi ölçekte, kim tarafından ve nasıl yapılacağı
2. talebin nasıl tahmin edileceği ve arzın miktar ve nitelik olarak nasıl belirleneceği
3. bölüşüm
konularında çok tatmin edici cevaplar yok sanki o cephede de.
Burada tabii ben “üretimi, yönetimi her şeyi devlet yapar, çok da güzel sosyalizm olur” argümanından tatmin olmadığım için o tezi otomatikman eliyorum zaten. Burada anlaşamıyorsak o zaman yazdığım anlamsız kaçabilir tabii o başka bir tartışma. Bu konularda sosyalist literatürdeki boşluklara ve üretilmesi gereken zor cevaplara dair güzel bir özeleştiri ve katkı niteliğinde Lebowitz’in özyönetim üzerine yazdıkları benim zihnimi çok açmıştır. Yordam’dan çıkan kitabında çok güzel bir bölüm var, başka yazıları var. Venezuella’daki pratik deneyimlerden de hareketle çok gerçek ve somut formüllerin ve kurumların peşinde kendisi ve iş o somutluğa gelince aslında teoride devletin bir şekilde kontrolüne havale edilmiş ne kadar büyük boşluklar olduğu daha net ortaya çıkıyor.
Bu ama şu değil yanlış anlaşılmasın sosyalist iktisat özgün bir saha olarak tabii ki İslam iktisadından daha gelişkin, ama farkı fazla abartmamak lazım gibime geliyor. Burada tabii islam iktisadının çağdaş bir düşünce olarak geçmişinin fazla uzağa gitmediğini ve 1960’lara dayandığını hatırlamakta fayda var. Bu mazeret değil tabii ama sebeplerden bir sebeptir yine de.
Meryem Hanım; cevabınızı zor da olsa okudum. Sanırım yazarak rahatlama yöntemi seçmiş birisiniz.Çünkü cevabınız en az yazınız kadar uzun geldi:) Neyse konuya dönersek ABD de okuma bir şans mı şansızlık mı? Onu bu fırsatı yakalamamış insanlara sormak gerek aslında nerden baktığınıza bağlı.Yazınıza dönersek İslam, yukarıdaki okuycununda paylaştığı gibi gerçekten kapitalizime alternatif olacak özellikleri bünyesinde barındırıyor mu? Hangi yönleriyle bir alternatif olabilir? Kuran da zengin-fakir-,yoksul-gariban gibi kavramlar çokça geçmektedir. Ayrıca zekat gibi bir bireyi, kendinden malca yüksek mertebede yer alan bir bireye muhtaç eden dinsel bir paylaşım aracı varken Sosyalizimdeki sınıfsız bir topluma ulaşma ihtimali söz konusu mu? Aslında İslamın böyle bir amacı var mı? O bile tartışılır. isize aşağıda bir yazı paylaşacam ahlıklı olmak için gerçekten bir kutsal metne ihtiyaç var mı onu güzel sorgulayn bir yaz. yazı Batı dergisinde yayınlanmıştır. sitenin kurallarını bilmiyorum ancak aşağıdaki yazı hakkındaki düşüncelerinizi burdan ya da burda yayınlamıyorsa brain0002@hotmail.com adrsine beklerim. ciden ilginç bir yazı.
Japonlar herhangi bir din kitabı ve peygamberi olmayan bir toplum!
Bizde gündeme getirip tartışan yok ama, Batı dünyası, hele de Katrina kasırgasının ardından yaşadıklarını unutmayan Amerikalılar şaşkınlıkla izliyor Japonları.
Aslında en çok bizim üzerinde düşünüp tartışmamız lâzım.
O kadar büyük bir felâket yaşadılar, görüntülerde başı kesik tavuk gibi sağa sola saldırırcasına koşuşan yok.
Salya sümük ağlaşıp Nerede devlet ? Yardım isteriz, şunu isteriz, bunu isteriz diye cazgırlık eden yok.
Yardım dağıtım noktalarına saldıran yok.
Raflarında çok sınırlı miktarda mal kalmış olduğunu bilmelerine karşın dükkânlar önündeki kuyrukları bozup da cam çerçeve kırarcasına kapılara saldıran da yok , yağmalamanın görülmemesi ,
Katoliklere ait bir web sitesinde Japonlar Hristiyan olmamasına karşın nasıl bu kadar ahlâklı olabiliyor ? sorusu ortaya atılmış. O soruyu sormak Hristiyanlara mı düşer ? Sorsak biz sorarız.
Gerçekten, peygambersiz ve kitapsız Japon toplumu nasıl bu kadar üst düzey insanî nitelikler gösterebiliyor ?
Bir uzmanın açıklaması şöyle;
Japon ahlâkı, günah ve günah anlayışından kaynaklanan korkuya değil, çevreden utanma temeline dayanır.
Örf ve Ananeye dayalı asla vazgeçmedikleri aile terbiyesi .
Ahlâklı olmak için asgariden bir adet peygamber bir adet de din kitabı gerekmediğini uygulamalı olarak ispatladılar.
Sayın Alp; Kibirlenmek ya da aşağılamak söz konusu değildir. Kendini Müslüman olarak ifade eden zümrenin hak,adalet ve emek için yaptığı birkaç çalışmayı sizden rica ederim. İlk defa 1 Mayısa’a katılan bir gruptan mevcut. Herkes o kadar şaşırdıki günlerce haber oldu çünkü bunu hepimiz biliyoruz şimdi iblis diye ifade ettiğiniz ABD’nin yeşil kuşak teorisinin birer parçasıydınız. Bunun boyle olmasının en büyük sebebi Kurandaki İslam anlayışıyla sokaktakinin tamamen farklı olması.
Uzunluğu sebebiyle yazıyı rahatlamak için yazıyorsunuz sanırım gibi bir ifadeyle cevapladıktan sonra muhatap alınmayı beklemeniz enteresan. 1 Mayıstan bahsedip verilen emeğe dair bu tutumunuz da ironik. Aslında her zaman yazıdan yorum kısmına inmek bu riski taşır ama bir umut işte… Kafanızdaki şablonun arkasından yazdıklarımın size ulaşmaması üzücü de olsa normal. Yazının konusu ne Sosyalizm ne de İslam. İçinde Sosyalizmin geçmesi biraz da cevap niteliğinde atıfta bulunduğum Taraf gazetesindeki yazı ile ilgili bir durum. Kapitalizmi içselleştirmek için insanların Sosyalizm (ve hatta İslami? sistemler)le korkutulmasına değindim. Memnuniyet belirtilirken bile aslında Mümin birinin yazmasından rahatsızlık duyuluyor sanırım ki konu İslamcılara kaydı. Bir umut sizin gibi düşünse de ötekileştirme ve indirgemeciliğini bu kadar açık belirtmeyecek kadar da insani fren sistemi devrede olanlar okur diye emek vermiştim yoruma biraz da. En azından bu ötekileştirmelerin boyutunu bir kez daha görmüş olduk.
Kapitalizme dair alternatif sunmaktan yana da teşhis edenin illa ki reçete yazması gerekmez. Emarı çeken insana ameliyatı da yaptırmıyoruz nihayetinde. Bir açıdan da zaten mevcut pek çok sıkıntı da yaşadığımız ve umut edilen yeni sistemlere dair hep böyle reçete ve ameliyat vari keskin uygulamalar arayışında olmamızdan kaynaklanıyor. Ben bir alternatif sunma yükümlülüğünde hissetmiyorum kendimi. Kendi alternatif duruşumu bilincimi beslediğim kaynaklardan almam bunu herkese aspirin gibi dağıtmam/dayatmam anlamına gelmez. Bu yaklaşımla Devletin muzdarip olduğumuz “baba” figüründen pek bir farkımız kalmaz. Farkındalıklarımı paylaşmam arayışımın nihayete erdiği anlamına da gelmez her konuda. Ahlaki olmanın inananların tekelinde olmadığını biz biliyoruz da bazılarımız bir türlü İsyan Ahlakı’nın, zalime dair direnişin kendi tekelinde olmadığını bir türlü hazmedemiyor. İnanlar olarak aldığımız cevaplar/tepkiler hep bu kabul üzerinden oluyor. (Kuran bu kitap takva sahipleri- sakınanlar için bir hidayet vesilesidir der. Demek ki Kuransız, Kuran’dan evvel de sakınma mümkün diye anlıyorum ben. Ama ruhumu ve bilincimi beslediğine şahit olduğum kitabi kaynaklarla derinleşmeyi ummamı engellemiyor bu gerçek.) Yeşil Kuşak deyip kestirip attığınız insanlar da yıllardır bu zindanlarda öğütülüyor. Ayrıca inanları da Müslümanları da hemfikir tek bir güruh olarak itham etmekten yorulmanızı yıllardır sabırla bekliyoruz. Japonlardan örnek vermişsiniz. Bu örnekler sizin düşüncenizin aksine kimi inananları şaşırtmaz ama işin üzücü kısmı inananları allerjik reaksiyonlarla bu tür hassasiyet çerçevesinin sürekli dışına itiyor olmanız. Yazının konusu İslam değilken siz İslamcılık ithamıyla yazıyı okuduğunuz için bu yöne kayıyor tartışma. Dediğiniz gibi Kuran da zengin-fakir-,yoksul-gariban gibi kavramlar çokça geçmektedir. “Ayrıca zekat gibi bir bireyi, kendinden malca yüksek mertebede yer alan bir bireye muhtaç eden dinsel bir paylaşım aracı varken ifadeniz”den sonra söylenecek pek bir şey kalmıyor. Kavram olarak tanımak, tesbit etmek ve toplumun azalarına onu ortadan kaldırmaya çalışacak kimi sorumluklar yüklemesinin fakirliği ve sınıf sistemini oluşturduğu savına hayret etmemek mümkün değil.
“kendini Müslüman olarak ifade eden zümrenin hak,adalet ve emek için yaptığı birkaç çalışmayı sizden rica ederim. İlk defa 1 Mayısa katılan bir gruptan mevcut” bu ifadeyi kullanırken 1 mayıs’a katılan onca insana tek tek sordunuz mu acaba inanıp inanmadıklarını? ben kendimden ve kendi çevremden bu söylediğinizin doğru olmadığını söyleyebilirim.1 Mayıs’a katılan insanların dinsiz olduğunu da nereden çıkardınız.siz galiba 1 mayıslardaki bdp kortejlerini görmediniz.bir daha ki 1 mayıs’ta daha dikkatli gözlem yapmanızı tavsiye edebilirim naçizane tabi.
sevgili meryem hanım
cevabınız için tşkler. hem sizin yazdıklarınızı hem kendi yazdıklarımı tekrar gözden geçirdim. pek cevap verme ihtimaliniz olmadığını düşündüğüm için birazda ortaya tek bir cümle üzerinden “yazar şöyle demiş” diye seslenmişim. olumsuz bir algı yaratmamasını umuyorum, biz sosyalistler sistemin çeşitli sopalarıyla sürekli haşır neşir olmakdan biraz da kabalaştık sanırım. affola..
taraf yazarına verilen bu cevap için ellerinize sağlık diyorum. kapitalizmi bu canhıraş savunma çabasına karşı çıkmak için önce “birşeyci” olmakdan ziyade vicdanlı olmakla başlayan bir karış duruş sergilemek gerektiğini düşünüyorum. bu duruşu böyle güzel bir dille sergilediğiniz içinde sizi kutluyorum. bahsedilen yazıya bende bir cevap yazdım ama malum faşizm sıradanlaştıkça sansür normalleşiyor..velhasıl yayınlatamadık.
birsüredir kuran ın bir ekonomik modeli varmıdır soruyla kendimce haşır neşir olan bir inanan olarak vardığım sonuçlar sizinkinden farklı değil. bugüne kadar islami devlet modeli çözümleride ne yazık ki bir tür devletçi kapitalizm batağına saplanmış durumda. keza asr-ı saadet e “devlet” diyebilmemiz ise hayli zor görünüyor. küçük bir anadolu ilinde , bilinç açıcı tartışmalardan uzak ali şeriatiden buruniye,şeyh bedrettinden, karmati deneyimlerine kadar geniş bir iklimde kendimce okumaya çalışıyorum. bu anlama ve sorgulama sürecim daha da devam edecek sanırım.
fakat yazıda eksik kalan birkaç şey var taraf yazarının sosyalizme vurdum zannederken kullandığı referanslar sosyalistler için bile geçerli olmayan referanslar yani bugün kore yada çin gibi ülkeleri aklı başında kaç sosyalist kendinden sayabilir ki? sayan da pek yok. hatta ülkemizde ve dünyada özellikle 90 lardan sonra sovyetleri bile 60 dan ( yani 20. kongre sonrası) sonrasında sosyalist olarak gören kimse kalmadı..bu anlamda sosyalist olarak gösterilen ülkelerin bir çoğu zaten çokdan sosyalizmden dönmüş ülkeler di ama halkın verdiği ağır mücadeleler yüzünden isimleri sosyalist kaldı. buradan yola çıkarsak sosyalizmin hasbel kader varlığını şeklen değil öz olarak sürdürdüğü hiçbir ülkede taraf yazarının belirttiği gibi bir işçi kıyımı yaşanmamıştır..ikinci olarak zaten daha önce belitmiştim “kapitalizmin tek alternatifi sosyalizm” değildir gibi bir tespit niyetten bağımsız olarak bizi bir yanlışa sevkediyor. çünkü kapitalizmin sosyalizm ve anarşizm dışında bir başka alternatifi yok. bugünün tekelci kapitalizm dönemi ekonomi politiğini okuduğumuzda bize bunu söylüyor. sanırım sizde aynı sonuca varıyorsunuz peki ilerde olabilir mi? neden olmasın..
şahsen önce “özgür” insanın yaratılması taraftarıyım..insanların özgürce karar veremedikleri hayatları için birilerinin üstüne basmak zorunda olan ve üzerine basılan insanların olduğu bir toplumsal yapıda takvanın ve imanın anlamsızlaştığını düşünüyorum. yani yanlış bir sistem de doğru müslüman olmak istesek de bir yere kadar oluyor..kula kulluk etmemenin yoluda biraz buradan geçiyor, kimsenin kimseye ekonomik açıdan muhtaç olmadığı bir toplumda din ekonomik çıkar ilişkilerinin etkisinden sıyrıldıkça tıpkı insan gibi özgürleşiyor. özgür insan da özgür bir din yaraşır..
fransa da varoluşçultan iki ana akım ortaya çıkmıştı biri varoluşçu bir sosyalizm ve varoluşçu bir nihilizm. hegel den hem marx ın hem de idealist filozofların ortaya çıkması gibi. mesela turan dursun okurken önce kızgınlık ve korku duymuştum halbu ki bugünün geçerli çarpıtılmış islam anlayışından kurtulmamada o vesile olmuştu dersem pek abartmış olmam. yani söylemeye çalıştığım hiçbirşeyin tek bir sonucu yoktur ki zaten buna insanın zihni izin vermez. o yüzden herkesin özgürce(baskılanmadan, lince uğramadan) hem ateistliğini hem müslümanlığını yaşabildiği birbirini dinleyebildiği ve okuyabildiği bir yerde doğru sonuçlara ulaşabiliriz diye düşünüyorum. bu bağlamda meta ilişkilerinin kalktığı, insan emeğinin sömürülmediği bir ortak hayat umutlandırıyor beni. sosyalizmin sırtına kambur olan ezberlerimizden, önyargılarımızdan ve kendini birilerinin amel defterinin baş müfettişi sanan mümin zihniyetinden bir nebze olsa kurtulabilir ve vicdanı ve insafı ortak akıl potasında eritebilirsek sanırım dünya daha güzel bir yer olabilir..
son olarak elinizdeki islam ekonomisi kaynaklarını okudukça paylaşırsanız sevinirim. ozanfndk@hotmail.com tekrar bu güzel yazı için yüreğinize sağlık diyorum.
selametle..
not: söylediklerinizi anlama çabası olmayan bazı arkadaşlar birşeyler yazmış. ne sosyalizm ne din neden başka bir şey, hiçbirşey hiçkimsenin tekelinde değil. biliyorsunuz önyargılar bizi mahvediyor. “sizin alınız al morunuz mor inandım” diyelim ve üstünden atlayalım.. bu yazılanlardan etkilenip yazmayı bırakmayın. böyle güçlü bir dile ihtiyacımız var..umarım burada daha çok yazınızı görürüz..
alp bey
yazınızı yeni gördüm. güzel bir noktaya değinmişsiniz. çok uzun konuşulması gereken bir konu olması nedeniyle kısaca bir kaç söyleyeyim. en önemli örnek olarak sovyetler genel algının aksine “devlet herşeyi yapsın” mantığından uzakta bir tür sosyalist öz yönetimi biçimiyle kurulmuştur. (titonun özyönetimiyle karıştırılmasın) yani sovyet devrimi iktidarı ezilenlerin eline vermiştir. fakat böyle başlayan süreç bir süre sonra biraz zorunluluktan biraz sürecin doğru analiz edilmemesinden biraz da yapılan darbe ve entrikalarla; bürokratik, adı sosyalizm olan bir devlet kapitalizmine doğru dönüşmeye başlamıştır. bu noktada lenin in “devlet ve devrim” kitabı sovyetler öncesi lenin in sosyalizm anlayışı ve sonra ki uygulamalar konusunda bize daha iyi fikir verebilir. sosyalist yönetimlerin bürokratikleşmesi konusunda ise “sbkp(sovyetler komunist partisi) 18 kongre belgeleri” nin incelenmesi yararlı olabilir ve şolohovun “don hikayeleri” serisi dönemin objektif koşullarını anlama açısından önemli bir kaynaktır. ayrıca arnavutluk devriminin ilk döneminde ki halk milisleri uygulaması ve bulgaristan devriminde rol alan birleşik cephe örgütlenmesi incelenmeye değerdir.
kesinlikle islam ekonomisini küçümsemem. peygamberden bugüne üretici güçlerin ve üretim araçlarının değişimini düşündüğümüzde islam ekonomistlerinin de yaşadığı sıkıntı çok anlaşılabilirdir diye düşünüyorum, keza sosyalizm ile aydınlanmacılığı aynı çizgi sanan sosyalistler ve uygulamaları yüzünden müslümanların sosyalizm dışı bir ekonomik model araması gayet normaldir. ama hasbel kader de islam adına ortaya atılan devletçi kapitalizm uygulamarına karşıda şerbetliyi olmalıyız. sorduğunuz 3 sorunun cevabınında farklı uygulamalar olmakla beraber cevapları başta sovyet deneyimi incelenmekle birlikte das kapitalin sağlıklı bir okumasıyla tekrar tartışılmalı kanaatimce.
selametle..
Meryem Hanım; neye alındığınız pek anlamadım.Ayrıca “Kapitalizme dair alternatif sunmaktan yana da teşhis edenin illa ki reçete yazması gerekmez. Emarı çeken insana ameliyatı da yaptırmıyoruz nihayetinde” bu sözlerinize katılmıyorum. Sadece gerçeği dile getirmek sadece soruları yansıtmak her insan yapabileceği basit işlevlerdir. Önemli olan durum böyleyken çözüm ne olmalıdır. Mevcut sistemin çarkları insanlığı öğütürken, çevreyi yok ederken sorunlardan çok çözümün üzerinde durmanın daha mantıklıdır.Ayrca ı tartışmanın boyut değiştirdiğinide inanmıyorum. Çünkü ilgili site kapitalizmi sorgulamuyor mu?. Burdaki na teme İslam Kapitalizme alternatif olabilir mİ? İslam üretim ilişkelerinin neresinde duruyor? Asıl üzerinde durulması gerekn konu budur bence. Son olara “Kavram olarak tanımak, tesbit etmek ve toplumun azalarına onu ortadan kaldırmaya çalışacak kimi sorumluklar yüklemesinin fakirliği ve sınıf sistemini oluşturduğu savına hayret etmemek mümkün değil” belritmiş olduğum zekat savına ilgili açıklamyı yapmışsınız. Bunun sınıflı toplum oluşturmadığı sadece aksan yönlerini gidermeye yönelik bir işlev intiva ettiğini belirtmişsiniz. Peki size bir soru ozaman. Yoksulluğun azaltmanın çaresi iszce zekat m? güzel bir şiirle burda bırakıyorum..
Bir adamın katetmesi gereken ne kadar yol var
Ona erkek demeniz için
Evet, ve kaç deniz aşmalı beyaz bir güvercin
Kumlarda uyumadan önce
Evet, ve top gülleleri kaç kez atılmalı
Sonsuza dek yasaklanmalarından önce
Cevap, dostum, rüzgarla esiyor
Cevap rüzgarda uçuyor
Bir adam kaç kez yukarı bakmalı
Gökyüzünü görebilmesi için
Evet, ve bir adamın kaç kulağı olmalı
İnsanların ağladığını duyabilmesi için
Evet, ve kaç ölüm olmalı onun bilmesi için
Ne kadar çok insanın öldüğünü?
aslında bu bi şiir değil şarkı. bob dylan, blowing in the mind: http://www.youtube.com/watch?v=vWwgrjjIMXA