Tahayyüllerimizin Medine’sini Seçmek
Özgün İrade, Mart sayısında mühim bir tartışmaya ev sahipliği yapıyor. “Nasıl Bir Şehir, Nasıl bir Seçim” başlıklı dosyanın ilk yazısı Ümit Aktaş’a ait. Bu yazıda, yaklaşan yerel seçimle birlikte “niye hep kötünün iyisini seçmek zorundayız” diyen Aktaş aslında hepimizin içindeki bir feveranı dile getirmiş. Ve o Medine örneğinin, Peygamber’in Medinesi’nin şimdi ne hale geldiğini söylememiş yalnızca, O’nun geçmiş-bitmiş bir tasavvurdan ibaret olmaması gerektiğinin altını çizmiş.
Tahayyüllerimizin Medine’sini Seçmek
Özgün İrade Sayı:119 Mart 2014
Kapitalizm ve Şehir
Sombart’ın ya da Veblen’in söyledikleri gibi, kapitalizmi ortaya çıkaran asil amil, lüks tüketim arzusu, daha doğrusu, Âdem’i de cennetten çıkaran o “arzu”dur. İnsanlar, arzulatılarak uyarılmakta ve yönlendirilmektedir çünkü. Dolayısıyla kapitalizmin asıl üretimi, “arzu üretimi”dir. Arzulanan ise, her şeyden önce, “iblis”in itirazında olduğu gibi, ontolojik bir fark yaratmaktır. Yani topraktan ve sıradan olanlara karşı, “nur”dan olanlardan olmak; yani ışıklı, nuranî, ihtişamlı, göz alıcı, şatafatlı olanlardan. Fark yaratmak içinse, alt sınıfla arasına bir mesafe konulmalıdır. Alt sınıfın mekânı paylaşılmamalı, ondan farklı yenilmeli, farklı giyilmeli, farklı yerlerde oturulmalı ve farklı ilişkiler kurulmalıdır. Sözgelimi “rezidans”larda oturulmalı, “huqqa”larda yenilmeli, umreye bile özel uçaklarla gidilmeli, lüks bineklere binilmeli, yoksulların ulaşamayacakları özel markalar kullanılmalıdır. Kısacası Hz. Ömer’e “bunu nereden aldın” diyerek, fark yaratmaya itirazını ortaya koyan sahabenin itirazındaki asıl hassasiyete, yani toplumsal bir fark yaratma arzusuna tâbi olmaktır. Elbette Hz. Ömer bir fark yaratma peşinde değildi ve kendisine karşı yöneltilen sorunun cevabını da vermişti. Ama günümüzde bu farklılık/farklı olmak o kadar içselleştirilmiştir ki, kendilerinin yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu zannedenlerle (soylular), toprağın mensupları (toprağın oğulları, avam) arasındaki farklılık, bizatihi iktidarda durmanın meşruiyeti haline getirilmiştir. Peygamber(as)’ın “hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktandır” sözü yerine artık bazılarımız kendilerini bir titanlar soyunun temsilcileri olarak görmekteler.
Âdemliğin yeterli bir duruş olmadığı zehabı içerisinde olanlar, “toprağın oğulları” karşısında “tanrının oğulları” olmak gibi bir imtiyazın ardına düştükleri yolda, giderek gerçekte “iblisin oğulları” haline geldiklerinin bile farkına varamazlar. Ama bu kadim bir hikâyedir ve insanlar da sürekli yeni imtihanlara tâbi tutulmaktadır. Kimi kez soldan yaklaşan iblis, kimi de sağdan yaklaşır ve şaşırtır sizi. Kimi sureti haktan görünerek kandırır, kimi de batılda ayak diremekte inat ettirir. O yüzden istikametini bozmadan yürüyebilmek hiç de kolay değildir.
Dünya hayatımız, bir imtihan hayatı olduğu gibi, dolayısıyla da bu imtihan doğrultusunda yapılan bir seçimler silsilesidir. Yaptığımız her seçim ise, bizi bir adım daha hakka ya da batıla yaklaştırır. Ama bunlar çoğu kez önümüze doğrudan bir seçim olarak sürülmez. Eğri ile doğrunun ayırt edilmesi, çoğu kez oldukça karmaşık süreçlerin içerisinde gizlenmiştir ve işin belki de en zorlu yanı işte bunun, yani yapmış olduğumuz eylemin gerçekte bir seçim olup olmadığının farkına varabilmektir. Sözgelimi bu ay sonu önümüzde aleni bir seçim var: belediye seçimleri. Yani sözüm ona şehirleri kimin yöneteceği seçimlerle belirlenecek. Ama seçebileceklerimiz sadece önümüze sürülen birkaç isimden ibaret. Beri yandan hangimiz bu konuda “gerçekten ehil olan kimdir?” sorusunu sormakta ve bunun cevabını aramaktayız? Onun da ötesinde seçilecek olanlar, gerçekte kendi şahsiyetleriyle mi çıkmaktalar halkın önüne ve gerçekten tartışılan nasıl bir şehir yönetimi ortaya koyacakları mıdır? Kimisi bize Paris’i vaat ederken, ötekisi ise New York’u vaat etmekte. Ama vaatlerin içerikleri pek değişmemekte. Hepsi de birer “yeryüzü cenneti” ve “çılgın projeler” peşinde. Hiç kimse olağana ulaşmak için mevcut çarpıklıkların üstesinden geleceğini söylemiyor. Çünkü hiçbiri bu çarpıklıkların dışında bir şehrin, yani hayatın olabileceğini düşünmemekte. Sonuçta hepsi de kapitalizmin önümüze koyduğu şehrin, yani birbirinden soyut mekânlara ve hayatlara bölünmüş olan şehrin bu çarpıklığını daha da pekiştirmeye çalışmakta.
Peki, biz hangisini kendimize uygun bulmaktayız? Ya da asıl derdimiz bu mu olacak, karar vermemizi belirginleştirirken? Yoksa “aman şunlar gelmesin de ne olursa olsun” mu diyeceğiz; önümüze konulan sahte bir New York fotoğrafına doğru adımlarımızı atarken. Peki, neden “arkadaş, bizim gönlümüzdeki fotoğraf bir ‘Medine’ fotoğrafı” deyip, bize vaat edilen bu sahte cennetleri reddetmemekteyiz; neden parçaları özenle birleştirilmiş ve herkes tarafından yaşanabilir bir şehir düşümüz yok ve bu doğrultuda kendi alternatiflerimizi üretmemekteyiz? Neden hep kötülerin iyisini seçmekle yetinmekteyiz? Dahası neden bizim de tahayyüllerimizi de bir Paris ya da New York fotoğrafları süslemekte?
Medine ve New York Arasındaki Mesafe
Medine derken elbet günümüzün Medine’si değil sözünü ettiğim, gönlümüzün Medine’si. Çünkü ne yazık ki günümüzün Medine’si ya da Mekke’sinin de Paris ya da New York’tan çok fazla bir farkı bulunmamakta. Resulün bize miras bıraktığı o ruh dünyasının çok ötelerine sürüklenmiş durumda bu iki şehir de.
Kapitalizmin mantığı sınıfsaldır; öncelikle şehri ve şehirlileri bölme mantığıdır: çalışanlar ve çalıştıranlar, yönetenler ve yönetilenler, asiller ve avam, yoksulların mekânı ve varsılların mekânı, gecekondular ve gökdelenler… Bu şehir artık toplayan değil, dağıtan; birleştiren değil, bölendir. Sosyopolitikten sosyolojiye, fabrikadan bürokrasiye, mahalleden “mekân”a, çarşıdan stadyuma, evsizlikten rezidansa… Hayat kadar erdemlerin de kurumlara havale edildiği bir kent etiğidir cari olan. Öyle ki bu şehir artık ne Platon’un ne de İbn Haldun’un şehridir. Burada klasik anlamda bir şehirlilikten söz edilemeyecek denli, gözler yaşartıcı bir parçalanmışlık söz konusudur. Kimsenin Muhacir olmadığı gibi Ensar da olmadığı bir parçalanmışlık. Buna biz Baudlaire’in şiirleri kadar, İsmet Özel’in şiirlerinde de tanık oluruz. Pasajlarda vakit öldüren aylak burjuvaziden, ucuz cesaretlerin, gösterilerin kitle adamlarında. Bu “şehir halkı”, birbirlerini fark edemeyecek kadar uzak ve ölümlerine aldırış etmeyecek kadar zalimdirler. Bir hayatı yaşamazlar gerçekte, sadece yaşanan bir hayat içerisinde anlamsızca dolaşırlar. O yüzden midir bilmem, modern şehrin en uygun anlatım biçimi tiyatroda ve müzede canlanır; dekorların arasında dolaşan gölgelerin dünyasında yani. Tiyatro ve müzenin şehirleşmiş hali ise New York’tur. Bir insan selinin aktığı caddeler gerçekte bomboştur. Orada, tıpkı birer leke gibi olan sesler ve renkler dolaşmaktadır sadece. Tüm renklerin sıvılaşarak aktığı bu caddeler, sınıfsal bariyerlerin yıkıldığı ama yine de insanların yollarının asla kesişmediği bir karmaşayı canlandırır. Bu cadde üzerinde gerçekte herkes sahici birer monaddır ve apayrı dünyalarda yaşamaktadır. Herkesi görebildiğiniz ama hiç kimseye dokunamadığınız bir düşselliktir bu modernizmin başkenti.
Mekke ve Medine arasındaki mesafe, onları yakınlaştırarak ortak bir mekânın inşasına da yol açacak denli en uygun bir mesafedir. Mekke’yi terk edenlerin (gelenlerin, göçmenlerin) Muhacir, onları karşılayanların (misafir edenlerin) ise Ensar olabildikleri bir mesafe. Dolayısıyla bu artık ortak bir mekânın da inşasıdır. Bir şehir olarak “Medine” de işte bu, bir ortak girişimin çabasıyla kurulur. Bir sözleşme, karar ya da iradenin ötesindeki bir çağrılmışlıkla. Onları bir araya toplayan bir çağrılmışlık. Dolayısıyla, dinin yaşandığı yer anlamındaki Medine, dindarlığını göstermek için şatafatlı mabetler yapılarak medenileşmedi. Medine, öncelikle toplumsal uçurumları kapatan bir çabaya girişerek, tüm toplumsal kesimlerin katıldığı bir sözleşmeyi imzaladı. Daha sonra ise şehri parçalayan sömürü odaklarını/kalelerini, faiz lobilerini şehirden çıkardı. Yoksulların ve madunların başları üzerinde yükselen faiz lobilerinin burçları yıkılarak şehir sosyolojik açıdan olduğu kadar, mekânsal olarak da düzleştirildi. Hiç kimse artık burçların üzerinde, şehrin halkına tepeden bakamayacaktı. Hiç kimse halkı sömüremeyecek ve buradan kazandıkları kirli paralarla halkın tepesine gökdelenler dikemeyecekti. Hiç kimse bizzat Allah’ın resulü tarafından sınırları belirlenen şehrin sınırları içerisinde keyfine göre yapılar inşa edemeyecekti.
Şehrin, sadece bir mescidi vardı. Onun da zemini kumdu ve tavanı doğru dürüst kapatılmış bile değildi. Ama tüm müminler oraya huzurla gelmekteydi. En öndeki imamla en arkadaki cemaat arasında hiçbir sosyolojik mesafe yoktu. Toplumsal bölünmüşlükler ve parçalanmışlıkların sürekli onarıldığı şehirde, yoksullukla varsıllık arasındaki mesafe de en aza indirilmişti. Daha da önemlisi ise, sosyolojinin düzleştirildiği bir zeminde, herkesin aynı mekânda yaşamalarıydı. Belki üzerinde bu nedenlerle bir tahakküm kurmaya yeltenemeyecektir. En yoksul en zenginden, en madun da en güçlüden hesap sorma hakkına sahipti ve bu hak nedeniyle de hiç kimse muaheze edilememekteydi.
Allah vardı çünkü, Resulü vardı, müminler ve onların oluşturduğu, kendilerini sadece ve sadece hakka ve hakikate adamış olan bir cemaatleri vardı. Dolayısıyla orada, hicretten sonra yepyeni bir şehir kuruldu ve onlarca yıldır süregiden kin ve düşmanlık havası dağıldıysa, bu, her şeyden önce ortaya konulan bir iyi niyetle; yeni ve olumlu yönelime dayalı olan değişimin, şehrin tüm gözeneklerine yayılmasıyla ilgilidir. Başat ve olumlu olan çünkü, sessiz sedasız bir biçimde tüm mekâna ve iklime yayılır ve tıpkı bir bahar havası gibi, o görünmez parmaklarını her şeyin üzerine değdirerek, tüm yaraları sağaltır, tüm inkırazları onarır. Şehir ise budur aslında. Yani orada kendinizi evinizdeymiş gibi hissedebileceğiniz bir mekân, bir yaşama alanı ve yaşama biçimi. Bir kardeşlik sosyolojisi ve birbirlerinin ihtiyaçlarını, eksiklerini gideren bir toplumsal bütünlük. Medine orasıydı işte ve şayet bu ehemmiyetliyse, medeniyet de. Yoksa medeniyet ya da şehircilik deyince önümüze konulan ve maliyetini giderek artan huzursuzluğumuzla, sosyolojilerin parçalanmışlığı ve altüst edilmişliğiyle ödediğimiz, o “çılgın projeler” değil.
Ne yazık ki ülkemizde adil bir yönetim olmadığı gibi, adil bir seçim sistemi de yok. Öte yandan genel anlamda da demokratik seçim ve yönetim sistemlerinin kendi içlerinde bir yığın sorunları bulunmakta.
Ama tüm bunlarla birlikte, bizim de içerisinde yaşadığımız toplumun gidişatı hususunda sessiz ve etkisiz kalmamız da düşünülemez. Bu tepkilerden birisi de elbette ki oy vermemek, sistemi ya da sandığı boykot etmek olabilir ve hiç kimsenin de böylesi bir tavrı kınamaya hakkı yoktur. Tıpkı verdiği oylarla kendince güvenilir bulduğu insanları seçenlerin de kınanamayacağı gibi. Ama her hâlükârda, ister seçimlerle sürdürülen siyasetlerle, isterse yürürlükteki sistemin dışında kalarak sürdürülecek mücadelelerle, daha adil ve insanca bir dünyanın oluşumuna katkıda bulunmak, bunun için mücadele etmek, hepimizin boynunun borcudur.
Mücadele tamam ama nasıl, nerede?