Ümit Aktaş: “Sağcı zemin İslamcılığın en büyük talihsizliği”
Ümit Aktaş, İslam Özkan’a ufuk açıcı ve anlamlı tespitler barındırdığını düşündüğümüz bir röportaj vermiş. Gazete Duvar’daki bu kıymetli röportajı iktibas ederek ilginize sunuyoruz.
Röportaj: İSLAM ÖZKAN
Ümit Aktaş İslamcı gelenekten gelmekle birlikte mevcut İslami birikim içinde farklı bir çizgiyi temsil eden bir yazar. Sadece İslam düşüncesine ilişkin değil, ideoloji, Aydınlanma, siyaset-din ilişkisi, Batı felsefesinin sorunları üzerine de kafa yoran velud bir yazar. Kendisiyle İslam ve Avrupa düşüncesinin sorunlarını ve çözüm yollarını konuştuk.
Batılılaşma, modernleşme, çoğulculuk İslam dünyasında her daim tartışılan meseleler olageldi. İslam dünyasının modernlik ve Aydınlanma düşüncesiyle tanışması bu açıdan ilk kırılma noktasını oluştursa da Müslümanların kendi iç tartışmalarını zenginleştirdiğinden kuşku yok. İslam dünyası, karşılaşmanın ilk şokunu atlattıktan sonra, acılarla dolu bir sömürge dönemi yaşadı. Bu acılar ise yaşanan çağı kavrama anlamında Müslüman dünyada travmatik yaklaşımların yaygınlaşmasını beraberinde getirdi. Öte yandan Avrupa düşüncesi de etnosentrik, sömürgeci, oryantalist bir mirası deneyimledi. Ama bu mirası aşma çabası da yine Avrupa düşüncesinin kendisinden geldi. Bu düşünce verimli dönemlerini geride bırakırken İslam dünyası Fransız Devrimi’nden sonra aradan geçen yaklaşık 250 yılın ardından öyle görünüyor ki bir dönüm noktasında. İslam dünyası tepkisel yaklaşımları aşarak daha özgüvenli bir tutum sergileyebilecek mi yoksa yakın geçmişini tekrar mı edecek?
‘SÖMÜRÜ, BATI’YA DÖNÜK GENELLEYİCİ YAKLAŞIMIN TEMELİNİ OLUŞTURDU’
Her şeyden önce İslami kesimin ve dindar-muhafazakâr aydınların sürekli dile getirdiği Batı karşıtlığından başlayalım. Bir, coğrafi bir yön olmanın dışında bütünlüklü bir yapı olarak Batı diye bir şey var mı? İki, Batı düşüncesi ya da medeniyeti diye bütünsel bir şeyden bahsetmek mümkün mü?
Batı ya da Doğu, kimi çağrışımları bir yana, tam olarak birer bütünlüğü temsil etmezler. Sözgelimi Batı, daha çok Avrupa’dır. Ama kıta Avrupası ve İngiltere oldukça farklıdır. Beri yandan Alman ve Fransız gelenekleri de çok farklıdır. Her ne kadar İslam dünyası ile Batı arasındaki çatışmaların bütünleştirdiği karşı cepheler, birer bütünlük gibi anlaşılsa da, İslam dünyasının parçalanmışlığının kökenselliği de bu bakışı doğrulamaz. Osmanlı, Fars ve Arap havzalarının karakteristikleri de, çok kolayca bütünleştirilemeyecek denli farklıdır. Kaldı ki İslam dünyası, Avrupa’ya, Çin ve Hint dünyalarından daha yakındır.
Bütünlük kavramına gelince; bütünlüğün “hakikat” olduğu hep söylenir. Ama bu anlamda hakikat, tam anlamıyla ulaşılamazdır. Felsefi bir kavram olarak ya da sosyopolitik bir tahayyül olarak da bütünlükten söz edilebilse de, bir gerçeklik olarak bütünlük, sadece baskın eğilimleri ifade eder. Batı dışı toplumlar açısından Batı’yı tanımlı ve bütünlüklü kılan, maruz kalınan emperyalist saldırganlıktır. Dolayısıyla da kapitalizmin asla sonu gelmeyen sömürüye tâbi kılma çabası, Batı dışı toplumlar açısından maruz kalınan bir felaket olarak Batı’yı mahkûm kılar. Tabii bu, asimetrik bir ilişkidir ama Malik bin Nebi’nin yerinde tespitiyle, burada ortaya çıkan kötülükten, sömüren kadar, sömürü durumuna düşen de sorumludur.
Batı’yı bir üstünlük biçimi olarak takdim eden Batı-merkezci bakış, bir maduniyet hali olarak Doğu’yu da tasvir ve inşa eder. Bir tür aydınlatma ya da uygarlaştırma misyonu olarak inşa edilen bu oryantalizm edebiyatının emperyalizmi makulleştirme çabasına, Kant ve Hegel kadar, Marx ve Engels gibi düşünürler de bir biçimde katılır. Batı’nın tedarik ettiği bu tanrısal ışığın bedeli ise, “köle”nin ödemekle yükümlü tutulduğu bir diyettir. Bu “uygarlaşma” mecburiyetine duyulan rıza, ister istemez maduniyetin kabulü anlamına da gelmektedir. Tersine bir girişim olan oksidantalist edebiyat ise, savunmacı bir girişim olarak bu süreci teyit eden bir çaba olmaktan öteye gitmez.
Tarihi coğrafik bir bağlama yerleştiren okuma biçimlerini teyit eden dönemsel hadiseler söz konusu olsa da, bütünlüklü Batı ve Doğu kavramları, tartışmalı ve kuşkuludur. Her iki kesimde de bütünlük iddiasında bulunanlar, muhayyel bir karşı taraf üzerinden kendisini tanımlamaya ve cepheleştirmeye çalışanlardır. Gerçekte olan ise, Batı kadar Doğu’nun da içinde farklı, birbirine benzer veya karşıt eğilimlerin mevcudiyetidir. Dolayısıyla daha doğru ve gerçekçi bir kavramsallaştırma, dünyanın her yerinde süregiden hak ve adalet savunucuları ile sömürü ve tahakküm peşinde olanlar arasındaki doğal karşıtlık ve mücadele ekseninde oluşturulabilir. Bu karşıtlık ve mücadelenin olduğu kadar, sömürü ve tahakküm gerçekliğinin de üstünü örtmeye çalışanlar, ortaya attıkları aldatıcı ve saptırıcı tezlerle kendi egemenliklerini gizlemeye ve hatta meşrulaştırmaya çalışırlar.
Dikkatimizden kaçan bir taraf ise, kapitalizmin yarattığı kötülüğe öncelikli olarak maruz kalanın, doğal olarak Batılı toplumlar olduğudur. Dolayısıyla kapitalizme ve emperyalizme karşı eleştirel tezler de, öncelikli olarak bu toplumların düşünürleri tarafından üretilmiştir. İster ticari ve sınai kapitalizmin bilimi kendisine amade kıldığı bir üretim süreci, isterse bunun yarattığı sömürüyü meşrulaştırma ya da bu sömürüye karşı koyma babında üretilen düşünce ve eylemler açısından olsun, Batı Avrupa toplumlarında başlayan bu süreç, dinamik ve üretken bir çığırı da başlatmıştır. Öyle ki dünyanın geri kalanı da, zaman içinde, ister kendi içindeki uyarlanmayı pekiştirmek, isterse buna karşı koymak için, bir biçimde bu çığıra katılmak mecburiyetinde kalacaktır.
‘ANADOLU İRFANI, FUTUHATÇILIĞIN BASKISI ALTINDA KENDİNİ AŞAMADI’
Bugüne kadar gelerek süreklilik arz eden Avrupa düşüncesini ve felsefesini ana hatlarıyla nasıl betimlersiniz?
Avrupa, tarihin en köklü ve özgün iki havzasının, Atina ve Kudüs’ün, felsefe ve tektanrıcı inanışın buluşmasıyla oluşmuştur. Bu buluşma, temelde bir çatışmanın gerilimiyle beslenmekte ve buradan doğru üretkenleşmektedir. Tabii ki bu buluşma kimi özgüllüklerin kaybına da yol açmıştır. Bütünlük fikri tektanrıcı bir mutlakçılığa dayanırken bu mutlakçılığın içerisinde ihtilafları etkinleştiren, eleştirel ve özgürleşmeci akıldır. Karşılıklı olarak birbirini etkinleştiren, sınırlayan ve sınır aşımlarına yol açan bu buluşma, bir ölçüde İslam dünyasının da baskısıyla, ağırlık merkezinin Batı’ya kaydığı bir eksantriklikle sonuçlanmıştır. Bu tür bir aykırılık veya eksen kayması, bir açıdan yaratıcı üretkenliği sağlayan ana etkendir.
Ama öte yandan bu, buluşmanın gerçekleştiği Anadolu merkezli bir coğrafyanın Batı-Doğu dengesini sağlamaya uygun coğrafyasından da bir uzaklaşmaya yol açmıştır. Ne var ki daha sonra bu coğrafyada yerleşen Türkler, bu tür bir dengeyi sağlayacak düşünsel derinliği üretmek yerine, Avrupa’yı fethetmenin çekimine kapıldıklarından, bu dengeyi üretme çabası da akim kalacaktır. Esasında Türklerin tarihsel macerası, bunu sağlamanın birikimlerinden de yoksundu. Mümkün bir Anadolu irfanı, askeri fütühatçılığın baskısı altında, ister istemez gelişimini tamamına erdiremedi. Oysa bu coğrafya, tam da Batı ve Doğu arasındaki konumu ve içerdiği kültürel çoğulculukla, böylesi bir irfanı oluşturmaya oldukça uygun bir coğrafyaydı. Ama bunun için Osmanlı’nın bakışını derinleştirmesi, Türklük ve Müslümanlık yanında, selefi olan Müslüman dünyanın başardığı gibi, Atina ve Kudüs havzalarındaki karşıtlık ve uzlaşmaların imkânının da farkına varması gerekiyordu. Tabii Avrupa’yı da eksik kılan, Kudüs-Mekke hattını bütünleştirmek yerine, Mekke (İslam) üzerinden bir karşıtlık inşası oluşturabilecek yönde parçalamasıydı. Gerçi İslam dünyası da kendi kimliğini oluşturmada, tevhid yerine bu parçalanmadan üretilen bir karşıtlığa dayanınca, Avrupa kimliği de, neredeyse bu parçalanma ve karşıtlaşmanın etkisiyle inşa edildi.
‘BATI MODERNLEŞMESİ, TEK MÜMKÜN MODERNLEŞME DEĞİLDİR’
Bu anlamda Batılılaşma ve modernlik ilişkisi sizce nasıl kurulmalı? Sağlıklı bir modernleşme, kendi modernliğini üretebilme diye bir şeye inanıyor musunuz?
Modernleşmenin Batı modernleşmesi üzerinden okunan özel bir biçiminden öte, bir de kendi çağına zamandaşlık anlamında, pek de dikkate alınmayan evrensel bir yönü var. Tabii ki bu zamandaşlık da türlü biçimde yorumlanabilir. Bunun müspet ve menfi biçimleri üzerinde durulabilir. Ama her ne olursa olsun bu, asla bigâne kalamayacağımız bir gerçekliktir. Kaldı ki muhafazakâr temkin ya da selefi kuşku dışında, bu gerçekliği yadsıma, bir ölçüde bu konudaki dengeleri ve olumlulukları ayırt etmeye dair pratik sorunlarla ilgilidir. Dolayısıyla elbette ki müspet anlamda bir çağının insanı (ibnü’l vakt) olma, kaçınılmazlıktır. Menfiliğe dönük eleştiri ve mücadele ise doğal olarak bu sürecin bir parçasıdır. Buna karşı bigâne kalma ise, sonuçta bu gerçekliğin zorunlu bir biçimde de olsa kabullenilmesinden başka bir sonuca yol açmaz. Doğru olan tutum ise, rakip modernleşme biçimlerini yadsıyan bir dışlayıcılık ve kendi yenileşmesini ihmal veya reddeden bir içe kapanmacılıktansa, iç ve dış olumlulukları bütünleştirerek çoğaltan ve ilerleten bir modernleşme çizgisini sürdürebilmektir.
‘GELENEKSELCİLİĞİN ÖNDERLERİ, MODERNLEŞMEDEN BIKMIŞ MUHTEDİLER’
Modern olanı tamamen dışlayan S. Hüseyin Nasr’da, Rene Genuon gibi isimlerle temsil olunan Gelenekselci düşünce, sizce derde derman olabilecek potansiyeli içinde taşıyor mu? Yoksa tamamen romantik ve nostaljik bir yaklaşımdan mı ibaret?
Gelenekselcilik, modernleşme süreci içerisinde aklın araçsallaştırıldığı bir itidal kaybının, bir tür Doğuculukla telafi çabasıdır. Akımın önde gelen çoğu mensupları, Batı modernleşmesinden bizar olan muhtedilerdir. Bunlar ise beklenebilir bir itidal veya tevhid yerine, tepkisel bir kutsalcılık ve muhayyel bir otantisite (kökensel hakikat) arayışı içerisindedirler. Oysa doğru tutum, her şeye rağmen olumluluğun ve itidalin savunusudur. Batıcılık veya Doğuculuk kadar, bunlara duyulan tepkiler üzerinden de olumluluklar üretilemez. “Doğu da Allah’ındır Batı da.” Bu tür bir kapsayıcılığa sahip olunmadan, sahici düşünceler, buluşmalar; kısacası bir “irfan” üretilemez. Zaten “Nasr” ve çevresindeki “gelenekselci” dostlarının İran Devrimi’nden sonra ABD’ye gitmeleri, bu konudaki tutarsızlıklarının en bariz işaretidir.
‘BATI FELSEFESİ, BİR GÜÇ METAFİZİĞİ TARAFINDAN AYARTILDI’
“Batı medeniyeti”nin bütünüyle teknik bir öze indirgenemese de, giderek teknik bir medeniyete dönüştüğü fikrine katılıyor musunuz? Biraz da bunu Platon sonrası düşünürlerin her şeyi öz ve oluş şeklindeki ayrımı bağlamında değerlendirebilir misiniz?
Bilindiği gibi Heidegger, bu konuda oldukça eleştirel çözümlemeler yaptı. Sokrates sonrası Batı felsefesinin, “tekhne”nin giderek “teknoloji”ye dönüştüğü metafizik bir sapma içerisinde, bir tür “güç metafiziği” tarafından ayartıldığını savunarak, buna karşı tezler geliştirdi. “Tekhne” başlangıçta bir nesnenin özünü açığa çıkarma çabası olarak bilgi ve sanatla ilişkili bir zanaat iken, giderek güç kazanımına araçsallaştırılan bir üretim teknolojisi haline indirgendi. Bu ise onun insanın dünyadaki genel sorumluluğunun sınırlarının dışına sürüklenmesi anlamına gelmekteydi. Yani sorunun özü, davranışlarımızın ve bu davranışlarının ereğinin insanlığımızın mı, yoksa beşeriyetimizin mi sınırları içerisinde kalacağı ve nasıl anlamlandırılacağıyla ilgilidir. Çünkü bu, insani bilgeliğin beşeri vahşete teslim olup olmayacağıyla yakından ilgilidir. Ama pek çoğumuz daha beşerilikle insanilik arasındaki ayrımın bile farkında değil maalesef.
‘BİLGİ, DOĞALLIKTAN KOPUNCA GÜÇ TEMERKÜZÜNE HİZMET ETTİ’
Bu tekno-medeniyetin bize, özellikle insana ilişkin yansımaları nasıl olacak? Harari gibi insanın hack’lenmesine doğru giden bir süreci yaşadığımızı söyleyenler var.
“İnsan”ın en başından beri çeşitli güç ilişkileri tarafından ayartılmaya ve belirlenmeye çalışıldığı açık bir gerçeklik. Daha en başında, kanlar döken beşerin yeryüzünde sorumlu bir bilince kavuşturulmasına tepki, yeryüzünün çığırından çıkarılma (ifsad) kuşkusu nedeniyle, stabil güçlerden (meleklerden) gelmişti. Buna karşı cevap ise “insan”ın bilgi ile donatılması, dahası düşünen bir varlık olarak temayüzüydü. Ama “bilmek” ya da bilgi, düşünsel çözümlemeler, eleştiriler ve derinleşmelerden yoksunlaştırılırsa, güç merkezleri ve dolayısıyla da iktidarlar tarafından araçsallaştırılmaya açık hale gelir. Bu konuda da Foucault’nun oldukça dikkate değer çözümlemeleri var. Ona göre “bilgi”, neredeyse iktidarların bir etkinliğidir. Doğallıktan kopan bir etkinleşme hali, ister istemez bilgiyle güçlendirilmek mecburiyetindeydi. Ama tek başına bilgi, eminliği sağlamak bir yana, yıkıcı güçlerin arzularının aracı olabilecektir. Dolayısıyla insana sağlanan bilme yetisi, onu emin kılmak yerine, mütehakkim de kılabilecektir ki, çoğu kez de böyle olmuştur.
Ancak tarih boyunca bilgisini gerek ideoloji ve gerekse teknoloji üretmek için iktidarlara amade kılan “bilginler” olduğu kadar, bu konuda her türlü güçlüğü göze alarak olumlu ve eleştirel duruşunu ve mücadelesini sürdüren aydınlar da olmuştur. İktidara bağımlı bilginler, kendi bilgilerini, Foucaultcu bir deyişle, “bilgi teknolojileri” üretmek için iktidarlara amade kılmışlardır. Bu teknolojiler ise her şeyden önce iktidarlara uyarlı makbul vatandaşları ve makbul bir toplumu üretmenin bilimini kotarmaya çalışmıştır. Bu ise firavunlardan beri bilinen bir olgudur ve dolayısıyla çok da yeni bir durum değildir. Yeni olan kendi çağımızın bilim ve teknolojisinin geldiği düzeyle ilgilidir.
Harari gibi düşünürler ise, “iki arada bire deredeki” duruşlarıyla, bir yandan popülerleştirdikleri bilim ve düşünceleri ile insanları yönlendirmeye çalışırken, öte yandan ise geleceğe dair ürettikleri senaryolarla, iktidara araçsallaştırılan “bilgi teknolojileri” üretme peşindedirler. Ama her ne olursa olsun, karanlığın bastığı her zaman güneş de doğacak, tehlikenin yükseldiği yerde ise çareler de ortaya çıkacaktır.
‘TANRI’YA DAİR DÜŞÜNCEMİZ, ONU BİLİMİN NESNESİ YAPMAZ’
Aristo başta olmak üzere, Batı felsefesi ve metafiziğinin temelini oluşturan birçok Yunan düşünürünün ilk hareket ettirici ve ilk neden olma şeklinde Tanrı’ya sınırlı bir anlam yüklediklerini biliyoruz. Buradan hareketle söz konusu felsefi geçmişi göz önünde bulundurarak biraz da güncel tartışmalar bağlamında Batı metafiziğinin ve teolojisinin özünde deist olduğunu söyleyebilir miyiz?
Heidegger, yine bu “ilk neden” kurgusundan yola çıkarak, Batı metafiziğinin bu tür bir onto-teoloji üzerinde inşa edildiğinin ve bu gidişatın Varlık’ın unutturulması anlamına geldiğini belirtir. “Varlık” (vücut)’ın Tanrı’ya işaret ettiğini göz önünde tutarsak, bu, ister istemez Tanrı’nın da unutturulması anlamına gelmektedir. Platon ve Aristo’nun teolojilerinin bu unutturulmayla bağlantılı bir deistik yönü de vardır. Dahası, Yunan düşüncesinde Tanrı’nın kelimenin tam anlamıyla “yaratıcı” olmaması da bu deizmi besleyen bir yöndür. Pascal, Nietzsche ve Heidegger’in deyişleriyle yaratıcı olmayan, dolayısıyla da dünya dışı bu Tanrı, dua ve ibadet edilmeye ve kendisine adanılmaya uygun bir Tanrı da değildir. Onun da ötesinde doğrudan “teoloji” kavramının kendisi de bu açıdan problematiktir. Zira bizim Tanrı’ya dair söz (kelam)’lerimiz, Tanrı’yı asla bir “bilim” konusu haline getirmez. Çünkü Tanrı (Allah), içkin olduğu kadar aşkındır da. Onun varlığının bu paradoksal yönü ise, onun hakkında “bilimsel” bir dilden ziyade, metaforik bir dil (teşbihat) ile konuşmamızı zorunlu ve mümkün kılar.
‘İSLAM DÜNYASI, 14-15’İNCİ YY’DE KENDİ MODERNLEŞMESİNDEN KOPTU’
Türkiye’de deizmin sadece seküler insanlar arasında değil; dindar gençler arasında da yaygınlaştığı yönünde tespit ve eleştiriler var. Ateizm ve deizm, sadece Türkiye’de değil Arap ve İslam dünyasında da benzer şekilde tırmanışta. Sizce bu yaşanan, İslamcılığın mı yoksa dindarlığın mı krizi; yoksa genel olarak bütün teist düşüncelerin konjonktürel olarak içine düştüğü bir sorun mu?
Aslında bu kriz, İslam dünyasının yüzyıllardır direndiği modernleşme ile yüzleşme durumuna işaret etmekte. Tabii buradaki “modernleşme” kavramı ile kast edilen -her ne kadar bir ölçüde etkilenilse ve içerilse de-, doğrudan Batılı bir modernleşme değildir. İslam dünyası neredeyse 14-15’inci yüzyıllardan itibaren kendi modernleşmesinden koptu ve dolayısıyla da giderek tarihin dışına sürüklenmeye başladı. Batı modernleşmesi, o da sömürgeciliğin vahşi yüzüyle, İslam dünyasına bu gerçekliği sadece hatırlatmadı, kabullenmek mecburiyetinde de bıraktı. Çünkü bu konuda hatırlatıcılar hiç eksik olmamıştı. Ama muhafazakârlık ve biçimsel dindarlık (Selefilik) kendisini kendi içine kapatarak adeta bir ölüm uykusuna yatmıştı. Onca yüzyılın ardından gelen “uyanma” ise ister istemez oldukça trajik oldu. Nietzsche’nin dediği gibi, tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi gibi bir sürecin içerisine girildi. Hafıza yenilenmeli, kopan bağlar onarılmalı, ölen beden yeniden hayatiyete kavuşturulmalıydı. Bu ise her konuda genel bir hesaplaşmaya yol açtı. Tabii ki bu hesaplaşma, ister istemez batı modernleşmesinin de etkilerini taşımakta.
‘ÖZÜNDE DEVRİMCİ BİR KUŞAK, İKTİDAR HATIRINA HEBA EDİLDİ’
Türkiye’de İslami düşüncenin ya da İslamcı duruşun hakkıyla temsil edildiğini düşünüyor musunuz? Ya da İslamcılık, aslında sağcı düşünce tarafından ele geçirildi, diyebilir miyiz?
İslamcılığın en büyük talihsizliği sağcı bir sosyolojide neşvünema bulmasıdır. Bu ise bölük pörçük bir biçimde kotarmaya çalıştığı ideolojisinin doğal olarak sağcılıktan etkilenmesine ve dolayısıyla sola karşı bir duruş geliştirmesine yol açtı. Yani solun temel kavramları olan emek, eşitlik, özgürleşme, devrim, çoğulculuk ve demokrasi gibi kavramlar, önsel olarak kavramsal avadanlığının dışında tutuldu. Bu süreç içerisinde, özellikle başörtüsü eylemleri sürecinde muhafazakâr kesimlerle yapılan ittifak, bir iktidarlaşma sürecine de evrildiğinde, ister istemez bu sürecin içerisinde yer alan İslamcı eğilimlerin çoğu kesimi, sağ muhafazakârlığın yoksun olduğu ideolojik üretime koşuldu ve giderek kendi özgünlüğünden uzaklaştı.
Dolayısıyla şu anda İslamcılık, benzeri bir sürecin yaşandığı çoğu İslam ülkelerinde de olduğu gibi, ayartılmış olduğu bir “güç metafiziği”nden, giderek “gücün metafiziği”ne savrulmuş ve kendisini, bir zamanlar sıkı biçimde eleştirmiş olduğu farklı bir ideolojinin parametrelerini savunur bulmuştur. Bu bir hezeyan ve bir zehirlenmişlik halidir. Özünde yenileşmeci ve devrimci olan bir kuşağın birikimleri, iktidar hatırına heba edilmiştir. Ancak bu sürecin dışında kalan ve farklı yönelimlerle, ilişkilerle ve giderek yenilenen bir dille kendisine yeni bir gelecek arayan kesimler de yok değil. Ve dolayısıyla, bu deneyimlerden de hareket ederek, etkiler ve tepkilerin ötesinde özgün bir düşünce, dil ve ideolojinin oluşturulması gerekmektedir. Tabii ki bu yeni kuşak artık, merkezinde iktidarın yer aldığı bir kavramlar kümesinden hareket etmek yerine, çoğulcu bir melezliği yeğleyebilir. Ancak, iktidar merkezlilik kadar, kutupsallaşmış bir cepheleşmeyi ve hatta Batı-Doğu karşıtlığını da aşmaya çalışan bir yeni söylem oluşturma çabaları, müspet anlamdaki bir Anadolu irfanının teşkiline yeterli olabilir mi?.. Sanırım bunu da zaman gösterecek.