Ümit Aktaş – Dar Koridor ve Anayasal Kriz
Ümit Aktaş’ın Independent Türkçe için yazdığı devlet ve şura düşüncesinin temelindeki bağlara Daron Acemoğlu ve İbn Haldun karşılaştırmalarıyla değindiği değerli yazısını iktibas ediyoruz.
ÜMİT AKTAŞ
İslam medeniyetinde anayasal kriz
İkinci Dünya Savaşı ertesindeki bağımsızlaşma hareketleri sonrasındaki bir ara dönem akabinde, İslam ülkelerinde giderek ivme kazanan İslamcı akımlar, kendi ideallerini gerçekleştirmek yerine, bir iki istisna dışında iktidarlarını elde tutma kaygısıyla geleneksel otokrasilere yöneldiler.
Arap Baharı sürecinde yaşanan benzeri hayal kırıklıkları sonucunda, bir özeleştiri süreci ve yeni bir gelecek arayışına dair düşünsel çabalarla birlikte, geçmişe dönük daha köktenci değerlendirmelere de girişildi.
Bunlardan birisi de, Muhammed Muhtar Şankıtî’nin “İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz, Büyük Fitneden Arap Baharına” 1 adlı eleştirel değerlendirmesi.
Şankıtî’nin de katıldığı bir biçimde, Muhammed İkbal’in “Kur’ân ve sünnetin sayfalarına yayılmış halde bulabildiğimiz toplumsal demokratik ve iktisadi sistemlerin embriyolar halinde donup kalması” gerçekliğine dair yaklaşım, artık daha belirgin olarak ve sıkça zikredilmekte.
Malik b. Nebi de, benzer bir biçimde, Sıffin’e kadar nebevî geleneğe uyarlı olan gidişatın, artık tekrarlanamayan ve giderek unutulan bir “anayasal doğuş” dönemi olarak kaldığından söz etmişti.
Bu “anayasal doğuş” dönemi ise oldukça basit bir esasa dayanır:
Allah’tan başka egemen yoktur.
Tabi bu temel ilke, etkileri kurumsal devletin reddi gibi köktenci bir Haricî anarşizmine varan biçimiyle değil de, her tür yönetim biçiminin sadece toplumsal bir zarurete ve onaya dayandığı ve egemenliğin bundan daha ileriye götürülebilecek bir tahakküme yol açamayacağına; meşruiyetini ancak bu şartlarda koruyacağına dair asli bir hükümdür.
Allah’ın hükmü (egemenliği), hukuksal kimi müeyyidelerle geçiştirilemeyecek olan toplumsal adaletin sağlanmasıdır ve bu da kamusal bir vicdanın, müzakere ve uzlaşma sürecinin teşkilini gerektirir.
Dolayısıyla da hiç kimse salt soyuna nispet edilerek “halife” olamayacağı gibi, benzeri nedenlerle (soy, ırk, din…) özgürlükleri de elinden alınamaz.
Nitekim Hz. İbrahim’in kendisiyle birlikte soyunun da kutsanması dileğine karşı Allah, muhtemel zalimlere karşı bir taahhüt verilemeyeceği, İbrahim’in soyunun zulümden ari oluşuna dair de herhangi bir kesinliğin bulunmadığı hasebiyle, bu talebi reddeder.
Bu ise açıkça hanedanlara dayanan yönetimler kadar, dinî veya soya dayanan aristokrasilerin (ruhbanlığın, teokrasilerin) de reddidir.
Bu durumda siyaset, toplumsal her kesimin katıldığı, hiçbir sınıf ve zümreye (hanedanlığa, kabileye, sözgelimi Kureyş’e, “kutsal” bir soy veya zümreye) tahsis edilemeyecek olan, işlevsel ve uzlaşmaya dayanan, kurumsallaştırılmış bir toplumsal denetime (şura ve istişare) dayalı olarak sürdürülen bir icraattan öteye gidemez.
Bunun dışındaki hevesler toplumu hızla despotizme sürükler ve bu ise, kısa vadede bazı yararları olsa da, uzun vadede tüm toplumsal barış, adalet, uzlaşma ve üretkenliğin sonu anlamına gelir.
Ne var ki Arap örfünün etkileri kadar, tam olarak özümlenemeyen hızlı fetihler sonucunda Fars ve Bizans etkilerinin olumsuz sonuçları da, henüz bir embriyo niteliğinde olan “şura”ya ve “istişare”ye dayanan Peygamber sonrası yönetiminin (emirü’l müminin döneminin), gerçekte bir tür otokrasi olan Muaviye sonrası biçimiyle (halifelik) tortulanmasına yol açacaktır.
Eleştiriler ve isyanlara rağmen, toplumsal bölünmüşlük nedeniyle baş edilemeyen bir durum, giderek içselleştirilerek, siyasetle birlikte dinî ve toplumsal düşünüşü de etkileyecektir.
Dolayısıyla sömürgecilerin işgali, İslam dünyasındaki bu yanlış gidişatı ve temel sapmayı açığa çıkaran, ikincil bir gerileyiştir.
İslamcılık, dönemsel hatalarıyla birlikte, genel anlamda bu gerileyişlere karşı verilen tepki, itiraz, eleştiri ve bunlardan çıkış çabasıdır.
Ulusların Düşüşü ve Dar Koridor
Daron Acemoğlu ve James A. Robinson da, “Ulusların Düşüşü”nden sonra, “Dar Koridor”da, tam da bu meseleleri, yani iktidarın doğası ve değişimini sorgulamaktalar.
İdeal siyasetin toplumla devlet arasındaki bir dengeye ve bu dengenin sağlandığı o “dar koridor”da kalabilme becerisine dayandığından yola çıkan “Dar Koridor”, dünya tarihinin başlangıcından günümüze dek birçok toplumu inceleyerek, bu ideal durumdan uzaklaşmanın veya bunu sağlayabilmenin koşullarını tahlile çalışmakta.
Buna göre zayıf bir iktidar kadar zayıf bir toplum da, bu denge durumunun bozulmasına yol açmakta.
Tabi ki bunun sebebi de iktidar korkusuna olduğu kadar, iktidar saplantısına da dayanabilmekte.
Despotik devletlerin yol açtığı korku ve baskı ile devletin yokluğu sonucunda ortaya çıkan şiddet ve kanunsuzluğun arasında sıkışmak, özgürlüğe giden ‘dar koridor’dur.
Bu koridor, adeta “sırat-ı müstakim”e ulaşmanın ve orada tutunmanın zorluğu gibi, asla sonu gelmeyecek meşakkatli bir yoldur.
Devletle toplum arasındaki gerilime dayanan bu zorluk, her iki kutbun olmazsa olmazlığı yanında, dengelenmesine de dayanan bir sürekliliği gerektirir.
Devlet, topluma daha iyi hizmet sunabilmek için sürekli kendisini geliştirmelidir; ama kendisine ait güçlere belli bir iktidar odağı tarafından el konulmaması için de toplumun sürekli teyakkuzda olması gerekmektedir.
Toplum, esasında kendisine ait bir örgütlenme olan devleti denetleme, dengeleme ve sınırlama faaliyetlerinden uzaklaş-tırıl-ırsa, devlete belli bir iktidar odağı tarafından el konulması gibi vahim bir sonuç da kaçınılmazdır.
Sözgelimi İslam tarihinde olduğu gibi, ‘istişare’ ve ‘şura’nın uygulaması salt egemenin iyi niyetine bırakılırsa, egemenin yoldan çıkması ve hatta kendisine olan toplumsal ihtiyacın ve hatta zorunluluğun tanrısallığının ulema eliyle temellendirilmesi gibi bir dinî kutsayıcılıkla yüceltilmesi, hiç de beklenemeyecek bir şey değildir.
Dolayısıyla devletle toplum arasındaki dengenin kurulması ve buna dair uygulamaların kurumsallaştırılarak anayasal bir esas haline getirilmesi, toplumun yönetilmesi anlamına gelen siyasetin en kritik sorunudur.
İktidarları çığırından çıkaran ise, büyük ölçüde “kuzuların sessizliği”dir.
Zulüm ve adaletsizlik karşısında, ucu kendilerine varıncaya dek sürdürülen sessizlik, tüm toplumun giderek egemenin mülkiyeti haline gelmesiyle sonuçlanacaktır.
Buna yol açan ise, büyük ölçüde, iktidarı belirleyen toplumsal katılımın ve denetimin etkinliğinin zayıflığıdır.
Sözgelimi toplumun iktidar karşısında yeterince kurumsal ya da geleneksel desteklere sahip olmaması, iktisadi ve siyasi açıdan üretken güçlerden yoksunluğu, bilimsel ve düşünsel aktivitelerinin yetersizliği veya bunların bütünüyle iktidarın amaçlarına koşulmuşluğu gibi.
İktidarların zorbalaşmasına yol açan farklı ve istisnai örnekler de vardır tabi.
Mesela İspanya’nın Amerika’dan gelen altın ve gümüş kaynağına dayanan yozlaşması; ya da petrol gibi toplumsal emeğe dayanmayan zenginliklerin güçlü kıldığı iktidar yapıları gibi.
Hatta Osmanlı Devleti gibi bir “savaş makinesi”ne dayanan iktidarın topluma karşı minnetsizliği de, siyasal konularda da toplumsal katılımı umursamayacaktır.
Bu minnetsizlik, toplumla devleti karşılıklı olarak birbirine karşı lakaytlaştırabilecek ve hatta genel anlamda üretkenlikten de yoksunlaştırabilecektir.
Oysa sözgelimi İslam’ın ortaya çıktığı şartlardaki “şura”ya dayanan yönetim veya Avrupa uygarlığını oluşturan İtalyan şehir devletleri, Hollanda ve İngiltere’deki demokrasilere geçiş şartları, toplumla devletin karşılıklı olarak birbirini ivmelendirmesiyle, yani toplumun da siyasette etkinleş-tiril-mesiyle gerçekleşebilmiştir.
Ki bu şartlar aynı zamanda toplumsal zenginliğin adaletli bölüşümünün sağlandığı (dolayısıyla bunu engelleyecek sömürücü yapılara müsaade edilmediği) ve okuma (düşünce ve bilim) etkinliğinin de yükseldiği şartlardır.
Öyle ki 18’nci yüzyılda İngiltere, Almanya ve Hollanda gibi matbaanın da etkisinden yararlanan ülkelerde okuma yazma oranı kadınlar da dahil olmak üzere yüzde ellilerin üzerine çıkarken, Osmanlı İmparatorluğu’nda bu oran yüzde onun altındadır.
Bu ve benzeri şartlar içerisinde zuhur eden, toplumun kendisini yenilemeye veya siyasete dahil olma çabası karşısındaki tepkin yaklaşımlar ise, bu konudaki olumlu ivmeyi engelleyen tutucu toplumsal etkenler yanında, olumlulukları algılayamayan veya bunun kendi egemenliklerine sorun teşkil edeceğini düşünen iktidarlardan da kaynaklanır.
Dolayısıyla sorunun özü, toplumsal bir gereksinim olan devletin, toplumsal denetlemelerin ve katılımın dışına çıkarak belli bir iktidar odağının (soyun, sınıfın, ideolojinin, çıkar grubunun…) egemenliğine geçişinin önlenebilmesinde yatmaktadır.
Sözgelimi toplumla devlet arasındaki dengeyi iktidar lehine bozan etkenlerden birisi olan Türkiye’deki siyasal partiler yasasının bir türlü değiştirilmemesi de, bu basit dengeleme meselesinden kaçınmanın en yalın örneklerinden birisidir.
“Başkanlık sistemi”ne geçişe dair Anayasal düzenleme ise, bu dengeyi daha da bozacaktır.
Oysa dünyada uygulanan en iyi “Başkanlık sistemi” olan ABD sistemi, iyi düzenlenmiş bir denge ve denetlemeler ağına dayanır.
Türkiye ise, iki yüzyıldır sürdürdüğü istibdattan kurtuluş mücadelesinde, her girişimde hep yeniden Osmanlı otokrasisine benzer şartlara dönerek, toplumun neredeyse siyaset dışı tutulma arzusuna dair bir döngüden kurtulamamaktadır.
Tabi ki bunun en büyük müsebbibi bölünmüş ve etkisiz toplumsal koşullar yanında, muhalefetin de toplumsal korkuları alt edemediği, bu kısır döngüden çıkışa dair geniş toplumsal kesimleri ikna edemediği bir kutuplaşma mekaniğidir.
İbn Haldun ve iktidarın doğası
Osmanlı aydınları İbn Haldun’u daha çok Osmanlı egemenliğinin kaderi açısından okudular.
İbn Haldun ise, Müslüman siyaset düşünürlerinin geneli gibi, bir açıdan coğrafyanın kaderi haline gelmiş olan ve “bilge krallık” söylemiyle de taçlandırılmış otokrasilerden yanaysa da, ağır basan bilim adamlığı hasebiyle olaylara belli bir mesafeden bakabilme yeteneğinden de uzaklaşmamıştır.
Halk denetiminden ve hesap verebilirlikten uzak olan despotik devletin kendinde giderek daha çok güç biriktirmeye yazgılı olduğunu… 2
İbn Haldun anlamış olsa da, Osmanlı aydınları anlayamamışlardır; ya da her şeye rağmen buna, yani iktidar arayışlarının fitnesine düşmektense, tahammül edilebilir bir iktidarın uygunluğuna veya değiştirilemeyeceğine inan-dırıl-mışlardır.
Oysa bu “tahammül edilebilir iktidar”, bir tür Leviathan olarak, kendi doymaz iştihasının tatminini, toplumun hayatiyetinden çalarak sağlamaktadır ve bu kaynaklar da doğal olarak sınırsız değildir.
Belli denetim ve sınırlama mekanizmalarından uzak bir iktidar ise, doğal olarak kendisini güçlendirmek ve korumak için giderek kendi denetiminde tuttuğu siyaset kadar sermayeye de el koymaya yönelir.
Daha doğrusu iktidarının etkinlik alanını büyüterek her türlü toplumsal faaliyeti belirleme ve toplumun her alanında hükümranlaşma çabası içerisine girer.
Muhalefeti sindirmekten öte, ortadan kaldırmaya çalışır. Bu ise aslında sonun başlangıcıdır.
Oysa muhalif hareketlerin yaratacağı sıkıntı ve sorunlar, toplum açısından hiçbir zaman, muhalefeti bastırmak ve giderek bunun bahanesi haline gelen iktidarı pekiştirmek için otoriterleşmenin yarattığı sorunlar ve maliyetlerden daha büyük olmayacaktır.
Despotik devletin en önemli sorunu, kendisini güçlendirmek için toplumu sınırlamasıdır.
Bu sınırlama ise toplumun farklı açılardan özgürlüklerini, üreticiliklerini, sivil faaliyetlerini, siyasal örgütlenmelerini, bilimsel, düşünsel ve sanatsal yaratıcılıklarını sınırlandırmak anlamına gelir.
Toplumun kendisini geliştirebilmek için yenileşmeye, “yeniliğin yaratıcılığa, yaratıcılığın ise özgürlüğe” ihtiyacı vardır.
Aslına bakılırsa toplumun etkinleşmesi, etkileşimsel olarak devleti de güçlendiren bir yoldur.
Bunun içinse toplumla iktidar arasındaki ilişkiler canlı ve dengeli tutulmalıdır.
İslam dünyasında bu, “şura”ve “istişare” ilkelerinde ifade edilmiş ama bu oldukça temel ilkeler kurumsallaştırılarak toplumsallaştırılamadığı için bir türlü hayat bulamamıştır.
Öyle ki genel olarak siyasetname yazarları kadar İbn Haldun açısından da şura veya istişarenin özel bir önemi yoktur. Hatta bunlar, siyaset açısından belirleyici ilkeler de değildir.
Olsa olsa egemenin etrafındakilere “lütfen” danışması, onlarla fikir alışverişini sürdürmesidir.
Ne de olsa tanrısal bir siyasal akıl egemenin kendisinde tecessüm etmektedir.
Danışmanların işlevi ise ancak bu “tanrısal” akla aynalık yapmaktır. Ama tercihe şayan olan, şeytanî akıldansa, melekî itaattir.
Dolayısıyla siyaset için temel düstur iyiye ulaşmaktan ziyade mevcudun, yani kısır döngünün korunmasıdır.
İbn Haldun, Roma İmparatorluğunun “şura” ile yönetildiğini zikretse de, bunu daha derin bir kavrayışa doğru ilerletmez.
Hatta ona göre bu (demokrasi), daha ziyade yönetimsel gücünü yitiren iktidarın “ayaktakımını” işin içine karıştırmasıdır.
Roma’nın başlangıçtaki “şura”ya dayanan yönetim biçiminin önünün “Kayserler”in istibdadıyla kesildiğinin de farkındadır.
Tıpkı Peygamber’in şuraya dayanan yönetiminin de Muaviye tarafından Kayserliğe tahvili gibi.
Aslına bakılırsa, olumsuz etkilerinden çekindiği için Mukaddime’yi yasaklatan Abdülhamid de İbn Haldun’la aynı fikirdedir.
Ama buna rağmen, istibdada dayanan 33 yıllık iktidarı, sadece kendi iktidarının değil, İmparatorluğun da sonunu getirecektir.
Aslında temeli korkuya dayanan bir siyasetin ne kadar verimsiz olduğunu bilmektedir İbn Haldun. Ama bundan nasıl çıkılacaktır?
Demokrasi bir ayaktakımı yönetimidir. Seçkinlere özgü olan siyasete avamın burnunun sokulması üzerinde düşünmez bile.
Zira bu, Muaviye’den itibaren ekseni kaymış olan, Aristo ve Platon’un monarşi ve aristokrasileri ile de pekiştirilen otokrasiler karşısında siyasal düşüncenin köktenci bir yenilenmesini gerektirmektedir.
Bunu yapmaktan ve hatta Peygamber’in mücadelesi üzerinde enine boyuna düşünmektense, bu nebevi mücadelenin tanrısal bir desteğe (mucize) havalesi yeğlenir.
Geriye kalan ise Fars-Bizans geleneğinin güçlü örneklerindeki “hikmet”in devşirilmesidir. Aslında İbn Haldun’un, Arapların Kisra ve Bizans’ın yönetimsel despotizmlerine karşı koyuşunu onların itaatsizliklerine (ve hatta bedeviliklerine) vermesi bile, meselenin özüne uzaklığını gösterir.
Onların itaatsizliklerini belli bir uyum çevresinde birleştirmeyi başaran Peygamber’in tavrındaki siyasal “hikmet”i anlamaya çalışmaktansa, bunu nübüvvetin tanrısal bir istisnailiği olarak geçiştirir.
Devletle toplum arasındaki insanın bireyselliğini örselemeyen o yumuşak dengenin mahiyetini anlamaktan veya açıklamaktan uzak durur.
İbn Haldun’un çözümlemelerine göre, sistem her ne kadar kuruluş aşamasında bir asabiyyeye ihtiyaç duysa da, süreç içerisinde kendi egemenliğini oluşturunca, bu asabiyyeden kurtulmak ister.
Bu ise iktidar çevresinin daraltılması, yani halkın denetimi kadar katılımından da uzaklaşılması anlamına gelir.
Otoriter monarşizmde nihayetlenen bu “kader”, her ne kadar yönetimde kolaylık sağlasa da, yenileşmeyi ve katılımı mümkün kılan özgürlüklerin bastırılması anlamına gelecektir.
Böylece iktidar, Kur’ân’ın uyarılarına rağmen, tüm toplumsal zenginliklerin (sermaye, kültür, siyaset, düşünce…) belli bir zümrenin elinde toplandığı dar bir alan haline gelir.
Gücün ve zenginliğin temerküzü, halkı yoksullaştırdığı gibi, her türlü üretimin de dışına iter.
Bu durumda sonuç, Osmanlı’nın da her ne kadar geciktirmeye çalışsa da engelleyemediği çöküştür.
Dar Koridor’da durabilmek
Her ne kadar “kolay yönetim” adına her şeyi zorlaştıranlar tarafından anlaşılmamaya çalışılsa da, çare oldukça basittir:
Sömürücü kurumların (yolsuzluk ve imtiyaz ağlarının) tasfiyesi ve bunları ortaya çıkaran koşulların iktidarların tasallutundan kurtarılması;
Siyasal ve iktisadi yapıların mümkün olduğu kadar yaygınlaştırılması, halkın katılımının ve erişiminin sağlanması (dolayısıyla da halkın toplumsal etkinliklere katılması ve sorumluluklar üstlenmesi için siyasal ve iktisadi alanlara erişim kanallarının açılması);
Kurumların mümkün olduğu kadar kapsayıcı hale getirilmesi (fırsat eşitliğinin önündeki engellerin kaldırılması);
Sınıfsal uçurumları azaltacak tedbirlerin alınması (toplumsal zenginliklerin -iktisadi, kültürel, eğitimsel…- adaletli bir biçimde bölüşümünün sağlanması);
Otoriterliğin mümkün olduğu kadar azaltılması (iktidarın sınırlandırılması) ve sistemin denetlenebilir bir hale getirilmesi (şeffaflığın sağlanması);
Üniversiteler kadar basının da olabildiğince özerkleştirilerek eleştirel akla ve bilimsel çabalara nesnel ve olumlu bir alan açılması.
O kadar zor mu bu şartların sağlanması? Değil elbette.
Sorun bunların sağlanmasındaki zorlukta değil, iktidarların el değiştirebilmesinin kolaylaştırılmasındadır.
Bunun içinse öncelikle iktidarı cazipleştiren güç temerküzünün toplumsal alana yaygınlaştırılması (toplumsallaştırılması) gerekir.
Nitekim İslam dünyasının bin dört yüz yıldır hesaplaşamadığı ve aşamadığı şu “büyük fitne” de, nihayetinde Osman’ın (ve çevresinin) iktidarından vaz geçememesiyle ortaya çıkmıştır.
Birçok toplumun bunu otoriterci ya da gelenekçi saplantılarıyla veya akla ve adalete riayet etmemeleri nedeniyle nasıl da beceremediklerini ama birçoğunun da özellikle kriz sonrası şartlarından bu tür bir dikkatlilikle nasıl da çıkabildiklerini anlatmakta Daron Acemoğlu ve James A. Robinson, “Ulusların Düşüşü”nde. 3
Acemoğlu ve Robinson’un çalışmaları oldukça kapsayıcı ve derinlikli olsa da, öznellikten de uzak değil.
Zira değerlendirmelerinde öncelikle Batı dünyası ve bu dünyanın bakışı ve değerleri esas alınmakta; geri kalan dünyanın incelenmesinde bu esaslara göre hareket edilmekte.
Dahası Batı ve Doğu arasındaki dengesizliklerin irdelenmesinde emperyalizm meselesine dikkat çekilmemekte, olgular verili duruma göre değerlendirilmekte.
Sözgelimi Çin’in 18’nci yüzyıla kadar Batı dünyasından daha etkin olduğu ve bu etkinliğin ancak Batılı emperyalist güçlerin ortak saldırısıyla ortadan kaldırıldığı meselesine pek girilmemekte.
Özellikle Çin’e karşı yapılan alçakça bir saldırı olan “Afyon Savaşları”na hiç değinilmemekte.
Batı dünyasının stabil bir refah toplumu oluşturmasındaki Doğu’nun kaynaklarının insafsızca sömürüsü gerçeğine pek girilmemekte. 4
Arap dünyasını içinden çıkılamaz bir kriz durumunda tutan İsrail gerçeğine ve bu konudaki Batı dünyasının ikiyüzlülüklerine değinilmemekte.
“Ulusların Düşüşü”ne göre sürdürülebilir bir ekonomik büyüme yenileşmeyi gerektirir; iktisadi alanda olduğu kadar, siyasal yenileşmeyi de.
Oysa iktisada ve siyasete egemen olan seçkinler, çoğu kez bunu kendi özel çıkarlarına aykırı bularak engellerler.
Öte yandan bu seçkinlerin elinde tuttuğu güçlerin cazibesi, siyaset kadar iktisadi alanı da nesnel ve olumlu şartlardan uzaklaştırarak, belli ve dar bir kesimin savaş alanına çevirir.
Yani Kur’ân’ın da sakındırdığı gibi, siyasal-iktisadi alan, yalnızca belli bir kesimin elinde dönüp dolaşan bir güç haline gelir.
Doğal olarak bu güç, halkın geniş bir kesiminin aleyhine kullanılmakta ve bu kesimi etkisizleştirmektedir.
Ki Kur’ân’da sıkça zikredilen “firavun” örnekliği, doğrudan buna dair uyarıları dillendirir.
Bu uyarılar ve deneyimler dikkate alınmadığında, İbn Haldun’un da vurguladığı bir iktidar kısır döngüsünün hâkimiyeti kolaylıkla kırılamadığı gibi, kırıldığı süreçler de asla güvencede olmayıp, toplumsal katılım ve denetimle koşulludur.
……………………..
Yazının tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
eleştirel bir pozisyon alarak şekillenmesi gerektiğini teklif ettiği islamcılığın, burjuva parlementeriziminin yozlaşmasına mani olacak bir siyasal görüntü vermesi ve gözetmesi gerektiğini teklif eden bir yazı olmuş. ker türlü istismarı üreten liberal-kapitalist alanı kıran, bozan ve dönüştüren değil ona koltuk değneği olan… acemoğlu ve robinson’un sürekli eleştirilen “eksik” emperyalizm vurgusunu -ki bence kasten yapmadıkları bişey- tekrar dillendirmesi de bu büyük ofsaytı kapatmaya yetmemiş, ümit abiden beklenmeyecek kadar talihsiz bir yazı olmuş.