Soruşturma: Teoriyle mi, Pratikle mi: Sol ve İslam Nerede Buluşur? (Mustafa Tekin, Ahmet Örs, Dilaver Demirağ, Kurtuluş Kayalı, Mehmet Bekaroğlu ve Ümit Aktaş)
Soruşturma: Salih Kutluer
2009 yılında Birikim dergisinin 244-245. sayısında başlayan ve hala devam etmekte olan sol ilahiyat tartışmaları din ile sosyalizmin buluşma, bir arada olma, birlikte hareket etme imkânlarının tartışılmasına vesile olan ve canlılığını hala koruyan verimli bir düşünsel hareketliliği beraberinde getirdi. İslami kesimde daha çok İhsan Eliaçık ve Mehmet Bekaroğlu gibi isimlerin gündeme getirdikleri “İslami sol” meselesinin sosyalizm cephesindeki karşılıklarını göstermesi bakımından da dikkat çekici olan tartışma temel olarak Birikim dergisinde karşılıklı görüşleri barındıran yazılarla şekillendi ancak bu derginin sayfalarını aşarak farklı süreli yayınlarda yayınlanan yazılarla da genişledi. Sosyal adalet ve özgürlük gibi konularda İslam’ın solla buluştuğunu ifade eden isimler, bundan önce kendisini bir şekilde İslam karşıtı olarak konumlayan sosyalistlerin bu önyargılarını aşarak yeni bir teoloji inşa etmelerinin gerekliliği üzerinde durdu.
Tartışma esnasında genel olarak ezilenlerin Tanrı’yı dünyanın içinde algıladıkları, Marx’ın dini “kalpsiz dünyanın kalbi” olarak tanımlayan ifadesi doğrultusunda solcuların din algılarını sorgulamaları gerektiği ve metafiziğin hayatı dönüştürme imkânını içinde barındıran devrimci bir yöne sahip olduğu ifade edildi. Teoloji kavramının kökenlerini ele alan isimlerin yanı sıra solun kendine özgü bir teoloji, antropoloji yahut atateoloji üretip üretemeyeceğinin tartışıldığı yazılar çoğunluktaydı. Alevilerin solla irtibatları dolayımında sol ilahiyatın geçmişteki pratiklerle bağlantısını kuran spesifik değiniler yapıldı. Solun dinin, etnisitenin, kavimin ya da cinsiyetin üstünde bulunan bir kavram olduğu görüşüyle böyle bir bağlantının kurulamayacağını öne süren karşıt fikirler de savunuldu. Tartışmanın fitilini ateşleyen Dilek Zaptçıoğlu’nun dinin öte dünyaya hapsedilerek bu dünyadaki işlevlerinin iptal edildiği ve uhrevileştirilerek sınırlanmış dinin kapitalizm tarafından sömürünün bir aracı hâline getirildiği iddiası ile din-din dışı ilişkisinin etraflıca ele alınmasına vesile olarak bir bakıma sol ilahiyat tartışmalarının gidişatını da belirlemiş oldu. Birikim’deki sol ilahiyat tartışmalarına şimdiye kadar Fikret Erdoğan, Dilek Zaptçıoğlu, Burhan Sönmez, Aslı Sümer, Murat Küçük, Tuncay Birkan, Görkem Özizmirli, Cihan Aktaş, Mustafa Tekin, Murat Utkucu, Sırrı Süreyya Önder, Kazım Özdoğan, Onur Atalay, Ömer Laçiner, Dilaver Demirağ, Emin Alper, Arda Güçler, Derviş Aydın Akkoç ve Ümit Aktaş gibi isimler yazılarıyla katıldı. Konuyla ilgili Birikim’in dışındaki en kapsamlı yaklaşım ise Umran dergisinin Nisan 2010 tarihli sayısında hazırladığı ve Metin Önal Mengüşoğlu, Mustafa Tekin, Dilaver Demirağ ve Mustafa Aydın’ın yazılarının yer aldığı “Seküler Teoloji: İslamî Sol” başlıklı dosyaydı.
Din sosyalizmle buluşabilir mi?
Ebuzer gibi figürler, İran Devrimi ve Latin Amerika’da ortaya çıkan Özgürlük Teolojisi gibi tarihsel örnekler üzerinden birbiriyle çelişen ya da birbirini destekleyen çıkarımlar yapılan tartışmada Marx, Lenin ve Engels gibi kurucu isimlerin yanı sıra sosyalizmin özellikle Hristiyanlıkla ilişkileri üzerinde durmuş olan Bonnoeffer, Rosa Luxemburg, Kojin Karatani, Antonio Gramsci, Ernst Bloch gibi isimlerin görüşlerini eksen alan yorumlar tartışmanın teorik boyutunu zenginleştirdi. Din ve sosyalizm müşterek hareket etme ihtimalinin olup olmadığını, Türkiye özelinde bu birlikteliğin reel bir zeminine oturup oturmayacağını, sol ilahiyat tartışmasının önemini düşünce dünyasından farklı isimler Özgün Duruş için değerlendirdi.
Doç. Dr. Mustafa Tekin (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi):
“İslam ile sol arasında bir sentez öngören yaklaşımlara mesafeliyim”
Bu bağlamda yapılan tartışmaları önemsemekle birlikte, İslam’ı sol içinde yeniden konumlandırmaya, İslam ile sol arasında bir sentez öngören yaklaşımlara mesafeli olduğumu belirtmeliyim. Sosyal adalet için soldan, özgürlük için liberalizmden yardım almak gibi insan hayatının temel kavramlarını belirli ideoloji ve yönelimlerin temellüküne veren yaklaşımları onaylamıyorum. Fakat Türkiye’nin ve giderek tüm dünyanın hayati sorunları karşısında farklı ideolojilere aidiyetleri bulunan vicdan sahibi herkesle elbirliği yapabileceğine inananlardanım.
Post/modern dünyada Müslümanların “bugün”ün diliyle İslam’ı tartışmaları âciliyet arz eden bir konudur. Bunun için de Müslümanlar, sosyalizmden liberalizme, feminizmden postmodernizme kadar “bugün”ün içinden geliştirilecek soru(n)ları kendi tartışmalarına dahil etmelidirler. Ancak böylece Kurân ve Sünnetin anlam stoklarını daha da genişletebilecek; kapsayıcı ve kuşatıcı biçimde hayatı yorumlayabileceklerdir. Bugün aslında “hayat”ın yorumu ve anlaşılması olması gereken tefsirlerin, sınıfsal ilişkilerden feminizme kadar bir dizi tartışmayı içinde barındırmıyor oluşu bu durumu daha iyi anlatabilir. Fakat daha da ötede Türkiye`de yapılan tefsir çalışmalarının Türkiye`ye özgü toplumsal koşulların etkisiyle daha sağ tandanslı, statüko ve Amerikan tezlerine yakın yorumlandığını da ekliyor. Türkiye`de sağın dinle yakın ilişkilerine paralel din ve sağ arasında metafizik bir ilişki kurulduğunu da düşünüyorum. Bunun arkasından dini alanda yapılacak çalışmaların solun iddia ve tezleriyle yüzleşmeleri ve onlara cevap verecek derecede ilişkiler kurarak onları absorbe etmeleri gerektiğini öneriyorum. Bu aynı zamanda feminist söylem ve diğer tezi olan yaklaşımlar için de geçerlidir. Bunu diğer İslami ilimlere doğru da genişletmek mümkündür.
Özelde sol ile ilgili tüm tartışmaları önemsiyorum. Çünkü ancak bu tartışmaların sonunda belki daha sahih olanı keşfedip doğru bir perspektif geliştirebilmek mümkün olacaktır. Birikim dergisinden Dilek Zaptçıoğlu, Sırrı Süreyya Önder, Cihan Aktaş ve Burhan Sönmez’in ciddi soru(n)ları gündeme getirdiğini düşünüyorum. İhsan Eliaçık’ın itirazlarını haklı görmekle birlikte, yaklaşımlarını “heyecan” boyutunun ötesinde daha derin analizlerle ele alması gerektiği kanaatindeyim.
Bugün gerek Türkiye’nin gerekse dünyanın en başta gelen sorununun sosyal adalet, paylaşım olduğunu düşünüyorum. Müslümanların kapitalist yaşam biçimini İslam içerisinde onayan yaklaşım ve pratikleri gelecekte de tartışmaların içeriğini belirleyecek gibi görünmektedir. Son 20-30 yıllık süreç içerisinde muhafazakar alt ve orta sınıfların piramidin üstlerine doğru mobilize olmaları ile bu durum daha da âşikar olmuştur. Global ölçekte Müslümanların, Peygamberi mesajı tüm dünya insanlığına bir “kurtuluş” olarak sunabilecek somut önerilerinin olmaması üzücüdür. “Burj Dubai” türünden bir Müslüman dili, sömürüyü dünya ölçeğinde meşrulaştırırken, İslam’ı “güç” merkezli ve ezenlere yığınak yapacak bir imajla sunumlamaktadır.
Her iktidar kendi sınıfını ve zenginlerini yaratıyor ve bence islam`ın temel iddia ve argümanlarının tersine Müslümanların da sınıfsal keskinleşmeleri ve sömürüyü yaygınlaştırdıklarını düşünüyor ve buna itiraz ediyorum. Aslında söylediğim müslümanların bugünkü üretimlerini kendi üzerine kapanıp kalmadan ve konformizm bataklığına saplanmadan özelde sol ile bir elektrik temasına getirmek. Bunun son kertedeki anlamı ise bir yüzleşmedir. Dolayısıyla bu tür tartışmaların bundan dolayı önemli olduğunu düşünüyorum.
Ahmet Örs (Tasfiye dergisi editörü):
“Birlikte direnme pratiği üretilmelidir”
Her şeyden önce sol ilahiyat tartışmalarını olumlu bulduğumu söylemeliyim. İlahiyat kavramının İslam ya da İslam düşüncesi için uygunsuz, problemli bir kavram olduğunu bir kenara not ediyorum. Özellikle “sol”la birlikte anıldığında İslam’ın ilahiyat çerçevesinde tanımlanmasının ona haksızlık eden, onu eksik, dezavantajlı bir konuma iten bir tanımlama olduğuna inanıyorum. Fazlasıyla maneviyatçı, fazlasıyla hayatın dışında ifade ediyor İslam’ı. Sol ilahiyat tartışmaları olumludur çünkü her şeye rağmen insanlığın zulme başkaldırı niyeti sürmektedir. Sosyalizmin muhalefet dili malûmumuz. Önemli kavramsallaştırmaları muhalif hareketlere armağan etmiştir. Küresel kapitalizmin nefislerin arzularını daha sistematik bir şekilde putlaştırdığı bir çağda ezenlere ezilenlerin yanında yer alarak karşı koymak her şeyden önce her türlü takdirin ötesindedir diye düşünüyorum. Burhan Sönmez’in içli değerlendirmelerine rağmen İslam’la sosyalizmin teorik olarak aralarını bulma çabalarını doğrusu fazla gerekli bulmuyorum. Bilemiyorum belki de durduğumuz yerden dinin boş bıraktığı anlam alanını muhataplarımız kadar hissedemiyor olabiliriz. Dilek Zaptçıoğlu’nun rezidans-gecekondu ikilemi çerçevesinde yaptığı değerlendirme, göstermeye çalıştığı çelişki üzerinde daha çok durmaya değer bir yöntem gibi geliyor bana. Hangi kanatta yer alırsa alsınlar, İslam’la sosyalizm mukayesesi teorik olarak fazla bir karşılık üretmeyecektir. Karşılık üretecek olan şey İslamcılarla sosyalistlerin sahada ne yaptığıdır. İslam’ın yüzyıllardır Emevi anlayışı ile kitlelerle buluştuğu gerçeğinden yola çıkarsak onu hayata dokundurup asli şekliyle anlamamızı sağlayan Ali Şeriati’ye çok şey borçlu olduğumuzu görürüz. Zaten bu tartışmalarda sosyalist yazarlar da en çok Ali Şeriati üzerinden ve onun bu çerçevede öne çıkardığı Ebu Zer örneğinden hareket ediyorlar. Kapitalist saldırı ve kuşatmanın devasa boyutlara vardığı günümüzde İslam’ın devrimci karakteriyle sosyalistlerin ittifak yapması benim için güzel, hoş bir buluşmadır. Bu karşılaşmadan sosyalistler için bir hidayet çıkarmak zorunda hissetmiyorum kendimi. Her insan kendi imtihanını yaşar ve eğer Allah dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. O’nun yapmadığını yapmayı kendimizde bir hak olarak göremeyiz. Özgür Eğitim-Sen ve TOKAD adıyla “1 Mayısta Küresel Kapitalizme Karşı Küresel İntifada” sloganı ve Beled Sûresinin 13. ayetini “Kölelere Özgürlük” pankartıyla Tokat’taki 1 Mayıs yürüyüşüne taşıyan eylemliliğimizin, pratiği öne çıkarması bakımından sol ilahiyat tartışmalarına teorinin yanında pratiği işaret eden önemli bir teklif olduğuna inanıyorum. İslam’ı hayata dokunan, halkın acılarına merhem olan; yasaklanan dillerin, sömürülen emeklerin, yok sayılan kimlik ve inançların dili olabilen bir kurtuluş ve özgürleşme çığlığı olarak, herkes için fiili bir durum yaratan eylemliliklerimiz, tartışmayı bu tavrıyla esasen başka bir boyuta çekmiştir. Asgari ücret köleliğine karşı çıkan, HES yağmacılığına direnen, TEKEL direnişine destek veren İslamcı bir karşı duruş bu tartışmalara “sahadan” önemli bir katkı sunmaktadır bence. Dergi sayfalarından, internet sitelerinden hayatta karşılığını bulması gereken bir sürece evrilmeli bu tartışmalar. Karşılıklı bir hidayet dayatmasında bulunmaksızın tabii akışına bırakacağımız bir “birlikte direnme” pratiği üretilmelidir.
Dilaver Demirağ (Yeşiller Partisi üyesi, Müslüman eko-anarşist):
“Anti sol ilahiyatçı bir duruştan yanayım”
Ben bu tartışmalarda Müslümanlığın tarafındayım. Birikimdeki yazım da yapılanın indirgemecilik olduğunu belirterek aynı şey marksizme yapılsa yine karşı çıkardım dedim. Bu tavrım sol ilahiyat kavramı ile bir tür İslami Marksizm kurgusu üretenleri rahatsız etti. Ben İslam’dan modern anlamda eşitlik çıkmaz, İslam komünal bir toplum öngörmez, ama İslam kapitalizmle de uzlaşmaz, İslam’ın öngördüğü toplum gelir dengesi olan, sınıfsal uçurumlar ve kutuplaşmaya izin vermeyen bir toplum. Allah Kur’an da müminlere sesleniyor, paylaşın ve arının diye, ama mülkiyete olumsuzluluk atfetmiyor, toplumda göreli refah farkını rızkın ilahi dengeye göre dağıldığını belirterek olumsuzlamıyor. Oysaki sol ilahiyat tartışmacıları nerde ise İslam’ın mülkiyete tamamı ile karşı, zenginliği her koşulda aşağılık lanetli bir şey olarak gören, bir tür proletarya yönetimi gibi tasavvur ediyor ki bu indirgemecilik işte. Birileri Yunan efsanelerindeki Prokrutes denen haydut gibi kendi tasavvurlarındaki dini ifade ile kendi heva ve heveslerine uygun bir İslam icad ediyor. Liberallerin islamı ne kadar icad edilmiş bir din anlayışı ise sosyalistlerinki de aynı. Bu nedenle İslam sınıfsız toplum öngörür diye kesin bir dille konuşmak bana göre sorunlu bir algı ki bu anlayış bozulmalarının kaynağı sömürge sonrası bir aydın olarak Ali Şeriati’nin Marksist terminolojiyi ve kavramları İslam’a dâhil etmesi. Ben bu anlamda anti sol ilahiyatçı bir duruştan yanayım. Oysaki kendim anarşizm ile İslam arasında yakınlaşmadan yanayım. Yani asla İslam’ın yaşadığımız zamanın algısı içinde yeni bir anlam ve anlayış kazanmasına itirazım yok, tarihi boyunca varolan birçok tefsirin bir bölümü de Anarşist ya da sosyalist bir tasavvur içerebilir. Sorun bunun tek doğru gibi yansıtılması. Deseler ki biz Kuran’ı böyle okumak istiyoruz buna hiçbir itirazım olmaz. Yaşadığımız çağı, özellikle sömürünün katmerlendiği, kapitalizmin adeta dini ve dindarları esir alıp paranın adeta ilahlaştığı bir dönemde İslam’ı soldan okuyan bu eksende yorumlayarak ondaki Adalet ruhunu güçlendiren bir anlayışa çok gereksinmemiz var, lakin aydınların bavul ticareti yaparak Latin Amerika’daki Kurtuluş Teolojisini birebir İslam’a monte etmeleri bu ülkede sol aydınların ciddi bir düşünsel tembellik içinde olduğunu gösteriyor. Ebu Zer’e gelince. Ebu Zer komünist değil bir sufi portresine daha çok uyar. O tam bir muttaki ve sıra dışı bir sahabe. Onun bir mümin olarak örnek alınması, mütevazı bir hayatı merkeze alması takva ve zühd ilişkisi içinde fakrı seçmesi bu günün tüketimci kültürü karşısında harika bir seçenek olur. Ama tutup da Ebu Zer’den Marksist ya da sosyalist bir devrimci portresi üretmeye kalkarsanız -ki buna yaşasaydı en büyük muhalif Ebu Zer olurdu- bu gerçekliği eğip bükmek olur ki bunun dini yeri hiç de iyi bir yer olmasa gerek. Ali Şeriati’nin Marksist Şiası’nı Sünni bir topluma giydirmek isteyenler beyhude bir uğraş içindeler. Sol ile İslam arasındaki anlamlı bir buluşmayı, mevcut burjuva özenticiliğini yerden yere vurma fırsatını ifsat ediyorlar. Bu gereksiz ve indirgemeci tavırdaki kibri hayata geçirenler Sünniliği Ortodoks ve sağcı bir anlayış içinde görüyorlar ve Aleviliği bir şekilde ihya etme derdindeler oysaki hetorodoksi diye kutsadıkları Alevilik bana göre berbat bir otoriteryanlığı içeriyor. Buna karşılık daha akılcı bir duruşa sahip sünnilik onların masonluktan türettikleri –masonluğu Bâtıni öğretiler ekseninde anlıyorum, bizdeki yaygın anlamı ile değil– Marksizm soslu İslam yorumlarından bin kat daha özgürlükçü potansiyeller içeriyor. Bu tartışmalar bence ayaklarını bu topraklara basmıyor. Tekrar etme bahasına benim için sol ilahiyat söylemlerinde sorunlu olan İslam ile solun buluşma çabası değil Marksist bir solun İslam’ı masseden anlayışları, ben buna karşıyım ve karşı durmaya da devam edeceğim, yoksa bu buluşma gerekli ve doğru bir çaba. Ama bunun yolu bu tartışmalar değil bundan çok eminim.
***
“Sol İlahiyat” tartışmalarının teorik düzeyden pratiğe geçmesi ve Türkiye gerçekliğinde Müslümanların sosyalistlerle buluşmasının mümkün olup olmadığını Kurtuluş Kayalı, Mehmet Bekaroğlu ve Ümit Aktaş değerlendirdi.
Dinin devrimci yönünü gösteren tarihsel örnekliklerin ve sosyalizm ile din arasındaki ilişkinin teorik düzlemde ele alındığı “sol ilahiyat” tartışması eylemden kopuk birtakım söylemler olarak mı kalacak yoksa bu tartışmalar hayatta karşılığını bularak Türkiye gerçekliğiyle irtibatlı yeni bir muhalefet imkânı doğuracak mı? Geçtiğimiz hafta konuyla ilgili Özgün Duruş’a değerlendirmelerde bulunan isimlerden Ahmet Örs, Beled sûresinin 13. ayetini “Kölelere Özgürlük” pankartıyla Tokat’taki 1 Mayıs yürüyüşüne taşıyan eylemlerinin pratiği öne çıkaran bir teklif olduğunu ifade etti. Dilaver Demirağ ise “sol ilahiyat” tartışmasında kendisini rahatsız eden şeyin İslam’la sosyalizmin buluşmasından çok Marksist sol anlayışların İslam’ı masseden yorumları olduğunu belirtti. Yapılan tartışmaların yaşanan hayatta yankısını, karşılığını bulmak için öncelikle teorik bir uzlaşı mı gerekiyor yoksa iki tarafın birbirine itikat dayatmadan gerçekleştirecekleri eylemlilikler mi bu buluşmayı mümkün kılacak. Tartışmaların gidişatını, Türkiye’de küresel kapitalizme karşı “birlikte direnme” söyleminin gerçekliğini ve pratiğe yansıyıp yansımayacağını Kurtuluş Kayalı, Mehmet Bekaroğlu ve Ümit Aktaş Özgün Duruş için değerlendirdi.
Kurtuluş Kayalı:
“Tartışmalar Türkiye gerçekliğine yaslanmıyor”
Son dönemde yapılan “sol ilahiyat” tartışması biraz daha teorik bir tartışma. Bence Türkiye’nin tarihsel, kültürel, düşünsel birikimine dayanan bir tartışma değil. Son dönemdeki tartışma, 1960’lı yıllarda Garaudy’nin İslamiyet ve Sosyalizm kitabının çıkardığı tartışmaya benziyor, Türkiye’ye dayanmaması açısından. Ama o kitabı çıkaran insanların Yön dergisinde yaptıkları tartışma Türkiye toprağına bugünkü “sol ilahiyat” tartışmalarına göre daha fazla değiyordu. Bu tartışmanın bana göre en eksik tarafı, Türkiye’de eski dönemlerden itibaren Türk solunun önemli isimlerinin bu konudaki tartışmalarına, ki bunların arasında Kıvılcımlı da var, yaslanmaması ve İslami düşünce geleneğinden gelen insanların bu konuya yaklaşımlarından beslenmemesi. Bu tartışmanın ana ekseni anladığım kadarıyla Türkiye’ye biraz teğet geçiyor. Söyledikleri söz nereye gidiyor, yani bu coğrafyada, bu tarihte nereye yaslanıyor? Çok fazla Türkiye’ye ilişkin değil gibi geliyor. İnsan en azından şunu bekliyor, Engels’in Hristiyanlık özelinde Thomas Münzer hakkında söylediği “dinden gelip sosyal gerçekliğe yakın hareket etme” durumuna benzer bir geleneği Türkiye’de İslami düşünce geleneği içinde aramıyor insanlar. Solun bu konuda hakikaten vurucu, kapsayıcı bir yaklaşım tarzı olsa, bu Batılı metinlerde vardır, İslam-sosyalizm ilişkisini tahlil eden Münzer üzerine 15-20 tane metin çıkardı. Bildiğim kadarıyla hiçbir metin yok bu konuda. Münzer’in benzerini İslami düşünce içinde yakalamak ve ondan kalkarak birçok yorum yapmak mümkün. Latin Amerika benzetmesi Türkiye toprağıyla bağdaşmıyor, bunu başka yerden esinlenmenin yanlış olduğunu söylemiyorum, bu caizdir. Ama aynısını alıp buraya yerleştirmek problemli bir şey. İnsanların bunu çok fazla düşündüğünü zannetmiyorum. Son dönemde yapılan tartışmada, Medine vesikası tartışmasıyla bağlantı kurulmuyor, 1965’te Yön’de şekillenen ve hatta Hüseyin Hatemi’nin de katıldığı sosyalizm-İslamiyet tartışmasıyla bağlantı kurulmuyor. Bu teorik tartışmalar pratiğe yansıyabilir de yansımayabilir de. İnsanlar yararcı bakıyor gibi geliyor bana. AKP konusunda iyimser olmaları yansıyabileceğini düşündürüyor. Bu türden tartışmaların pratiğe dönüşebilmesi için siyaset sıcaklığını aşarak bakabilmek gerekiyor. Bana göre Türkiye toprağına en fazla değen yazılardan biri, Murat Utkucu’nun tren kompartımanında karşılaşan iki insanı anlattığı yazı. Pratik bir şeyden bahsediyor mesela orada.
Mehmet Bekaroğlu:
“İslami sol yanlış bir ifade”
İslam’ın, Müslümanlığın adalet, eşitlik, özgürlük tarafını öne alan tartışmaların sol ve sosyalizm kelimeleriyle birlikte anılıyor olmasından ciddi bir şekilde rahatsızım. Çünkü bunu çok iyi niyetli bulmuyorum. Türkiye’nin realiteleri üzerinden konuşursak özellikle sol kavramının evrensel karşılığından saptığını söyleyebiliriz. Sol dediğimiz zaman CHP anlaşılır, Tek Parti dönemi anlaşılır. Milletin değerlerinden uzaklaşma, millete tek tip yaşam dayatmak anlaşılır. Muhafazakâr halk kitleleri nezdinde sol, İslam karşıtı bir kavram olarak bilinir. Evrensel karşılığı farklıdır elbette, bu önemli değil. Dolayısıyla bugün uzun zamandan beri, özellikle Ak Parti iktidarında olup bitenlere tepki olarak gelişen ve Müslümanlığın eşitlikçi, özgürlükçü, adaletçi damarının öne çıkarılmasını amaçlayan çalışmalar bu kelimelerle anlatıldığında halkın tepki göstermesine sebep oluyor ve bu tartışmalar, bu arayışlar bu kelimelerle bir şekilde sabote ediliyor. O nedenle ben “Müslüman sol”, “İslamî sol” gibi benzetmelerin yanlış olduğunu, hem Türkiye gerçekleri açısından anlamsız hem de teorik olarak yanlış tanımlar olduğunu düşünüyorum. Sol ve sosyalizm gibi kavramlara hiç gitmeden Müslümanlığın eşitlikçi, özgürlükçü, adaletçi tarafının öne çıkarılması gerektiğini düşünüyorum. İslam nedir, nasıl anlaşılıyor, toplumsal projesi nedir sorularına cevap aranması lazım. Özellikle Türkiye deneyiminden hareket ederek Müslümanların siyasal olarak ortaya koydukları projelerin tartışılması, Ak Parti iktidarıyla paraya ve güce kavuşan Müslümanların Emevi İslam’ını yeniden canlandırdıklarının gözler önüne sürülmesi faydalı olacaktır. Konuştuğumuz Müslümanlıktır, İslam’dır. “Müslüman sol”, “sosyalist Müslümanlık” gibi kavramlar gereksizdir, anlatmaya çalıştıklarımızı izah etmek bir yana bu arayışlara zarar veriyor. “Sol ilahiyat” tartışmasını faydalı buluyorum. Türkiye’de gerçek solun bir özeleştiriye girmiş olması önemlidir. Müslümanların özgürlükçü, adaletçi, eşitlikçi arayışlarıyla irtibat kurmaları Türkiye’de muhalif bir duruşun oluşmasına zemin hazırlayacaktır. Bu tartışmalarda yer alan teorik düşüncelerin pratiğe aktarılması mümkündür ve gereklidir. Kavramları bir tarafa bırakarak farklı kesimlerde bulunan insanların özgürlük sözü etrafında birleşerek sömürüye, baskıya ve yağmaya karşı güçlerini birleştirmeleri son derece anlamlı olacaktır.
Ümit Aktaş:
“Buluşma ilahiyatla değil pratikle olur”
Sol ilahiyat kavramı oldukça sorunlu bir kavram. Bu geçmiş yüzyıla ait “tanrısız din” kavramını çağrıştırmakta. Bizim inancımızda Tanrı, bir bilimin (ilahiyat) nesnesi değildir. İlahiyat çünkü, ne sol’un, ne de Müslümanların üzerinde konuşamayacakları kadar sorunlu bir alan; sol’un ateizme yakınlığı, Müslümanların ise, “Tanrı” üzerinde konuşmayı bir “bilim” konusu hâline getirmedeki çekinceleri ve hassasiyetleri, bu konuyu üzerinde konuşulabilir bir alan olmaktan uzaklaştırmaktadır. İlahiyat, Tanrı’yı bir insan hâline getirmekten sakınmayan Hıristiyan geleneğine ve pozitivist sekülerliğe ait bir kavram, bir “bilim”dir çünkü. Müslüman zihin açısından Allah, bir bilim’in konusu değildir; teslimiyete dayanan bir imanın bilinci ve Hakikate karşı duyulan bir sadakattir. İman ise bir düşünbilimle (bilimsel akıl) değil, bir yaşambilimle (kalp’le) gerçekleşir. Beri yandan İslam, kendi asli hüviyetini yitirmedikçe sol’a ya da sağ’a ihtiyaç duymaz ya da bu tür bir siyasal denklemin içerisine sokulamaz. O nedenle, Hıristiyanlık ile sol arasında kurulan yakınlıkları (sözgelimi Latin Amerika deneyimini, özgürlük ya da kurtuluş teolojisini) bu topraklarda bir imkana dönüştürmeye çalışmak, sol’un, öteden beri izlediği, bu toprakların ruhunu kavramada özgün bir çaba içine girmektense, batılı zihinleri ve örnekleri izleme kolaycılığından başka bir anlama gelmemekte; yüz yıllık yanlışlıkların tekrarına düşülmektedir. Müslümanlarla sosyalistler arasında oluşturulacak bir dayanışmanın ve konuşmanın alanı, ilahiyata değil, her iki kesimin de, şu veya bu ölçüde savaşım içerisinde oldukları kapitalizme, küreselleşmeye ve adaletsizliklere karşı oluşturulacak mücadelenin pratiklerine ilişkin olmalıdır.
Kaynak: Özgün Duruş, 30 Aralık 2010 ve 31 Aralık 201o