Temsilci Siyaseti Aşmak için: Filistin’de Düşüp Dövüşene Selam Yollamak Mümkün mü?
Arkadaşımız Hüseyin Arif, Gençlik Komiteleri sitesi için Filistin direnişinin Türkiye solundaki yansımaları üzerinden laiklik, temsil siyaseti ve kültür savaşı kavramlarını tartıştığı bir polemik yazısı kaleme aldı. [1] Yazıyı sitemize iktibas ederek ilginize sunuyoruz;
Bugün, hala, her çarkıyla birlikte emperyalist makina, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişen tekniğini ve hegemonyasını dünyanın dört bir yanında sağlamlaştırmak için uğraşıyor. Farklı bölgelerdeki sömürü ilişkilerini, yani bu çarkları birbirine bağlayan temel unsur, bu emperyalist makina. Hakimiyetinin tartışılmazlığının kırıldığı yalnızca birkaç nokta var. Bunların en görünür kılındığı yer ise Filistin halkının mücadelesi: Aksa tufanıyla beraber, kocaman bir emperyalist koalisyona karşı her imkanda yalnızlaştırılan Gazze’deki silahlı güçlerin çatışması, anti-emperyalist mücadeleyi başka bir boyuta taşıdı. İşgal devleti lehine üretilen bu yenilmezlik mitinde alışılmadık bir yarık açıldı. İşgalci İsrail’in, 76 yıldır sürdürdüğü soykırım ve tehcir girişimi lehine uluslarası düzlemde meşruiyet zemini olarak lanse ettiği bu tufan, görülüyor ki yalnızca çatışma bölgesindeki denklemlerle ilgili değil; aksine tüm dünyadaki sınıf mücadelesi taraftarlarına çeşitli bağlamlarda bir ufuk tartışması verdiriyor. Bizler gibi Türkiye’deki sınıf ilişkilerini tersine çevirme uğrunda mücadele edenler için, devrimciler için, bu ufuk tartışmalarının esası, söz konusu çatışmada selam gönderdiklerimize retorik değil gerçek bir siyasal katkıyı nasıl yapabileceğimiz olmalı.
Bu somut siyasal katkı arayışı bizleri Aksa Tufanı’nın hemen ardından Türkiye’deki siyasi dengeleri nasıl Filistin’de dövüşenlerin lehine harekete geçirebileceğimize, bunun memleketimizdeki sınıf mücadelesinde nasıl yer bulabileceğine götürdü. Elbette gerçek siyasal katkıyı nasıl üreteceğimiz yalnızca Filistin gündeminde değil, her alanda merkezde yer alan bir tartışma. Ancak burada Filistin bağlamında, kısıtlı da olsa genele yönelik bir imkanı da tartışmış olabilmeyi umuyorum. Nitekim bu siyasal katkı arayışı da Türkiye’deki sınıf mücadelesini ileri taşımak için nasıl bir yol-yöntem izlememiz gerektiğini, bu topraklardaki mücadele zeminlerini tespit edebilmekle başlıyor. Türkiye’de sınıf mücadelesine katkı sağlamak ya da ona öncülük etmek isteyenlerin handikaplarını önümüze sererek bu handikapların Filistin için Bin Genç hareketinde nasıl karşılık bulduğunu işaret edeceğiz.
Bizce Filistin için Bin Genç hareketinin aşmaya talip olduğu ve belirli bir yol kat ettiği temel iki handikap var. Bu handikaplar Türkiye Sosyalist Hareketi’nin içinde ur gibi yer edinmiş 2 tutum: laiklik takıntısı ve hareketsizlik/siyasetsizlik. Bu handikapların yaslandığı temel zemin ise siyasetin fiili güç yerine temsil odaklı inşa edilmesi. Biz bu engellerin fiili meşru mücadele hattı inşa edilerek aşılabileceğine inanıyor ve sınıf mücadelemizde olduğu gibi Filistin mücadelesine de bu koşulla somut katkının sağlanabileceğini düşünüyoruz. Şimdi ortaya atılan bu ifadelerin esaslarını konuşalım: “temsilci” siyaset, laiklik takıntısı ve hareketsizlik/siyasetsizlik. (Nitekim Filistin için Bin Genç’e ya da benzeri yapılara yöneltilen kara propaganda ve eleştiriler genelde bu bağlamlardan türüyor.)
Türkiye’de temsil siyasetinin laik/seküler ve dindar/muhafazakar ikilemine gömüldüğü, meclisin iktidarı bu bağlamlarda rıza üreterek sağladığı, bilhassa son 20 yıldır bu ikiliğin kaşınarak temsillerin konsolide edilmeye çalışıldığı hepimizin malumu. İktidar, elindeki tüm teknik güçle kültürel alanı istediği yönde inşa ediyor ve bu alanın siyasal öznesi olarak kimliklerin kavgasını öncelediği bir siyasal zemin sunuyor. Bu bağlamda inşa ettiği yeni araç olan İletişim Başkanlığı, trol ordusu ve tüm büyük medya araçlarını hatırlamakta fayda var. Bunlar kendini kültür savaşında yenilmez bir makinaya çevirmesi için Ak parti iktidarının olmazsa olmazları.
Bu durumda, iktidarın karşısında üretilen siyaset biçimine baktığımızda gördüğümüz, her ne kadar sınıf savaşını gündemine almaya çalışsa da günün sonunda Ak parti iktidarının tahlilini yaşam tarzı talebine indirgeyen bir tutum ve bu yaşam tarzına açılan savaş oluyor. Fakat burjuvazinin hegemonyasını geliştirebilmesinin birincil aracının sömürü koşullarını kendi lehine ilerletebilmek, yani küresel emperyalizmle uyumlanmak olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu da dev bir rıza üretim makinasına ihtiyaç duyuyor.
Ak parti, iktidarı süresince bu dev rıza üretim makinasını çok başarılı bir şekilde inşa etti ve havuz medyasıyla, kültür savaşının temel öznesi olan kimliklerin çatışmalarına kurulu olan bir siyasal zemini, her gün tekrar var ediyor. Bilhassa 28 Şubat süreciyle öfkesi birikmiş, içinde yıkıcı bir enerji de taşıyan bu kitlelerin temsiliyetini ve çatışmalarını bahsettiğimiz araçlarıyla içeriyor. Haliyle, kültür savaşının/kimlik çatışmalarının verildiği bu sahada iktidar, dev makinadan, teknik gücünden ötürü adeta yenilmez bir durumda.
Yukarıdaki kısa tahlil şu tespitin zemini işaret etmek için: Türkiye solu bu manzara karşısında kendini temsil siyasetine gömmüş durumda (elbette sadece 2000 sonrasına kapatılamaz, bunun temellerine ilişkin beyanımızı “Kültür Savaşı Değil Sınıf Savaşı” yazımızda belirtmiştik). Fakat öznel koşullar devrimciler tarafından şekillendirilmelidir. Parçalanması murad edilen ilişkiler bütününde devrimciler, gücün kaynağını ve hangi araçla kimin elinde olduğunu tahlil etmeye muhtaçtırlar. Çünkü devirme işlemi son tahlilde gücün örgütlenmesine bağlıdır. Bu cihetten dönüp baktığımızda, siyasal gücün temel yapı taşının maddi güç, beden, yani kitlelerden meydana geldiğini görmemiz gerekiyor. Başka bir deyişle temsili kuşanılan ya da kazanılan kitleler gücün merkezini teşkil ediyor. Temsillerin kavgasının verildiği kültür savaşı sahasında iktidarın nasıl bir makinaya sahip olduğunu yukarıda belirtme sebebimiz de bu.
İş Filistin halkının sömürgecilere karşı özgürleşme mücadelesine gelince temsil siyasetinin kapladığı yerden çıkmak da epey zor görünüyor. Türkiye solunun büyük bir kısmı, aynı Türkiye hükümet bloğunun yaptığı gibi, Filistin’i kimlerin sahipleneceğini, hangi soyutlanmış değerlerle bunun savunulacağını pratik çabanın önüne koyarak, bu özgürleşme mücadelesiyle ilişki kurmayı seçti. Yani, sınıf siyasetinde yoğunluklu olarak gömüldüğü temsilci siyasete yaslanarak direnişe destek olmayı tercih etti.
Hal böyle olunca Filistin’de düşüp dövüşenin maddi gerçekliği, onların bedenleri, birebir temasları, silahları ve maddi-siyasal ilişkileri de göz ardı edilen bir hale geliyor. Düşüp dövüşene gönderilen selam onun siyasetinin bir parçası değil kendi temsilini üretmenin bir parçası olarak değer kazanıyor. Daha fazlası mümkün değil mi? Mümkün, fakat bu ilişkiyi tersine çevirmekle. Temsilinin kapsadıklarına seslenmektense direnişi ortaya koyanları temsil edecek bir gücü üretmeye dönerek bu mümkün olabilir ancak. Düşüp dövüşene gönderilen bir selamdansa onların selamını somut bir şekilde bu topraklara taşıyabilmekle mümkün olabilir.
Şimdi bu temsilci siyasetin kriz üreten çerçevesine değinmişken, bu zeminin ortaya çıkardığı iki meseleyi işaret ederek, Filistin için Bin Genç hareketinin mezkur handikaplarla ilişkilenmede nasıl bir ilerici rolü üstlendiğini konuşmayı deneyeceğiz.
Türkiye sosyalist hareketinin büyük bir kısmı bu temsil kavgasında, aydınlanmacı geleneğinden mülhem, oldukça demodeleşen ve idealist bir tutuma evrilen pozisyonunu ısrarla koruyor. Söz konusu laiklik takıntısı, bu temsil siyasetinin bir ürünü. Öyle ki kimileri bu Fransız Burjuvazisinin merkezi devrimci talebini, bütün üretim ilişkilerinden azade bir şekilde buraya ithal eden Kemalist devrimin dağarcığı ile burada merkezileştiriyorlar; alıp sınıf kavgasının merkezine koymaya çalışıyorlar. Uzun bir laiklik tartışmasını burada vermek konuyu uzatmak olur. Ancak işaret edilmesi gereken nokta, nasıl ki Kemalist devrim modernleşme süreçlerini ciddi bir temsil kavgası dolayımıyla var ettiyse bugün laiklik fenomeninin de bu zeminde karşılık bulduğudur. Bu sebeple aynı cenah, Filistin davasında ortaya konulabilecek somut fayda arayışını bir kenara bırakarak “kimlerin” bu meselede meydanda olduğunu ya da kimlerin elinde mikrofon olduğunu tartışabiliyor ancak. TKP’nin trol aracı BSM X hesabının paylaşımlarını ve Filistin’de İşgale Son Kampanyasının kimi eylemlerindeki konuşmayı bu bağlamda değerlendirmek mümkün. Dolaylı olmasın, daha doğrudan örnek verelim dersek, SEP’in “bu davanın esas sahibi devrimcilerdir” avutmasına sığınması ya da Emek Gençliği’nin şık sloganı “Denizlerin yolunda Filistin’in yanında” söylemi de söz konusu kendi temsiliyetini somut faydanın önüne koyan cinsten tutumlar; Filistin’in anti-emperyalist mücadelesini kendi bağlamında da inşa etmeye dönük değil, bu meseleyi kendi temsilinde bir aksesuara dönüştürmeye yönelik tutumlar.
Marx, dünyanın bütün işçilerine “birleşin” çağrısını yaparken işçiliği bir temsil değil, maddi ilişkilerdeki pozisyon olarak işaret ediyordu. Bir işçi nedir sorusuna verilecek ahlaki bir yanıtla işi yoktu. Dünya halklarının özgürleşme savaşını verdiği süreçlerde de bunu hatırlamak ve temsilleri üreten maddi koşullar üzerinden buna sağlanacak somut faydayı düşünmek gerekiyor. Bu, devrimci tutumdan taviz vermek anlamına gelmiyor. Bu düzenin rıza üretim makinalarından ve burjuva demokrasisine dayalı temsilin siyasal alanda hegemonya olduğundan bahsediyorsak, bu temsil ilişkilerini de düzenin bize verdikleriyle kabul edemeyiz. Daha açık şekilde SEP’in Nakba Eylem Komitesi’nden ayrılma yönündeki tutumlarını örnek alarak konuşabiliriz: yan yana olduklarımızı temsil cihetinden çöpe atarken devletin onları temsil ettiğine taassup etmiş oluyoruz. Direniş Çadırı’na karşı alınan tutum bizzat bunu işaret ediyordu. Fakat anti-emperyalist mücadelenin tek bir temsilini dayatamazsınız, hele ki fiili gücü temsil gücüne yetmeyen bir kampsanız.
Öte yandan, Marx’ın köküne kibrit suyu dökmeye çalıştığı şeyin, bugün İslamcı entelijansiyanın Batı düşmanlığı ya da modernitenin reddinde kavramsallaştırdığı burjuvazinin kültürel hegemonyası olduğunu unutmamak gerekiyor. Bunu anlamak bahsettiğimiz dönüştürücü enerjinin kaynağını bulmakla ilgili. Bugün yukarıda bahsettiğimiz şekilde Ak Parti’nin temsilini kazanabildiği kitleler için, Batı’nın tüm değerleri satın alınabilir hale getiren kültürel temsili, varlık mücadelesinin merkezinde duran bir nefret objesidir; “Büyük Şeytan”ın kendisi.
Kimin hangi motivasyonla bu eylemi ortaya koyduğu Allah-u Teala’nın takdirinde. Ortaya konulan eylemin siyasal çıktıları ise bizim müdahale alanımızda. Sosyalist devrimin, ulusal kurtuluşun ya da diğer siyasal mücadelelerin kimseye her iradenin üstünde bir hesap sorucu olma vasfını yüklemediğini bildiğimize göre; kalplerde ya da akıllarda olanı organize etmektense, ortaya konan maddi siyasal çıktıyı örgütlemeye odaklanmamız gerekiyor.
On yıllar boyunca çeşitli merkezleri değiştirerek örülmüş anti-emperyalist hegemonyaya karşı bir mücadele düşünüldüğünde, bu kitlelerin halihazırdaki harekete açık tutumunu göz ardı etmek, beraber yol inşa etmek yerine esas Filistin temsilciliği üzerinden dar grupçu ve aydınlanmacı bir yere geri dönmek oldukça talihsiz bir seçim gibi duruyor.
Velhasıl, bu temsilci siyasete dayalı laiklik takıntısı, ithal olduğu kadar mücadeleye somut fayda sağlamanın önüne de geçen bir tutum. Hareketsizlik/siyasetsizlik handikapını da aynı zeminde aramak gerekiyor. Fiili bir direnişçi hat örmek için çaba harcamak yerine kendi temsiliyetini büyütmeye odaklı siyaset üretenler, ilkeler manzumelerinin ardında bir “gerçek devrimci duruş” üretmeyi önceledikçe pratik fayda için kolları sıvamakta da geri kalıyorlar.
Filistin için Bin Genç bu takıntıyı bir kenara bırakarak Filistin’de düşene ve dövüşene selam yollamanın bu topraklarda onlar için bir koz olma ihtimalini düşlüyor. Türkiye hükümetinin Filistin’deki dövüşenlere faydalı olacak bir yönde sıkıştırılması için; Direniş Örgütleri’nin elini Nato’nun bir üyesine karşı somut anlamda güçlendirebilmesi için çalışıyor. Yani Filistinlilerin talebini bu topraklarda yükseltiyor ve Türkiye hükümetine karşı, onun emperyalist iki yüzlü tutumunu ortaya koymak için, kendi rıza üretimini yöneltebildiği kitlelerle beraber bir siyaset üretiyor. İsrail’e karşı taş atmaya kararlı insanları bir cihetten sınayarak değil, herkesin Direniş’in çağrıları karşısında sınandığı bir alan yaratarak.
Filistin için Bin Genç, bugün işgalciyle ilişkinin kesilmesi yönünde talebin toplumsallaşmasına gözle görülür biçimde büyük bir katkı sunarken, yan yana gelmelerin ve temsil ilişkilerinin harekete siyasal katılım imkanı yakalayanlar için ne denli dönüştürülebilir olduğunu gösteriyor. Bir yandan bu talebin toplumsallaşarak Filistin direnişi lehine Türkiye hükümeti karşısında bir koz olmasını sağlarken öte yandan temsilci siyasete yaslanan handikapların aşılması için bir mücadele alanı sunuyor.
Fanon, sömürgesizleştirme sürecinin birleştirici gücünün şeylerin düzenini değiştirme kabiliyetinde yattığını söyler. Bunu temsil ilişkilerini yeniden düzenleme gücü olarak görmeliyiz. Tüm dünyayı emperyalist makinaya karşı birleştirecek olan şey, onun dayattığı temsil ilişkilerinde gedik açmakla başlıyor. Filistin direniş örgütlerinin bir ileri adım olarak, ortak operasyon odası kurarak yaptığı buydu. Bu kabiliyeti üretenler fosfor bombalarına, tanklara karşı; koca bir emperyalist koalisyona karşı 9 aydır -hatta 70 yıldır- yenilmiyorlar, yenilemezler. Kısacası, onların tecrübesinden bize ne kadar pay düştüğünü sınadığımız bir hareket Filistin için Bin Genç. Dolayısıyla emperyalizmin içkinliğini tartıştığımız ölçüde, yukarıda anlatılanlarla beraber yol açıcı mahiyetini hepimizin görmesi gerekiyor.