Ruşen Çakır – Sol ve İslam
SOL VE İSLAM-1
Birikim’den eski bir tartışmaya yeni soluklar
Kendisini “aylık sosyalist kültür dergisi” olarak tanımlayan Birikim, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle ortaya çıkan 9 yıllık mecburi kesinti sayılmazsa tam 35 yıldır yayınlanıyor ve bu Şubat ayında 250. sayıya ulaştı.
100. sayısı için hazırlanmış özel dosyada Birikim’i “Türkiye solunda cevap vermekten çok soru sormanın daha önemli olduğunu düşünen veya hisseden kişilerin kendilerini en rahat ve özgürce ifade edebildikleri bir platform” olarak tanımlamıştım. Aradan geçen zaman içinde bu özelliğini büyük ölçüde koruduğunu düşünüyorum. Birikim’de ilk kez 1991 yılı Şubat ayında, 22. sayısında yazım çıkmıştı. 2007 Nisan ayındaki Hizbullah yazımdan beri yazı yazamadığım için üzülüyor, ama merakla, ilgiyle, tartışarak ve öğrenerek izlemeye devam ediyorum. Ve bu dergiye emeği geçen herkese bir kez daha çok teşekkür ediyorum.
Birikim’in 250. sayısının ana dosyası “Sol ve ilahiyat” başlığını taşıyor. Solun genel olarak dinlerle, özel olarak da İslamiyet’le ilişkisini (ve ağırlıkla ilişkisizliğini) ele alan bu sayıda çok sayıda ilginç ve ufuk açıcı yazı var. Örneğin sinemacı Sırrı Süreyya Önder, Türkiye’deki sol İslamcılığın önde gelen isimlerinden İhsan Eliaçık’tan geniş biçimde yararlanarak, Hz. Muhammed’e ilk inananlardan Ebu Zerr’den başlayıp değişik dönemlerde egemen baskıcı düzenlere kafa tutmuş olan dindarları bize anlatıyor ve “Müminin celadetine ne oldu?” diye soruyor.
Kazım Özdoğan ile Görkem Özizmirli, ayrı ayrı yazılarda, özellikle Latin Amerika’da bir dönem çok etkili olan ve izlerini hâlâ güçlü bir şekilde sürdüren “Özgürlük Teolojisi” (Kurtuluş İlahiyatı da denebiliyor) hareketini ve bunun benzerinin İslam coğrafyasında mümkün olup olmadığını tartışıyorlar. Hem “feminist”, hem “solcu” duruşuyla öteden beri Türkiye’deki İslami hareket içinde özgün bir ses olan Cihan Aktaş’ın yazısının tek başına başlığı bile çok şey anlatıyor: “Halkın sesinde Hakk’ın sesini aramak: ‘Lâ’ya da sürekli devrim.”
Bir ödev
Dosyada Ömer Laçiner, Murat Utkucu, Tuncay Birkan, Mustafa Tekin ve Yasin Durak’ın da yazıları yer alıyor. Bunlardan Utkucu’nun “Aynı trende: İslam ve sosyalizm” yazısının sonundaki bir anekdottan, 1989’da Ankara-İstanbul arasındaki bir tren seferinde solcu bir üniversite öğrencisinin iki çocuklarıyla birlikte seyahat eden bir çiftle (anne türbanlı) saatlerce süren muhabbetten söz etmek istiyorum. Bu muhabbette Allah’ın varlığı ya da yokluğu değil başka şeyleri, mesela “kapitalist hayat tarzının gündelik etkilerini, yoksulluğu, paylaşımı, tüketmenin yıkıcı felsefesini…” konuşuyorlar.
Birikim’in bu dosyası yıllardır kafamı kurcalayan ama sürekli bahaneler bularak yazmayı ertelediğim bir konu, sol ile İslam ilişkisi üzerine artık yazma konusunda bana cesaret verdi. Daha doğrusu bu “ödev”den daha fazla kaçamayacağımı artık kabullenmiş haldeyim. Bu bir “ödev” zira 25 yıllık gazetecilik yaşamımda ağırlıklı olarak İslami hareketler üzerine çalıştım. Türkiye’nin ve dünyanın birçok yerinde farklı meşreplerden İslamcıyla tanıştım, konuştum, röportaj yaptım ve buna bağlı olarak değişik ülkeler ve mesleklerden konuyla ilgili çok sayıda kişiyle bu konuyu tartıştım.
1990’da ilk kitabım Ayet ve Slogan yayınlandıktan hemen sonra İslam dünyasında sol/sosyalist hareketler üzerine yeni bir çalışma yapmaya niyetlendim. Epey bir malzeme topladıktan sonra, büyük ölçüde karşılaştığım trajik tablonun da etkisiyle bu projeyi rafa kaldırdım.
Bu uzun girişten sonra kendi deneyimlerim ışığında sol ve İslamiyet ilişkisi üzerine bir dizi makale yazacağımı ilan ediyor ve ilk yazı yarına diyorum.
(13.3.2010)
SOL VE İSLAM-2
Sol İslam gerçeğini anlamak istemedi
Sol ile İslamiyet arasındaki ilişki veya ilişkisizliği herhalde en kolay kendi hayatımızdan örneklerle anlatabiliriz. Kişisel deneyimlerimden biliyorum ki Türkiye’de solun en güçlü olduğu 1970’lerin ikinci diliminde İslam dini sol tarafından düşman görülmezdi ama önemsenmezdi de. Buna bağlı olarak hiçbir sol grup veya çevrenin gündeminde dindarlar yer almazdı. Halbuki Türkiye muhafazakâr bir ülkeydi (hâlâ öyle), görmek istemesek, küçümsesek de İslam ve dindarlar her yerde, hatta yanıbaşımızdaydı. Örneğin Şubat 1981 ile Ağustos 1982 arasını İstanbul’da Siyasi Şube ve üç ayrı askeri cezaevinde geçirdim ve bu süre zarfında namaz kılan veya oruç tutan tek bir arkadaşımla karşılaşmadım. Buna karşılık birçoğumuzun ailesi dışarıda bizler için dua ediyor, kurban kesiyordu. Görüş günlerinde, özellikle annelerimiz, içlerinden dualarını okur ve tel örgülerin arasında suratımıza üflerdi.
12 Eylül’ün etkisi
1970’li yıllarda solcuların en büyük hatası dine sadece “ilericilik-gericilik” ekseninden bakmaları ve kendilerini “ilerici” olarak yüceltip, dindarlarıysa “gerici” diye damgalamalarıydı. Bu tepeden bakış nedeniyle ne yıllardır varlıklarını sürdüren İslami cemaatlere, ne siyasi hayatta anahtar bir parti haline gelmiş olan Milli Selamet Partisi’ne, ne de tüm dünyada büyük çalkantılara sebep olan İran Devrimi’ne gereken ilgiyi gösterdiler.
1980’li yılların ortalarından itibaren, sol giderek marjinalleşirken İslami hareketin tırmanışa geçmesi gerçeklerle yüzleşmek için iyi bir fırsattı, fakat bunun yerine “cunta bizi ezerken İslamcıların önünü açtı” gibi basit bir formüle itibar edildi.
12 Eylül generallerinin, komünizmle mücadele etmek için bazı cemaatlerle gizlice görüşmüş olduğu, zorunlu din dersleri gibi uygulamalara gittiği doğrudur. Fakat bütün bunlar 80’li yıllardaki “dine dönüş” olgusunu açıklamakta yetersiz kalıyor. Çünkü “dine dönüş”, olmayan bir şeyin keşfedilmesini değil, varolan bir şeyin hatırlanmasını kavramsallaştırır.
İslam’ın iki ayağı
Söz konusu olan bir din, hele İslamiyetse, bu dönüşü “bireysel” ve “toplumsal” açılardan irdelemek gerekirdi. Örneğin dindar bir birey, kendisini çaresizlik hissettiği herhangi bir anda dua ederek, namaz kılarak veya doğrudan doğruya Allah’la konuşarak kendine geniş bir ontolojik güven alanı açabilir.
Öte yandan aynı dindar birey, bir camide cemaatle namaz kılarak, bir tekkede diğer müridlerle birlikte zikrederek, bir şeyhin elini öperek bir topluluğa ait olma ihtiyacını giderebilir. Kırgın olduğu birisiyle, dini bir bayramı vesile ederek rahatça barışabilir. Hiç tanımadığı insanlarla Allah’ın selamını vererek diyalog kurabilir…
Kısacası, yalnız, çaresiz, muhtaç, üzgün, hasta, yoksul, yoksun, kırgın, hüzünlü, güçsüz, sessiz, sömürülen, aldatılan, anlaşılmayan, horgörülen, aşağılanan, önemsenmeyen, ihmal edilen, saldırılan, ezilen… insanlar için kendilerini günde beş kez yüksek sesle çağıran Allah’a sığınmak geçici de olsa bir kurtuluştur.
İşte Türkiye’de sol böylesine güçlü bir toplumsal olguyu görmezden geldi; ya ona alternatifler yaratmaya çalıştı ya da onu yok etme hayalleri kurdu. Eğer 1970’li yıllarda sol, İslam gerçeğini anlamak istese ve anlayabilse; kendisine bir rakip, hatta düşman görmek yerine İslam gerçeğiyle birlikte yaşamaya razı olsa; saflarına katılan dindarları dinden çıkmaya değil de dinlerini alabildiğine özgürce yaşamaya teşvik etse ve kapılarını dindarlara da en geniş bir şekilde açsa Türkiye bambaşka bir ülke olabilirdi.
Neden bunun olamadığını tartışmayı yarına bırakalım.
(14.3.2010)
SOL VE İSLAM-3
Yeşil ve kızıl kuşaklar
İslami hareketin 1980’lerden itibaren Türkiye’de yükselişe geçmesinin gerçek nedenlerini sorgulamak yerine bütün sorumluluğu 12 Eylül 1980 darbesini gerçekleştirenlere yıkmaya çalışmanın yanlış olduğunu dünkü yazımızda dile getirmiştik. İslamcılığın gelişimini sadece dış müdahalelere (katkılara) bağlayanların bir diğer argümanı da ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi”dir.
Soğuk Savaş döneminin dikkat çekici uygulamalarından olan bu projenin iki ana hedefi vardı: 1) Sovyetler Birliği ve onun güdümündeki ülkelerde yaşayan Müslümanları birer “rejim muhalifi” haline getirmek; 2) Sovyetler’in, Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeleri denetim altına almasını engellemek ve buralardaki etkisini iyice azaltmak.
Bu proje bağlamında Sovyetler Birliği’nin genel olarak din, özel olarak İslam düşmanı olduğu yolunda propagandası yapılıyor; İslam dini ile İslami cemaat ve gruplar maddi ve manevi olarak teşvik ediliyordu.
Afgan cihadı
Sovyet Kızıl Ordusu’nun Afganistan’ı işgal etmesiyle birlikte Yeşil Kuşak daha görünür hale geldi: ABD, CIA’nın yönetiminde, Pakistan, Suudi Arabistan, İngiltere ve hatta Çin’in, başta istihbarat servisleri olmak üzere bir dizi imkanını harekete geçirerek Afganistan’da bir “cihad” organize etti. Ve bu sayede Sovyetlerin sadece Afganistan’da değil genel olarak İslam dünyasındaki etkisini büyük ölçüde ortadan kaldırdı.
Evet, Yeşil Kuşak’ın Türkiye başta olmak üzere birçok ülkede İslami hareketlerin güçlenmesinde etkili olduğu doğrudur, fakat asla belirleyici olmamıştır. Öncelikle şunu vurgulamak lazım: İslami hareketlere Washington’dan çok Moskova yardımcı olmuştur. Çünü bu hareketlerin kitle tabanına baktığımızda, sol hareketlerinkiyle büyük ölçüde benzerlikler görürüz: Yoksullar, dışlanmışlar, yükselen ama iktidarlar tarafından önleri kesilmek istenen orta sınıflar… Refah Partisi’nin, 1970’lerde solun ve CHP’nin hayli etkili olduğu büyükşehirlerin varoşlarında oy patlaması yapması da bu benzerliği göstermektedir.
TKP’nin rolü
Sovyetler Birliği’nde ateizmin (dinsizliğin) bir tür resmi ideoloji haline gelmesinin; Müslümanlar dahil her türden din mensubunun dini hayatlarına çok sert kısıtlamalar getirilmesinin ve bütün bu uygulamaların diğer ülkelerdeki sol gruplar tarafından eleştirilmemesi, hatta onaylanmasının faturası çok ağır oldu. Sonuçta sol, sosyalizm ve komünizm, din karşıtlığı hatta düşmanlığıyla özdeş hale geldi. Buna bağlı olarak normal şartlarda sol hareketlerde yer alması beklenen kesimler mesafeli davrandılar, hatta sol karşıtı grup ve odaklar tarafından devşirildiler.
Örneğin 1970’li yıllarda sendikal harekette çok güçlü bir noktaya gelmiş olan DİSK, Moskova güdümlü Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kontrolü altına girdikten sonra, bu partinin toplumsal hayatta hiçbir karşılığı olmayan “ilericilik” perspektifiyle kendi tabanına yabancılaşmaya başladı.
Öte yandan dine (ve dolayısıyla İslam’a) karşı gereksiz bir düşmanlık politikası güden Moskova’nın, kendi stratejik hesapları nedeniyle İslam dünyasındaki dini cemaat, grup ve siyasi hareketlerle birbiriyle tutarlı olmayan ilişkiler kurduğuna tanık olduk. Yine Moskova, Washington’a karşı güç oyununda, Mısır, Lübnan, İran, Suriye, Irak, Ürdün, Filistin ve Türkiye gibi ülkelerdeki sol hareketlere elindeki basit birer kart muamelesi yaptı ve bunları kendi çıkarları için çok kolay biçimde riske etti.
Aradan çok zaman geçmiş olabilir. Fakat ABD’yi ve onun emperyalist politikalarını olduğu kadar Sovyetler Birliği başta olmak üzere diğer “sosyalist” olma iddiasındaki ülkelerin (ve onların yerli şubelerinin) İslam dünyasındaki yanlış politikalarını eleştirmeden solun dindar kitlelerle ilişkisini rehabilite etmesi mümkün olmayacaktır.
Sol ile İslam ilişkisini tartışmayı sürdüreceğiz.
(15.3.2010)
SOL VE İSLAM-4
“Kurtulmak yok tek başına…” dedik hiçbirimiz kurtulamadı
1970’li yıllarda sosyalist sol gruplarda, ne zaman “kadın sorunu” gündeme gelse hemen “Kurtulmak yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!” sloganı devreye girerdi. Bu sloganın dile getirdiği yaklaşım ilk bakışta kadın-erkek eşitliğini temel alıyor görünürdü. Fakat aslında kadın sorununu başlı başına almayı erteleyen, hatta bu tür feminizan talepleri neredeyse ihanetle eşdeğerde gören bu yaklaşım nedeniyle sol hareketlerdeki erkek egemenliği iyice pekişti ve içinden feminist hareketler çıkaramadı.
O tarihlerde sol, kapitalizmle, emperyalizmle ve faşizmle mücadele etme iddiasında olduğu için sadece “kadın sorununu” değil Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi kimlik temelli konuları görmezden geliyor ve bunların çözümünü devrim sonrasına erteleniyordu. Bu tutum, gördükleri toplumsal, kültürel vb. baskılardan kurtuluşun adresi olarak solu görmüş olan kadınlarda, Kürtlerde, Alevilerde… derin hayal kırıklıkları yarattı.
12 Eylül 1980 askeri darbesinin yol açtığı yenilgi psikolojisinden kolay kolay kurtulamayan sol hareketler, var kalmanın yegane reçetesi olarak geçmişlerine sıkı sıkıya sahip çıkmayı gördüler. Halbuki Türkiye, tüm dünyada olduğu gibi, kimlik siyasetlerinin ön plana çıktığı, makro politikaların yerini mikro politikalara bıraktığı bir dönemden geçiyordu. Ve zaten gücünü büyük ölçüde yitirmiş olan solun bu değişime ayak uyduramayacağı iyice anlaşılmaya başlanınca, kimlik temelli politikalara öncelik veren kesimler teker teker ondan kopup kendi hareketlerini oluşturdular. Örneğin hâlâ belli bir güce ulaşamamış olan feminist hareketin ilk önde gelen isimleri ve taşıyıcıları soldan gelmiştir. Keza Alevi hareketinin kendi başına yol almasında başrolü üstlenenlerin büyük kısmı sol kökenlidir. Zaten 1970 sonlarında Türk solundan ayrışmaya başlayan Kürt siyasi hareketi, 1980’lerden itibaren iyice milliyetçi/kimlikçi bir çizgiye kaymış ve soldan birçok militanı (ki içlerinden Kürt kökenli olmayanlar da var) saflarına devşirmiştir.
Ulusalcılığa katkı
Solun kimlik temelli politikalara karşı olan alerjisi, İslam dini ve dindarlar söz konusu olduğunda daha net bir şekilde ortaya çıktı. İslami hareketin 1980’li yıllardaki yükselişini tepkili bir kıskançlıkla izleyen ve bunu genellikle farklı komplo teorileri veya kaba sınıfsal tahlillerle izah etmeye çalışan solcular, dindarların bir takım taleplerini anlamadılar, hatta anlayamadılar. Örneğin 1980 ortalarında ortaya çıkan üniversitelerdeki türban sorunu, aslında solun yeni döneme kendini adapte edebilmesi için mükemmel bir fırsattı. Fakat önemsenmeyecek istisnai durumlar dışında, üniversitelerde de hâlâ belli bir gücü koruyan sol gruplar bu soruna müdahil olmaktan kaçındı. Hatta bazılarının yasağı desteklediğine şahit olundu. Kimileri uğraşacak daha önemli sorunları olduğunu söyledi; kimileri türbanı egemen sınıflar arasındaki bir kapışma olarak gördü; bazıları da solun gördüğü baskılara İslamcıların destek vermemiş olmasını bahane etti. Sonuçta sol, 1980’li yıllarda “herkes için özgürlük” istediğini gösteremediği gibi dindarlarla arasındaki mesafenin daha da açılmasına sebebiyet verdi.
Kimlik politikalarını kendi bünyelerine taşımadaki isteksizlikleri (ve beceriksizlikleri) solcuların bir bölümünü bu tür hareketlere karşı nefret ve düşmanlık beslemeye kadar götürdü. Bugün “ulusalcılık” akımının belli bir noktaya ulaşmasında solun Kürt, Alevi, kadın, İslam gibi kimlik temelli sorunlara aşırı tepki vermesi ve bunların büyük kısmını “emperyalist komplo” olarak görmesinin etkisi büyük, hatta yer yer belirleyici olmuştur.
Yarın, sol ile İslam arasındaki sorunların çözümü üzerine tartışmaya devam.
(16.3.2010)
SOL VE İSLAM-5
İslam ile solun ortak arayışı: Sosyal adalet
1980’lerin ortalarından itibaren Refah Partisi (RP) mensupları kendilerinden olmayan kesimlere yönelik çok ciddi açılımlar yapmış, örneğin seçim kampanyalarını diskotek, meyhane ve hatta genelevlere kadar taşımışlardı. Fakat örneğin gittikleri bir meyhanede oy istedikleri vatandaşlar kendilerine “Sizin iktidarınızda da içki içebilecek miyiz?” diye sorduklarında, “Biz iktidara geldikten sonra içki içme nedenleriniz ortadan kalkacak” gibi cevaplar veriyorlardı. (Tabii zamanla, örneğin AKP ile bu çizginin çok ilerisine geçmiş oldukları ortada).
Solun dindarlara bakışını da bir zamanların meyhanede propaganda yapan RP’lilerine benzetebiliriz. Aslına bakılacak olursa merkez ya da sosyalist sol grup veya partilerin, dindarların topluca bulunduğu mekanlara gitmeleri ender bir durumdur. Diyelim ki gittiler veya dindar olduğunu bildikleri kitlelere solu, sosyalizmi anlatıyorlar; din ve vicdan özgürlüğünün açık, net ve tartışmasız bir şekilde dile getirilmesiyle pek karşılaşılmaz, bunun yerine “sömürü düzeni”ne son verilince dinin etkisinin de otomatik olarak azalacağı söylenir ya da ima edilir.
Afyon afyonu
Karl Marx’ın “din halkların afyonudur” sözcüğüne cankurtaran simidi gibi sarılan ve buna hep olumsuz anlamlar yükleyen Türkiyeli solcularımız yıllar boyu İslam dinini, özellikle de onun Sünni yorumlarını, kapitalist sitemin (hatta emperyalist güçlerin) bir payandası olarak gördüler. Halbuki dünyanın dört bir tarafında İslam dinine bağlı olup sola yakın duran ve buradan hareketle de İslam’daki “sosyal adalet” kavramını önceleyen çok sayıda düşünür ve onların görüşleri etrafında bir araya gelen gruplar ortaya çıkmıştır. Aslında ülkemizde de bu tür arayışlar öteden beri mevcuttu, fakat sosyalist solun sahibi görünümündeki kişi ve çevrelerin kaba materyalizmi, din düşmanlığına varan ateizmi nedeniyle solla buluşmaları mümkün olamadı.
Solun zayıflamasının en azından bu buluşmaları mümkün kılmak gibi bir faydası olduğu söylenebilir. Özellikle son yıllarda İslami hareket içinde sivrilen çok sayıda aydın kendilerini “solcu” olarak tanımlamaya başladılar. Bunda solun zayıflaması ve dindarları aforoz etme gücünün kalmaması kadar, İslami hareketin özellikle AKP ile birlikte iktidara gelmesi ve dindar kitlelerdeki “sosyal adalet” beklentisinin gerçekleşmemesi, gerçekleşeceğe de benzememesi etkili olmuştur.
“Müslüman solcu” tanımını en fazla hak edenlerden Prof. Mehmet Bekaroğlu’nun SP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayıyken yaptığı kampanyayı hatırlayın. Onun “jeeplerdeki başörtülüler” eleştirisi İslami camiada tam anlamıyla kıyamet koparmıştı. Bazı AKP yanlıları, tam bir sağcı edasıyla, Bekaroğlu’nu “servet düşmanlığı” yapmakla suçladılar, hatta onu SP üst yönetimine şikayet ettiler. Halbuki onlar da çok iyi biliyordu ki (bu kadar öfkelenmelerinin nedeni de buydu) Bekaroğlu “servet düşmanlığı” değil bal gibi solculuk yapıyordu ve başörtülülerin neden jeep’e bindiğini değil, o jeep’leri nasıl edindiklerini sorguluyordu.
Bu olayın da gösterdiği gibi sol bir hareket dindarlara ulaşmak istiyorsa, onların dinleriyle, yaşam tarzlarıyla, giyim kuşamlarıyla uğraşmayı bırakıp solculuk yapmalıdır. Laikliği temel alma iddiasındakilerin yaptıkları solculuk değil olsa olsa laikçiliktir. Halbuki laikliğin bu cumhuriyetin en temel harçlarından biri olduğunu asla unutmadan, bunun dindarlar için de vazgeçilemez olduğunun sürekli altını çizerek, insanların özgürlük, eşitlik ve dayanışma özlemlerini temel alarak yapılacak olan solculuk Türkiye’nin gerçek anlamda önünü açabilir.
Bu tartışmayı yarın da sürdüreceğiz.
(17.3.2010)
SOL VE İSLAM-6
“İslami sol” mümkün mü?
Sol ve İslamiyeti birlikte anmanın bile tek başına bazı kişi ve çevreleri ne kadar rahatsız ettiğinin farkındayım. Sol ile İslam dininin hiçbir şekilde bağdaşamayacağı klişesini tekrarlayarak iktidarlarını korumak istiyorlar. Ama eğer, nüfusunun büyük çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bir ülkede yaşıyorsak ve bu ülkenin en büyük arayışları demokrasi, özgürlük ve başta sosyal konularda olmak üzere her türden adaletse, bu küçük iktidar sahiplerini tedirgin etmeyi sürdürmemiz ve onları devre dışı bırakmamız gerekir. Yani sol ile İslam arasındaki ilişkisizliği bir kader olarak görmeyip rehabilite etmek için herkesin elinden gelen katkıyı yapması şarttır.
Aslında umutlu olmak için nedenlerimiz mevcut. Zira solculuğun ve İslamcılığın ayrı ayrı yaşadığı ve giderek derinleşen krizler, bu iki siyasi hareketin saflarında yer alan bazı kişileri, bir süredir, kendi statükolarını, ön kabul ve yargılarını sorgulamaya sevk ediyor. Bugün İslami kesim içinde yer alıp kendilerini aynı zamanda “solcu” olarak tanımlayanları ele almak istiyorum. Özellikle 20. yüzyılda, İslam dünyasının değişik köşelerinde İslam dinini soldan yorumlamaya çalışan düşünürler, aydınlar ve onların fikirleri etrafında oluşan topluluk ve siyasi gruplara tanık olmuştuk. Fakat peşpeşe yaşanan Afgan cihadı ve İran devrimiyle birlikte İslam ile solu bağdaştırma girişimleri ciddi darbe aldı ve adım adım sahneden çekildi. 1980 ortalarından itibarense İslam coğrafyasının hemen her köşesinde siyasi İslamcılık güçlenip egemen hale geldi ve solcu, liberal ve milliyetçi akımları hızla marjinalleştirdi. Sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte sol İslam dünyasında iyice güçsüzleşti.
Fakat 21. yüzyılla birlikte İslamcılık deneyimlerinin getirdiği hayal kırıklıkları (özellikle 11 Eylül eylemiyle birlikte El Kaide’nin hegemonyasını da ilan etmesi) yeni arayışlara, kimi durumda da eski yorumların yeniden keşfine vesile oldu. Türkiye’de de benzer bir sürecin çok iddialı olmasa da yaşanmakta olduğunu görüyoruz. İçlerinde siyasetçiler, aydınlar, yazarlar, sivil toplum aktivistleri ve ilahiyatçıların da bulunduğu irili ufaklı grupların yürüttüğü tarışmaların ışığında ülkemizde bir “İslami sol”un şekillenmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Kısa vadede siyasi hayatta güçlü bir etkisi olma şansı bulunmasa da “İslami sol” hareketin ülkemize birçok açıdan hayırlı olacağı açıktır ki şimdiden bunun meyvelerini vermeye başladığını görüyoruz. Dindarların sağa ve sağcı partilere mahkûm olmadıkları, kendi içlerinden kişiler tarafından dile getiriliyor olması başlı başına çok önemlidir. İslami solcuların açıp yürüttükleri tartışmaların özellikle öğrenciler arasında yaygınlaşıp etkili olacağını kestirmek güç değil, fakat bu akımın etkisinin gençlikle sınırlı olmayacağı da açıktır. Özellikle İslam üzerinden siyaset yapan ve kendilerini solda tanımlayan kişi ve gruplar, her ne kadar şimdilik ilgisiz görünseler de ayrı ayrı bu akımı ciddiye almak zorunda kalacaklardır.
Yeni bir sol hareket
İslami sol hareketliliği önemsiyorum fakat ülkemizde sol ile İslam arasındaki sorunları çözmede tek başına yeterli olduğunu düşünmüyorum. Hele bu hareketin bağımsız bir şekilde yoluna devam etme ihtimalinin kimsenin hayrına olacağı söylenemez. Türkiye’nin asıl ihtiyacı olan, kimsenin dinine, etnik kimliğine, mezhebine, yaşam tarzına karışmayan bir sol siyasi harekettir. Kendilerini “İslami sol” olarak tanımlayan kişiler, birçok açıdan kendilerine benzemeyen kişilerle, böylesi bir hareket içinde solun temel değerleri etrafında bir araya gelebilirlerse Türkiye’nin önü açılabilir.
Tabii bu noktada, ülkemizde böyle bir sol hareket olup olmadığı, daha doğrusu ortaya çıkma şansının bulunup bulunmadığı sorusu karşımıza çıkıyor ki bunu tartışmayı da yarına bırakalım.
(18.3.2010)
SOL VE İSLAM-7
Solcular İslami cemaatlerle temas etmeli mi?
Geçen Temmuz ayının sonlarında Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) eski üst düzey yöneticilerinden olup ardından Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) kurucuları arasında yer alan Zülfü Dicleli, Taraf Gazetesi’nden Neşe Düzel’e bir mülakat verdi. “Sol hep din düşmanı oldu” başlığını taşıyan mülakatta Dicleli, her ne kadar solun bu yanlış tavrında uzun yıllar yönettikleri Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) hayati rolünü özel olarak vurgulamamış olsa da geniş bir özeleştiri yaptı. Onun mülakattaki “Sol, önce, dinin gericilik kaynağı olduğu saçmalığından vazgeçmeli. Bu ülkede halkın yaşadığı bir İslam kültürü var. Sol, İslam’la temas kurmak zorunda” sözleri bana ortak bir anımızı hatırlattı.
Hatırlanacaktır Nabi Yağcı ve Nihat Sargın başta olmak üzere TBKP yöneticileri 1987 sonunda ülkeye dönmüş, bir süre hapis yattıktan sonra serbest bırakılmışlardı. O tarihlerde Dicleli’nin daveti üzerine TBKP’nin yönetici ekibinden küçük bir gruba Türkiye’deki İslami hareketleri anlattım. Sonunda, “bize ne yapmamızı önerirsin?” diye sorduklarında “Herhangi bir İslami cemaat liderinden randevu alıp kendisini ziyaret edin. ’Biz sizi tanıyoruz, sizden de bizi tanımanızı istiyoruz’ deyin ve bunu basına da duyurun” demiştim. Bana “henüz böyle bir şey için çok erken” diye tepki vermişlerdi.
Zülfü Dicleli’ye haksızlık etmek istemem, kendisi o tarihlerde de bugünküne benzer görüşlere sahipti, ama belli ki yoldaşlarıyla bu tür konularda tam olarak anlaşamıyordu. Zaten TBKP’lilerin dönüşünün yaratmış olduğu heyecan bir süre sonra dindi ve yasal bir siyasi partiyle yola devam edemeyecekleri ortaya çıktı.
Meşruiyet değiş tokuşu
TBKP’lilere, İslami hareketle “meşruiyet değiş tokuşu” na gitmelerini önermiştim. Zira Türkiye’de yıllardır solcular ve İslamcılar vardır ama nedense karşılıklı olarak aralarına dev duvarlar örmüşlerdir. Kimi durumlarda da üçüncü şahıs veya odaklar bu iki kesimin birbirlerini tanımasına imkan tanımamak için ellerinden geleni yapmıştır. Solcularla İslamcıların illa belli konularda ittifak yapmasını savunuyor değilim. Hiçbir konuda anlaşamasalar bile, bunu birbirlerine doğrudan söyleme cesaret ve görgüsüne sahip olmalarının herkesin (ve ülkenin) hayrına olduğunu söylemeye çalışıyorum.
Yine bir anektodla konuyu açmak istiyorum: Yıllar önce ünlü İslam alimlerinden Sadrettin Yüksel ile tanışmak için epey uğraşmış ve Fatih’teki kitapçı bir dostum sayesinde kendisini ikna edebilmiştim. 2004 Aralık ayında kaybettiğimiz Sadrettin Hoca ilk olarak şaka yollu “sen komünistsin, ben şeriatçıym. Sen iktidara gelirsen benim, ben gelirsem senin için iyi olmayacak. O zaman oturup neyi konuşacağız!” diye sormuştu. Kendisine “Nasılsa ne siz, ne biz iktidara filan gelmeyeceğiz. Onun için şurada sakin sakin sohbet edelim, birbirimizi tanıyalım” deyince uzun ve gerçekten keyifli bir muhabbet gerçekleştirmiştik.
Öncelik bireylere
Ancak sol önceliği İslamcılar ve İslami cemaatlerden çok dindar bireylere vermelidir. Bu noktada Bülent Ecevit’in geliştirmiş olduğu “inançlara saygılı laiklik” kavramının hayli kullanışlı olduğu söylenebilir. Bir dönem Deniz Baykal da “Anadolu solu” diye bir strateji geliştirmiş fakat bunu ciddi bir biçimde hayata geçirdiğine tanık olmamıştık. Bu bağlamda, son dönemde CHP’nin, İstanbul örgütü ve İl Başkanı Gürsel Tekin (ve bir ölçüde Kemal Kılıçdaroğlu) aracılığıyla din ve dindarlarla barışma yolunda attığı adımları, kimileri küçümsese de, don derece önemsiyorum. Bu türden çıkışlar kısa vadede CHP’ye oy mu getirir, yoksa oy mu götürür, bir yerden sonra pek bir anlamı yok; en azından beni çok fazla ilgilendirmiyor. Fakat CHP gibi bir partinin dindarlarla ilişkisini normalleştimeye en azından niyetlenmiş olması bile orta ve uzun vadede sol ile İslam arasındaki ilişkilerin iyileşmesine katkıda bulunacaktır. Tabii hemen “CHP sol bir parti mi?” diye sorulacaktır. CHP üst yönetiminin ülkenin temel sorunlarına soldan baktığını, sol çözüm önerileri geliştirdiğini iddia edecek değilim. Ama ülkede kendini solda tanımlayanların ezici bir çoğunluğunun, bazıları kerhen, bazıları bilinçli bir şekilde CHP’ye oy verdiklerini de biliyoruz. Bu yüzden, biz solda görsek de görmesek de CHP’deki en ufak gelişme Türkiye’de solun kaderinde etkili oluyor. Sonuçta, bir solcu olarak, Tekin’in başını çektiği yaklaşımın sol çevrelerde yaygınlaşmasını ve kök salmasını temenni ettiğimi söylemekten çekinmem.
Uzattığımın ve birilerini rahatsız ettiğimin farkındayım ancak sol ile İslam ilişkisi konusuna yarın yazacağım yazıyla son vermeyi düşünüyorum. Tabii şimdilik!
(19.3.2010)
SOL VE İSLAM-8
Solculara İslam konusunda pratik öneriler
Birikim dergisinin Şubat 2010 tarihli 250. sayısındaki “Sol ve İlahiyat” başlıklı dosyasından hareketle kaleme aldığım “Sol ve İslam” dizisini sonlandırıyorum. Bu yazılara olağanüstü tepki almış değilim. Dolayısıyla bunları “yanlış zaman ve yerde yazılmış yanlış yazılar” olarak değerlendirenler çıkacaktır. Olabilir ancak İslam-sol ilişkisinin (daha doğrusu ilişkisizliğinin) Türkiye’nin kronik ve önde gelen sorunları arasında yer aldığını; bunu tartışmak için yer ve zaman seçme lüksümüz olmadığını düşünüyorum.
Gelen tepkilerin büyük kısmını, hiç de şaşırtıcı olmayacak bir şekilde sol ile İslam’ın pekala bağdaşabileceği, dindar bir Müslümanın pekala solcu olabileceği tespitinin reddine odaklanmıştı. Kimileri bana solu ve solculuğu; kimileri de İslam’ı anlatmaya ve bu yolla tespitimi çürütmeye çalıştı. İlginçtir, sol ile İslam’ın bağdaşamamasına ana neden olarak solu gösterenlerin çoğu İslamcı; İslam’ı gösterenlerin çoğuysa solcuydu.
Açık konuşmakta yarar var: Her iki türden eleştiriden hiç ama hiçbir şey öğrenmedim. Bir kere bunların hiçbiri yeni değil. Kendimi bildim bileli, her iki uçta yer alan küçük iktidar sahiplerinin, “bilimsel” iddialı değerlendirmelerle sol ile İslam’ın neden asla bir araya gelemeyeceğini, dindar bir Müslümanın neden zinhar solcu olamayacağını açıklama çabalarına tanık oluyorum. Bunlarla bir arpa boyu yol gidemediğimiz de ortada.
Onları kendi katı sol ve/veya İslam yorumlarıyla baş başa bırakıp, daha özgürlükçü, çoğulcu, dayanışmacı, eşitlikçi sol ve İslam yorumlarının olduğunu; yoksa da var edilmesi gerektiğini söylemeye çalışıyorum ve bu noktada yalnız olmadığımı çok iyi biliyorum. Ayrıca en basitinden kendi aile çevremde gözlediğim gibi günümüz Türkiyesi’nde kendilerini itikat olarak tereddütsüz Müslüman, siyasi olaraksa tereddütsüz solcu gören çok sayıda insan var. Öte yandan bir gazeteci olarak yakından tanıma şansını yakaladığım İslami hareket içerisindeki çok kişinin dünyaya ve olaylara aslında soldan baktıklarını, fakat sol siyasi hareketlerdeki İslam karşıtı, hatta yer yer düşmanı tutumlar nedeniyle normalde yaşanması gereken buluşmanın hayata geçmediğini de gözlüyorum.
Korkmayın, tanımaya çalışın
Dünkü yazımda da belirtmeye çalıştığım gibi sol Türkiye’de örgütlü İslam’ı tanımalı, bilmeli, cemaat ve gruplarla belli ilişkiler geliştirmeli fakat önceliği dindar bireye vermeli. Şu ana kadar yazdıklarımı toparlayacak olursak sol hareketler ve solculara İslam, İslamcılar ve dindarlar konusunda şunları öneriyorum:
1) Dini, İslam’ı ve Müslümanları küçümsemeyin, onları ciddiye alın;
2) Türkiye’nin aslında dinsel anlamda muhafazakâr bir ülke olduğunu ve bu olgunun kolay kolay değişmeyeceğini kabullenin;
3) İslam’dan ve Müslümanlardan korkmayın;
4) İslam hakkındaki bilgilerinizi gözden geçirin ve hatta sil baştan yapın;
5) İslam’ı hem temel kaynaklarından, hem de dindarların kendilerinden öğrenin;
6) İslami hareketin yekpare bir yapı olmadığını, kendi içinde çok derin ayrılıklar, tartışma, rekabet ve hatta çatışmalar barındırdığını dikkate alın. Fakat yeri geldiğinde bu ayrılıkların rafa kaldırılıp birlikte hareket etme potansiyeline sahip olduğunu da unutmayın;
7) Dindarların, dinlerini daha özgürce yaşama yolundaki taleplerini önemseyin ve onlara destek verin. Üniversitelerdeki türban yasağı, katsayı adaletsizliği gibi sorunları kendi gündeminizin öncelikli maddeleri haline getirmekten çekinmeyin;
8) Nasıl dindar bir Hıristiyan, Musevi ya da Budist solcu olabiliyorsa dindar Müslümanların da olabileceğini kabul edin; sol hareketlere giren gençlerden ilk fırsatta dini inançlarından vazgeçmelerini beklemeyin; hele bunu dayatmayın.
9) Ateizm propagandasını solculuk diye yutturmaya çalışanları aranızda barındırmayın.
Bir mektup
Bu diziyi bir okur mektubundan alıntıyla bitirmek istiyorum. Kendisinden izin almadığım için adını vermediğim bu okurun sözleri, yazıp çizdiklerimin pek de boşuna olmadığını düşündürttü bana. Kendisine teşekkür ederim:
“Bendeniz 80 küsur yaşındayım ve kendimi bildim bileli solcuyum. Bunun için başıma gelmedik kalmadı, çünkü öğretmendim. Babam rahmetli müftüydü. Emekli olunca kısa bir dönem CHP ilçe başkanlığı yaptı. Ben emekli olduktan sonra SHP ilçe başkanlığı yaptım. Namazımı kıldım, orucumu tuttum ve hacca gittim. Bunlar benim inanışım gereği yapmam gereken ibadetler. Ama ben hiç kimsenin hakkına tecavüz etmedim. Kimseyi sömürmedim. Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmadım. Bilerek yalan söylemedim. Hırsızlık yapmadım. Küfür ağzımdan çıkmamıştır. Bitişiğimdeki komşum açken ben tok yatmadım. Elimden geldiğince yetime, düşküne elimi, imkanım nispetinde uzattım. Şimdi ben hâlâ solcuyum. Keşke solu öcü gibi görenler de böyle olsa.”
(20.3.2010)
Kaynak: Gazete Vatan, 13.3.2010-20.3.2010.
İrtibat: rcakir@gazetevatan.com
Gerçek solculuk dinsizlik değildir.Lütfen gerçek solculuğu iyi araştırarım.