Gökhan Atılgan – Siyasette bir büyük korku üzerine
Modern Türkiye kurulduğundan beri sol, sağ, sosyalizm, islam, islamcılık, halkçılık gibi bahisler üzerine yapılan tartışmaların oldukça ciddi ve anlamlı bir yeri olduğunu düşünmekteyiz. Bu gibi tartışmaların neredeyse sönümlendiği ve ciddi şekidle zayıfladığı mevcut politik atmosferde, Birgün’de çıkan Gökhan Atılgan’ın Platformumuzun da politik tartışma zeminini izaha ve anlamaya dair olduça önemli şeyler söylediği yazısını ilginize sunarız.
https://www.birgun.net/haber-detay/siyasette-bir-buyuk-korku-uzerine-179878.html
Türkiye’de sağ kanat siyasetçiler ve kanaat önderleri, dindarlığın sağcılık demek olduğunu, inançlı kişinin asla solcu ya da sosyalist olamayacağını yayagelmişlerdir. Bu yaymacaya göre; dindar ve inançlı Müslümanlar solculuktan, sosyalistlikten mutlak surette uzak durmalıdır, onları yanlarına bile yaklaştırmamalıdır, kazara yaklaşan olursa icabına bakması için onları devlete gammazlamalıdır. Zira sosyalistlik Allahsızlık, kitapsızlık, inançsızlık, dinsizlik demektir… Sosyalistler mahallenin dışında tutulmalıdır ki, günde beş vakit secdeye varan, kendisinin ve tüm kardeşlerinin fukaralıktan, fakirlikten, yoksuzluktan, eziyetten, sıkıntıdan ve ruhsal buhranlardan kurtulması için dua eden müminler, bütün bunların nedeni ve sonucu olan zalimlerin zulmüne bu dünyada boyun eğmeye razı olsunlar ve cennete girecekleri anı tevekkülle beklesinler… Sağ kanat siyasetçiler ve kanaat önderleri, sosyalistler, İslam’ın çağrısıyla sosyalizmin çağrısının bağdaşabileceğini veyahut kaynaşabileceğini söylemeye yeltendiklerinde ise alarm zillerini uzun uzun ve parmaklarıyla bastıra bastıra çalarlar. Sonunda, kim bunu söylemeye cüret etmişse, öyle ya da böyle bertaraf edilir. Sağcıların yüreğindeki bir büyük korkudur sosyalizmin çağrısıyla İslâm’ın çağrısı arasındaki yakınlıklara vurgu yapılması. Belki de en büyük korkudur. Gelin, bu korkunun nedenleri üzerine, bazı tarihsel örneklerden yola çıkarak düşünelim.
Bilinçli karmaşaya dikkat!
Ama önce bilinçli bir karmaşaya dikkat çekelim. Sağcılar din ile siyaset arasındaki ilişkileri istedikleri yörüngeye oturtmak için gayet bilinçli çarpıtmaları ısrarla ve dikkatle sürdürürler. Mesela dinsizlik ile inançsızlığın aynı şey olduğunu söylerler. Oysa doğru değildir. İnsan bir dine bağlanmadan da inanabilir. Mesela laikliğin din karşıtlığı olduğunu iddia ederler. Yalandır. İnsan hem laik ve hem de dindar olabilir. Mesela Müslümanlığın dindarlıkla aynı şey olduğunu ileri sürerler. Oysa her Müslüman dindar olmayacağı gibi, her dindar da Müslüman olmayabilir. Mesela dindarlığın sağcılıkla bir ve aynı şey olduğunu savunurlar. Oysa sağcılık en başta sermayeciliktir ve sermayenin dini, imanı paradır, mülktür. Dindar kişi neden gözleri sermaye, mülk, para için tamah ile yanan sağcılığa meyyal olsun? Mesela solculukla dindarlığın katiyen bağdaşamayacağını fısıldarlar. Oysa solculuk en başta emekten ve mazlumdan yana olmaktır. Dindar olan da, dindar olmayıp inançlı olan da, inançlı olmayıp inançlıya hürmetkâr olan da emekten ve mazlumdan yana olarak solculukta birleşebilir. Sağcılık ile solculuğun din ile hiçbir ilgisi yoktur. Dinsiz kişi siyaseten sağda, dindar kişi de siyaseten solda yer alabilir. Çünkü sağ ile sol arasındaki ayrım sermaye ile emek, baskı ile özgürlük, otoriterlik ile demokratlık, zalimlik ile mazlumluk arasındaki bir ayrımdır. Asıl sorun sermayeci, baskıcı, otoriter, zalim, sömürücü ve ezici olanın dindar geçinmesindedir. Hiçbir din, mülke râm olmayı, insana baskı yapmayı, eziyet etmeyi, insanı sömürmeyi ve ezmeyi, emeği soymayı buyurmaz. Sağcılar, maskeye, makyaja, örtüye, cilaya ve boyaya ziyadesiyle ihtiyaç duydukları için dini sembolleri, ritüelleri, söylemleri ve ibadetleri göstere göstere, bağıra bağıra istismar ederler. Unutmayalım; gönülden ve samimi inanç ise gösterişe ve göstermeye asla ve asla tenezzül etmez.
Sağcı kanaat önderleri ve münevverler din ile siyaset arasındaki ilişkilerde sözcükleri, terimleri ve kavramları bilinçli olarak çarpıtırlar, anlamları bilinçli olarak bozarlar. Emekçi, mazlum, ezilen ve sömürülen çoğunluğu kendi saflarına çekmek için sürekli din ve inanç bayrağı sallarlar, buna karşılık da bu büyük emekçi kitleyi esas saflarından uzak tutmak için o tarafa dinsizlik ve inançsızlık mahyası yapıştırmaya yeltenirler. Oysa sol tüm mesele dini ve inancı insanın kendi kalbine ve kendi vicdanına teslim etmek ve siyasal ayrışmayı vaat edilen toplum ve insan ilişkileri düzeni üzerinden derinleştirmektir. Böyle bir netleşme ve derinleşme mümkün olduğunda sermaye, para ve mülk meftunları ellerindeki sunî bayraklarla yapayalnız kalırlar. Büyük korkuları bundandır.
Bir başka karmaşa sol saflarda da görülür. Mesela İslamcılık ile Müslümanlık zaman zaman birbirinin yerine kullanılır. Oysa İslamcılık bir siyasal ideolojidir. Müslümanlık ise bir büyük dine gönül vermektir. Her Müslüman İslâm dinine inanır ama her Müslüman İslamcı değildir. Müslüman liberal de olur, Kemalist de olur, milliyetçi de olur, muhafazakâr da olur ve sosyalist de olur. Siyasal tercihlerin ve seçimlerin inançla ve dinle zorunlu ve otomatik bir ilişkisi yoktur.
Siyasal alandaki bu karmaşa kural olarak sağcıların işine gelir. Onlar, bu karmaşayı düzeltmezler, düzeltilmesine de şiddetle karşı çıkarlar; çünkü bu keşmekeşlik kendi değirmenlerine su taşır. Karmaşayı düzeltme görevi sosyalistlerindir. Zahmetli bir iştir. Gelgelelim altından mutlaka kalkılması gereken, öncelikli, ivedilikli ve zorunlu bir yükümlülüktür.
Toplum düzeni
Sağcıların muhafaza etmeye, büyütmeye, ayakta tutmaya veyahut tahkim etmeye çalıştıkları toplum düzeninde zenginler ile fakirler, güçlüler ile güçsüzler, zalimler ile mazlumlar, zevk u sefa içinde yaşayanlar ile fakr u zaruret içinde yaşayanlar, müsrifler ile yoksunlar, yukarıdakiler ile aşağıdakiler, hürmet görenler ile hürmet edenler vardır. Hepsi yerini bilmeli ve kimse kimsenin yerine göz dikmemelidir. Çok sevdikleri deyimle, ayaklar baş olmaya asla heveslenmemelidir. Maazallah; ayaklar baş olursa kıyamet ondan koparmış…
Sol bir tahayyül ise, bilakis, ayakların baş, yaratanların ve üretenlerin yöneten olduğu bir toplum düzeni düşler. Sömürücüyü, asalağı alaşağı etmek, kibri ve hırsı insan hayatından kovmak ister. Emeği, emekçiyi, tevazuyu ve alçak gönüllüğü yüceltmeye çalışır. Kendinden menkul otoriteyi dağıtmayı ve emek veren herkesi saygıdeğer kılmayı bir toplum ilkesi haline getirmeyi hedefler. Böyle bir toplum tahayyülünde emek verenlerin inançları ve dinleri, ibadetleri ve ritüelleri saygıdeğerce, özgürce kendine yer bulur. Zaten İslam’ın olsun, diğer dinlerin olsun öğütlediği değerler de bunlara benzerdir.
Öyleyse, dini, hiç utanmadan, hiç sıkılmadan alınıp satılan bir meta, oya tahvil edilen bir mülk haline getirenlere diyeceğimiz çok şey vardır. Açık, korkusuz, yalansız ve riyasız sözlerimiz toplum düzeni üzerinedir. Siyaset meydanına, yüzlerindeki dinsel maskeyi, bedenlerindeki dinsel kostümü, müstehzi bir biçimde gülümseyen dudaklarındaki dinsel sözleri çıkarsınlar, mestanı oldukları ve içine birazcık yeşil renk kattıkları kapitalizmlerini alıp gelsinler. O meydanda kimsenin kimseyi sömürmediği, kimsenin kimseyi ezmediği, kimsenin kimseyi kınamadığı, horlamadığı, hâkir görmediği, bereket ve özgürlük ilkeleri üzerine kurulu bir toplum düzenini demek olan sosyalizmin karşısına çıksınlar. Çıkamazlar! Bir çıksalar, ticaretini yaptıkları İslam’ın da kapitalizme değil, sosyalizme yakın duracağını ve mutlak surette mağlup olacaklarını bilirler.
Şeyh Servet
Şeyh Servet’in hikâyesi bu bakımdan derslerle doludur. Hatırlamanın zamanıdır. Adı, ‘Bizim Büyük Aile Ağacımız’da yazılı olan, Türkiye’de sosyalizmin öncü isimlerinden Şeyh Abdullah Servet [Akdağ], Nakşibendi Dergâhı Şeyhi ve Bursa Vaizi idi.
Mütareke sonu dönemde Milli Mücadele’den yana vaazlarıyla öne çıktı. Vaizlik görevinden alındı ama, döşünde yeşil şeritli İstiklal Madalyası’yla Birinci TBMM’de Bursa Milletvekili oldu. Yeşil Ordu’nun ve Halk Zümresi’nin ünlü bir temsilcisiydi. Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın kuruluşunda yer aldı ve merkez komite üyeliğine seçildi. Müthiş bir hatipti. Sosyalizmin halka anlatılmasında İslam’a ve Kuran’a verilecek referansların yerindeliğini, doğruluğunu ve etkililiğini pratik olarak gördü ve gösterdi. İslâm’da, insanlar arasında mülk temelli eşitsizliğin meşru olmadığını Kuran’ın ayetlerine dayanarak izah etti. İslam’ın esasında ve özünde bulunmadığı halde sonradan meydana getirilen birtakım garip mülkiyet haklarının memleketi berbat ettiğini, bir avuç azınlığın çoğunluğa hâkim olmasına sebebiyet verdiğini TBMM kürsüsünden savundu. Asr-ı Saadetten Bir Yaprak adlı risalesi, yayımlandıktan sonra halkın büyük bir ilgisine ve yanı sıra da halkı sömürenlerin şiddetli eleştirilere mazhar oldu. Eşitsiz mülkiyete dayalı bir toplum düzeninin savunucuları Şeyh Servet’i topa tuttular. Lakin halk onu kucakladı. Parti kararıyla gittiği Diyarbakır ve geçerken uğradığı başka şehirlerin camilerinden çıkarken emekçi cemaat onu omuzlarında taşıdı.
Ankara’da verdiği ‘İslamiyet ve Sosyalizm’ konulu konferansın düzenlendiği salon hınca hınç doldu. Anadolu şehirlerinde gördüğü teveccüh, devlet ricalinde büyük bir korku yarattı. Alarma geçen yerel yöneticiler merkeze telgraf üstüne telgraf çekip Şeyh’in susturulmasını istediler. Şeyh’in önce milletvekilliği düşürüldü, sonra İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı. Delil yetersizliğinden serbest bırakıldı.1 Fakat siyasal alandan dışlanmış ve etkisizleştirilmiş oldu.
Şeyh Servet, Nâzım Hikmet’in sosyalistçe sahiplenip sosyalizm için kökleştirdiği Şeyh Bedreddin’den sonraki ikinci şeyhti. Bedreddin de bir şeyhti ve hatırlayalım, ortak mülkiyete dayalı bir toplum düzeninin savunuculuğunu yapıyordu. O da zamanın muktedirlerinin yüreğine korku salmış ve saldığı korkunun bedelini canıyla ödemişti.
Dr. Hikmet
Türkiye sosyalist hareketinde bilgelerin bilgesi Dr. Hikmet Kıvılcımlı, sosyalist toplum düzeni ile İslam arasında olumlu ilişkiler kurulabilecekken, kapitalizm ile İslam arasında olumlu bir ilişki kurulamayacağını en iyi bilenlerdendi. Ünlü Eyüp konuşmasına İslam’ın büyük prensibi ile başlamıştı: “Leyse lil insane illâ mâ seâ” [İnsan için çalışmaktan, emekten başka her şey yalandır].2 Dr. Hikmet, Vatan Partisi’nin lideri olarak İstanbul’dan önce Müslüman olan Eyüp’te, 1957 seçimlerinden hemen önce bunları haykırırken siyasi polis diktafonla bu konuşmayı kaydediyor ve ses kaydını Türk sağının popüler önderlerinden Başbakan Adnan Menderes’e yetiştiriyordu. Menderes’i bir korku sarmıştı. Kapitalizmi, yani sermaye düzenini ihyâ etmek için her fırsatta yapıştığı İslam’ın çağrısının aslında ve özünde emekten yana olduğunu söyleyen bu kararlı sesin derhal susturulmasını istedi Menderes. Vatan Partisi kapatıldı ve Dr. Hikmet içeri atıldı. Bir düşünelim; Menderes, halkın karşısında Dr. Hikmet ile boy ölçüşebilir miydi? Ne İslam’ı bilebilirdi onun kadar, ne de ihyâsına ömür verdiği sermayeci toplum düzeni savunabilirdi Kıvılcımlı’nın karşısında, emekçi halk huzurunda. Kapitalizm savunucusu her muktedir gibi yapabileceği bir tek şey vardı; rakibini zorbalıkla susturmak! Öyle yaptı.
Kula kulluk
Burada ancak kısaca anabildiğimiz ve dünyada ve Türkiye’deki pek çok örnek arasından seçtiğimiz Şeyh Servet ve Dr. Hikmet örnekleri bize bugün için ne anlatır? Sosyalist toplum düzeni, insanın insana kulluğunu yok etmeyi hedefler. Kapitalist toplum düzeni ise insanı insana kul eder. Sağ kanat siyasetçiler ve kanaat önderleri bu yalın gerçeği gözlerden gizlemek için her türlü yalanı ve hileyi mubah sayıp tepe tepe kullanırlar. Sosyalistlerin yapmaları gereken şey, sağ kanat rakipleriyle mücadelelerini ısrarla toplum düzeni ekseninde yürütmektir. Emekçi halk, işte o zaman memleketi berbat eden eşitsiz ve özel mülkiyetin İslâm’a yabancı olduğunu görecektir. Emek temelinde kurulmuş eşitlikçi ve ortaklaşmacı bir toplum düzeninin ise öte dünyada aranan cennetin bu dünyadaki kapısı olduğunu anlayacaktır.
1 Erden Akbulut-Mete Tunçay, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası [1920-1923] (İstanbul: TÜSTAV, 2007); Emel Akal, İstirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri (İstanbul: İletişim, 2013).
2 Hikmet Kıvılcımlı, Eyüp Konuşması (İstanbul: Derleniş, 2003).