Sınıf Karşılaşmaları (7): Ağaoğlu, Kürt yoksullar ve ulusalcı seçkinler: Birgün – Necmi Erdoğan
http://www.birgun.net/politics_index.php?news_code=1347265720&year=2012&month=09&day=10
NECMİ ERDOĞAN
(necmierdogan@gmail.com)
Türkiye kapitalizminin tarihinin bir ilkel birikim tarihi olduğunu, bitmek bilmez bir “yeni zenginler” geçidine sahne olduğunu biliyoruz. Bu geçit, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi ile birlikte artık yavaşlıyor olsa da, kimin, ne zaman ve nasıl palazlanıp burjuvazi saflarına katıldığını takip etmek ve anlamak hala zor. Yeni zamanlarda yükselen figürlerden biri de müteahhit Ali Ağaoğlu. Marx, Amerika’da sermayenin doğum belgesinin olmadığını, orada ortaya çıkan sermayenin çoğunun “daha dün İngiltere’de sermayeleştirilmiş çocuk kanı” olduğunu söylemişti[1]. Türkiye’deki müteahhit sermayesinin de doğum belgesinin olmadığını, inşaat sektöründe ortaya çıkan sermayenin büyük kısmının da, güvenliği sağlanmamış inşaatlardan düşerek veya barakalarda yanarak ölen inşaat işçilerinin ve depremde yaptıkları çürük binaların altında kalan çocukların kanlarının sermayeleştirilmesi olduğunu söyleyebiliriz.
Burada zaten fazlasıyla “popüler” olan Ağaoğlu’nun kendisi hakkında bir tartışma yapmayacağım. Şu kadarını söyleyelim ki, Ağaoğlu birçok açıdan -“otantik” veya değil- Türkiye burjuvazisinin vasatını temsil ediyor. Kentsel rantlardan beslenerek baş döndürücü bir hızla yükselmesi, deniz kumu ve hurda demirle bina yapmak gibi hilelere başvurması, STK’lar ve Mimarlar Odası’nın faaliyetlerinin on yıllığına yasaklanmasını istemek gibi “çareler” önermesi,“Halk içinden geliyorum” sözü ile evsiz kalan gecekondulular için söylediği “Vermeden almak Allah’a mahsustur” sözünü birbirine bağlaması, bir taraftan AKP’ye alkış tutarken, diğer taraftan onun parlattığı “abdestli kapitalistler”e göre ahlaken daha “liberal” bir muhafazakârlık sergileyerek genç kız merakını ve cinsel performansını alenen dillendirmesi vb. şeyler bu vasat içinde sayılabilir. Bezmen hakkındaki bölümde söz ettiğimiz “olumlu” işadamı imgesinin nerelere geldiğini görmek açısından, deniz kumuyla bina yaptığını alenen itiraf etmesine rağmen göğsünü gere gere dolaşabildiğini, hatta (üniversitedeki konuşmasında ona alkış tutanlar gibi) hayranlarının bulunduğunu ve bu arada hâkim medyanın bunun yerine araba koleksiyonu ile meşgul olduğunu (sosyal medyada konuşanların çoğunun da Ağaoğlu’nun suçunu değil de, onu protesto eden üniversite öğrencisinin “terbiyesizliğini” sorun ettiğini) not edelim.
Bunları bir kenara koyarsak, Ağaoğlu figürü sınıf karşılaşmalarının karmaşıklığını gösteren örneklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Daha önce sınıf ilişkilerinin çıplak, doğrudan doğruya sınıfsal bir biçimde yaşanmadığını, her halükarda başka toplumsal-kültürel biçimler içinde ve dolayımıyla kendini var ettiğini söylemiştik. Ağaoğlu’nun dâhil olduğu sınıf ilişkileri ve imge mübadelelerinde “beyaz Türk” söyleminden AKP’nin ulusalcı eleştirisine ve oradan da Kürt sorunu ve kimliğine uzanan dolayımları görebiliyoruz.
***
Hâkim Ağaoğlu imgesi başta sözünü ettiğimiz yeni veya türedi zenginlik üstüne kurulu. Ona yöneltilen ve 1940’ların “hacıağa” stereotipine kadar izi sürülebilecek olan sonradan görmelik, görgüsüzlük ve gösterişçilik gibi eleştiriler birçok durumda kendini yüksek kültürle özdeşleştiren bir özne tarafından dillendiriliyor. Türkiye burjuvazisinin “eski” mensuplarının da yeni zenginleri hor gördüğünü biliyoruz ama bu söylemin -sahibi değilse de- asıl taşıyıcısının metropoliten küçük burjuvazi olduğunu söyleyebiliriz. Ağaoğlu hakkındaki olumsuz imge 1990’larda tedavüle sokulan “paralı ayı” olarak maganda ve modern-Batılı beğeni yargılarına sahip bir “başarı hikâyesi” olarak “beyaz Türk” söylemleriyle iç içe geçiyor. Ağaoğlu’nun AKP iktidarıyla ilişkisi de onun yarattığı muhafazakâr-neoliberal kırması “yeni insan”ın cisimleşmesi olarak görülmesini mümkün kılıyor.
Ağaoğlu’nun yeni bir inşaat projesine müşteri bulmak için gazetelere verdiği bir ilandaki fotoğrafında oturduğu “daybed”i konu alan bir ODA TV haberi ve bu habere yapılan yorumlara bakalım.[2] Haberde şöyle söyleniyor: “Avam bir varak işçiliği, berbat bir cila ile ortaya çıkmış, soysuz bir mobilya örneği…Bu aslında Türkiye’nin ne derece avamlaştığının göstergesidir. Cehaletin nelere yükseldiğinin göstergesidir… İşte tarihten, kültürden, lüksten anladıkları bu “kitsch daybed”tir; yani kökü olmayan uyduruk koltuktur!” Muktedirlerin söz konusu sitenin yazarlarını türlü hukuksuzluklarla susturmaya çalışmasını bir tarafa koyalım. Sitenin ulusalcı muhalif söyleminin aynı zamanda “sol” olmak iddiasını da içerdiğini düşündüğümüzde, “avamlık”, “avamlaşma”, “soysuzluk”, “köksüzlük” gibi vurgular bir ideolojik semptom gibi görünüyor. Nitekim bu elitist söylem yalnızca haberde değil, habere yapılan okur yorumlarında da öne çıkıyor:
“İstanbul’un rantını yiyen lazikoların yüzkarası müteahhit efendinin zonta saatini göstermesini kaçırmışsınız. Osmanlı bunları İstanbul’a sokmamakta yerden-göğe kadar haklıymış, olacağı görmüşler. son gören Abdülaziz olmuş ama adamcağızı devirdiler… sonra 27 mayıscı bazı devrimci subaylar aydılar ama onlarıda acilen doğuya tayin ettiler.”
“Burada ‘gizli göç’ teşviğini görüyoruz. İnsanlar ‘taşı toprağı altın’ diye İstanbul’a akın etmişti. Şimdi ‘Evi Barkı Saray’ diye akın edecekler.”
“Bu vatandaş ayarındaki sultan-ı yegah tipler, düne kadar Doğan SLX’i dünyanın en iyi arabası sanırlardı. Şimdide değişmediler. John Lopp British marka 4000 dolarlık ayakkabılarla bağdaş kurup oturur, Persol marka gözlüklerini ceketlerinin astarı ile silerler.”
“Bi insana zenginlik bu kadar mı yakışmaz bu kadar mı zorlama bu kadar mı paçoz durur.”
“Türk millet ve devletini kasıp kavuran Pkk canilerini bizim çocuklar diyerek kutsayan Sinan Çetin, Ali Ağaoğlu kalesinden herhalde kutsadığı Pkk’lı çocuklarına sesleniyordur.”
“Artık bu ülkede ortaya konulan herhangi bir şeyin ilgi görmesi için hiçbir zeka pırıltısı ve yaratıcılık içermesi gerekmiyor… Artık zekaya gerek yok, dehaya hiç yer yok. Ama yine de çeşitli alanlarda hala bu ülkenin yaratıcı beyinleri ve dahileri var. Onları diğerlerinden ayırdedebilecek yetiye sahip olanlar, kıymetini bilenler de var.”
“‘Seçkinci’ diyerek saldırılan oysa çoğu gerçekten de ‘seçkin’ değerler ve insanlar olanlara güya ‘halk’, ‘cumhur’, ‘demokratlık’ adına ahkam kesenler… bayağı bir gösterişçiliğe gık demezler! Fotoğraftaki şahıs da evet, zengin, çok zengindir paraca; ama ne kendisi, ne de bu reklamı hazırlayan, fotoğrafı çekenler entellektüel birikim, zevk vb. değerler açısından sonderece yoksullar… Bileğindeki koskoca kolsaati (ile)… ‘hava atması’ndaki çirkinliğin bile farkında değiller. Kedinin erişemediği ciğere mundar demesi gibi bu görgüsüz zenginler ile sığ liberal entel-dantellerin ‘seçkin düşmanlığı’na da hiç şaşırmamak gerekir. Seçkinliğin bileşenlerinden biri olan ‘görgülülük’ten bir parça pay kapmış olsalardı bu reklamdaki pozun gerçekte ne kadar ‘bayağı’ olduğunu kavrarlardı… Liberaller (ki bizdekilerin neredeyse tümü aynı zamanda ‘Batı işbirlikçisi’dir) fena halde ‘Atatürk düşmanı’ ve ‘seçkin düşmanı’dırlar.”
(Başka internet forumları ve sözlüklerinde de -böyle ulusalcı bir vurgusu olmasa da- benzer bir dille karşılaşabiliyoruz: “İstersen pırlanta taşlı lamborgini’yle gez o tipinle o tarzınla… hiç bir zaman gerçek zengin olamayacaksın… Bu arada erenköy, bağdat caddesi, suadiye, caddebostan bölgesindeki insanlar… senin gibi akıllı geçinen burnu aklından uzun karadenizliye prim verip 3 bloğa birden hizmet veren pislik içinde boklu bir havuz için ev almaz. biz mahalle yaşantısını tatmış, asırlık meşelerin gölgesinde konaklayan, iğrenç gece konduları kendimizemanzara etmemiş, kışın soba islerinin içinde solumayan bir bölgenin insanıyız.”)
Bu söylemi telaffuz eden öznenin Ağaoğlu eleştirisi, kültürel beğeni yargıları, görgü kuralları ve toplumsal köken etrafında dönerken, onu aynı zamanda “Cumhuriyet düşmanları” ve hatta “PKK canileri” ile ilişkilendiriyor. Kendini yüksek kültür, estetik bakış ve Cumhuriyet ile özdeşleştiren bu özne açıkça seçkinlik iddiasında bulunuyor. Burada kendini gösteren ulusalcı kişiliğin sol ve Kemalizmle ilişkisini başka bir yazıda ele alacağımızı belirterek, bu öznenin erken Cumhuriyet döneminde köylüleri Ankara’nın ana caddelerine sokmak istemeyenlerle akraba olduğunu söyleyebiliriz. Ancak onların yaptığı gibi bir taraftan da Halkevleri yoluyla -C. O. Tütengil’in deyişiyle “aydınların pikniği” şeklinde de olsa- köy gezileri düzenleyerek “halka gitmek” gibi bir “halkçı” derdi olmadığını düşündüğümüzde, basitçe “Kemalist” de sayılayamayacak bir özne bu. Dahası “beyaz Türk”e özgü “eski İstanbul” nostaljisiyle yanıp tutuşan bu özne, İstanbul’a “sokulmaması gerekenler”den ve “göç teşviki”nden dem vurarak, ne kadar AKP karşıtı olsa da, belediye başkanı olduğu dönemde İstanbul’a vize uygulaması önerisini getirmiş olan Tayyip Erdoğan’la ortak bir zemini paylaşabiliyor.
Bu öznenin alt sınıfları “sosyal sorun” olarak bile görmemesi, gecekonduların iğrençlikle özdeşleştirilmesi ve manzara kirliliğine indirgenmesinde kendini gösteriyor. İlişkili bir şekilde, “Apaçiler” hakkındaki bölümde ele aldığımız söylemin kullandığı motiflerle Ağaoğlu hakkında üretilen söylemde de karşılaşıyoruz: “Apaçi” çakma saatiyle fotoğraf çektirdiği için aşağılanırken, “gerçek zengin”den sayılmayan ve “zonta” olarak nitelenen Ağaoğlu pahalı saatini insanların gözüne soktuğu için eleştiriliyor. Diyebiliriz ki, “apaçi” ve Ağaoğlu yalnızca yoksul ve zengin olmaları bakımından farklı olan “sultan-ı yegâh tipler” olarak görülüyor; biri hala Doğan model arabayla fotoğraf çektirirken, diğeri Lamborghini marka arabaya biniyor olmakla birlikte onu hak edecek kültürden yoksun görünüyor.
Bu noktada, çatışmanın taraflarının nerede ayrıştıklarına değil, nerede buluştuklarına, neyi konuştuklarına değil, neyi suskunlukla geçiştirdiklerine bakmak, yani çatışmanın semptomatik okumasını yapmak gerekiyor. (Rahmi Koç ile Tayyip Erdoğan arasında çıkan çalışanların sakallı-bıyıklı olup olmaması tartışmasını ve bu tartışmanın “beyaz Türkler” ile “Anadolu sermayesi” arasındaki çatışmaya yorulmasını akla getirelim. Tartışmanın her iki kanadı da, sendikal haklardan yoksun bırakılan, sigortasız çalıştırılan, güvencesizliğe mahkûm edilen, annesi gündelikçi olduğu için plazalarda işe alınmayan, kapısı kilitli atölyelerde sabahlarken çıkan yangında can veren emekçileri konuşmuyordu.) Ağaoğlu’nu eleştiren ulusalcı seçkinin dili ile Ağaoğlu’nun şahsında somutlaşan sermayenin ve AKP’nin dili arasında ilk bakışta tuhaf görünen bir ortaklık var ki, o da ikisinin de alt sınıfları kentten sürmek ve mekânı soylulaştırmak istemeleridir. Zira yaşadıkları mekânlar kentsel dönüşümle sermayeye peşkeş çekilerek yerinden edilen gecekondulular -ve tabii sigortasız, güvenliksiz çalıştırılan inşaat işçileri- ikisinin de umurunda değil. Yani sınıfsallık ikisinin de paylaştığı bir üst kod, ikisinin de değişik biçimlerde dâhil olduğu bir suç ortaklığı.
Ancak “beyaz Türk” söyleminin çatallanmış bir söylem olduğunu, onu niteleyenin ise modern-batılı-laik bir yaşam tarzı ve beğeni yargıları üzerine kurulu bir kültürel üstünlük olduğunu vurgulamamız gerekiyor. İlk kullanılan terimin “Euro Türk” olduğunu ve bunu E. Özkök gibi Özalcı-neoliberal kanaat önderlerinin telaffuz ettiğini hatırlarsak, ulusalcı bir hat ile onun nefret ettiği Özalcı-neoliberal hattın tuhaf bir şekilde kesiştiğini anlarız. Dolayısıyla Kemalist laiklik ve ulusalcılıkla eklemlenmiş bir “beyaz Türk” söylemi ile ABD ve neoliberalizm hayranı bir “beyaz Türk” söyleminin ortak paydası çıkıyor karşımıza.
Bununla birlikte, metropoliten küçük burjuvazinin ulusalcı kanadının sınıf karşılaşmalarında söz konusu olan içerlemenin özgül bir biçimini sergilediğini vurgulamalıyız. Ağaoğlu karşısındaki “deha”, “zekâ”, “yaratıcı beyinler” gibi vurgular bu kesimin sahip olduğu kültürel (eğitsel, entelektüel, estetik) sermayenin hükümsüz kalmasına duyulan tepkiyi ifade ediyor. Ulusalcı seçkin ne kadar “görgüsüz zenginler ile sığ liberaller”in “erişemediği ciğere mundar demesi”nden söz etse de, muhafazakâr-neoliberal hegemonyanın çoktan yeni bir ciğeri çengele astığının (kendi sınıflandırma şemasını yerleştirdiğinin) farkında ve bu duruma öfke duyuyor. Bu tepki, Poulantzas’ın deyişiyle “statükocu bir anti-kapitalizm”e işaret ediyor. Zira düzen eleştirisi kendi mülksüzleşme tehlikesiyle sınırlı kalan, toplumsal-sınıfsal eşitsizlikleri sorun etmeyen (Koç veya Ezcacıbaşı aileleri gibi yüksek beğenilere sahip olan “gerçek zenginler” karşısında söyleyecek sözü olmayan) bir dile dayanıyor. Temel olarak da, İslamcı-muhafazakâr kesimlerin ekonomik ve kültürel sermayeye hâkim olmasıyla birlikte sembolik iktidarı yitirdiğini ve toplumsal alanda tâbi bir konuma itildiğini gören küçük burjuvazinin nostaljisini yansıtıyor.
Burada sınıfsal konumunu yeniden üretemeyecek olmayı içerlemeyle “Cumhuriyet ideolojisinin” konumunu kaybetmesine gösterilen siyasal tepki iç içe geçiyor. Bu eklemlenme, seçkinlik ile Cumhuriyet değerleri arasında bir eşdeğerlik kurarak, Kemalizmi tarihinde hiç olmadığı bir biçimde ve ölçüde doğrudan seçkinlerin ve elitizmin ideolojisi haline getiriyor. Zira her ne kadar Kemalizme sahip çıkmak iddiasındaysa da, onun özellikle 1960’larda solla girdiği ilişkide kazandığı eşitlikçi vurgudan eser barındırmayan bir dille konuşuyor. Tam da bu “beyaz Türk” söylemi Türkiye oligarşisinin hegemonik ideolojisine popülist bir ivme kazandırıyor. Yani onun kendini “avami” olanla özdeşleştirmesine çanak tutarak, değirmenine su taşımış oluyor. Her ikisi de kendini diğerinin aynasında seyrederek kendine hayran oluyor. Ama tabii yukarıda sözünü ettiğimiz semptomatik okuma ikisinin aynasında da görünmeyen bir başka figür olduğunu gösteriyor.
***
Ağaoğlu ile ulusalcı seçkin arasındaki karşılaşmada taraf olarak görülmeyen, esamisi okunmayan bir üçüncü taraf var ki, o taraf “beyaz Türk”ün lafzen, sermayenin ise fiilen dışarı attığı ezilen, sömürülen kitlelerdir. En başta da Ağaoğlu’nun “On bin peşin, ev senin” sloganıyla “saray yavrusu evler”den oluşan “MyWorld Europe” projesini pazarladığı reklama konu olan Ayazma’nın eski sakinleridir. Nitekim Ayazma’daki kentsel dönüşümün mağdurları Ağaoğlu’nun reklam filmine karşı kendi videolarını çekerek “hesaba katılmayanların hesabı”nı ortaya koyma mücadelesi verdilerse de, sesleri sermayenin fırtınasında kaybolup gitti. Ulusalcı seçkin onlara kulak verebilseydi, “PKK canilerine” selam gönderildiğini iddia ettiği durumun aslında devlet tarafından göçe zorlanmış olan yoksul Kürtlerin bu kez de sermaye tarafından göçe zorlandıkları, evsiz kaldıkları veya kendilerine satılan evlerde -hazır ekmek alacak paraları olmadığı için- kendileri yapmaları gereken ekmeklerini yapacak tandır bulamamanın sıkıntısını yaşadıkları bir “olağanüstü hal” olduğunu anlayabilirdi belki.
Ağaoğlu’nun reklamını seyrettiğimde aklıma on yıl önce görüştüğümüz Ayazma sakinlerinden birinin, zorunlu göçle İstanbul’a gitmiş yaşlı bir yoksul Kürt olan Fevzi’nin köyüne dönmekten söz ederken söylediği “Gerçek bir yerim yok” sözü gelmişti. Fevzi şöyle devam etmişti: “Benim yaram büyük ama benim yaramın melhemi yoktur… Dünyada iki yol var. Biri hak, biri haksız. Hak yok, haksız meydanda. Hakkı yedi demir yelek giydirip denize atsan da, o yelekler erir ve o hak yüzeye çıkar… Hak yerini bulacak. Mehdi geldiği zaman herşey ortaya çıkacak… Allah emir veriyo ama kişi kişiye, zengin fakire hakaret ediyo.” Şafii olan Fevzi’nin zulme ve haksızlığa karşı Mehdiciliğe sığınmasını bir kenara koyalım. Yedi yılda bir defa yediğini söylediği kırmızı eti aradan geçen zaman içinde yemiş midir, bilmiyoruz. Lakin kentsel dönüşüm ve Ağaoğlu sermayesi, onun yarasının melheminin de, gerçek bir yerinin de hala olmadığını göstermiş görünüyor. Daha önce Ayazma’da oturmuş olan ve Ağaoğlu’nun yaptırdığı binaların inşaatında çalışırken aşağı bakarak yıkılmış olan kendi evinin yerini kestirmeye çalışan işçi örneği ise, bu yaralılığın ve yurtsuzluğun ne kadar derinleştiğini gösteriyor.[3](Öte yandan, Ağaoğlu’nun geçenlerde üstü açık bir Rolls Royce ile Diyarbakır sokaklarında dolaşmasını “sermayenin zafer turu” gibi görebiliriz.)
Böyle bir Kürt yoksul üç kere mağdur ve mâdundur: Köyünü yakıp yıkan devlet karşısında, sığındığı yeri elinden alıp onu kovan AKP iktidarı ve Ağaoğlu karşısında ve son olarak da onun bu mâduniyetini umursamayan ve onu mağduru olduğu ikinci gücün müttefiki gibi gösteren ulusalcı seçkin karşısında. Ayazma’daki kentsel dönüşümün yeniden sürgün ettiği Kürt yoksullara Ordu’da mevsimlik işçi olarak fındık toplarken camiye bile sokulmak istenmeyenleri, çalıştığı ilçede yaşanan bir adli vakada derhal üstüne hücum edilen inşaat işçilerini de ekleyebiliriz. Tüm bu örneklerde Kürt yoksul mutlak aşağıdır; sınıfsallık da etnisite ile örtüşür bir haldedir. (Zorunlu göçle büyük kentlere gelen Kürt yoksulların yaşadığı “gettolar” kent yoksulluğunun kısmen de olsa etnikleştiğini gösteriyor.)
Sınıf karşılaşmalarını karmaşık hale getiren faktörlerden biri de, Kürt karşıtı tepkinin yalnızca metropoliten küçük burjuvazi arasında değil, alt sınıflar arasında da görülmesidir. Askerliğini yapan komşusu veya akrabasının savaşta hayatını kaybetmesi gibi travmalardan ve körüklenen milliyetçi hezeyandan beslenen bu tepkinin, ilkindeki elitist vurgudan görece farklı bir “yatay boşalma kanalına” işaret ettiğini düşünmek mümkün. Öyle ki, merdiven altı üretimde çalışan Türk tekstil işçileri, yine aynı sektörde çalışan Kürt emekçilere daha ağır koşullarda çalışmayı kabul ederek kendi koşullarını kötüleştirdikleri veya sektörde “hâkimiyet kurdukları” için tepki gösterebiliyorlar. Kürt yoksullara geldiğimizde ise, yine Fevzi’nin Ayazma’nın içinden ağırlıkla Türkler’in oturduğu Şahintepe’nin (bkz. “Abdestli kapitalistler” bölümü) kanalizasyonun akmasını -kendi ampirik bilincine göre haklı bir şekilde- “Kürt bölgesine bakmazlar” şeklinde yorumlamış olması ise, ulusal sorunun “zenginin fakire hakaret etmesinin” Türk ezilenleri için de geçerli olduğunu görmeyi engelleyen bir kapanım etkisi yaratabildiğine işaret ediyor.
Dolayısıyla, sınıf karşılaşmalarını bir antagonizmaya dönüştürebilecek bir devrimci kolektif iradenin, Türk ve Kürt ezilenlerinin birbirine dışsallaşmasını aşacak yollar bulması ve aralarında bir dava ortaklığı kurulmasının siyasal zeminini inşa etmesi elzem. Ama bunun yanı sıra, metropoliten küçük burjuvazinin AKP iktidarına tepkili kanadını şeytanileştiren liberal söyleme kapılmadan, solun yakın vadede beslenebileceği damarlardan biri olan bu kesime gerçekten karşı hegemonik olabilecek bir mücadelenin ulusalcı ve elitist değil, eşitlikçi ve özgürlükçü bir siyasal hatta dâhil olarak verilebileceğini de göstermesi gerekiyor.
Kürt sorununa oldukça sınıfsal bir yerden yaklaşan bir yazı, yazının sonunda söylenen şey çok çarpıcı ezilenin ezilene olan tavrı nasıl bu kadar şiddetli ve kötü ise ezenin ne olursa olsun aynı sınıfsal dili kullanması, esas bakılması gereken yer burası.
Birçok açıdan çok iyi bir yazı. Ayazağa ve Ağaoğlu çirkinliğini Ekümenopolis filmi de iyi vermişti. Gerçi yine bu film, muhalefetin ulusalcı seçkin-akademisyen çevreye kaldığını gösteriyordu. Neyse ki Necmi hoca, çıplak gerçekler üstünden sol direnişin kemalizme düşmeden onu ifşa ederek mümkünatını gözümüze seriyor.