Sinan Kızılkaya ile “Kürt Siyasetinde Örgüt Kültürü” kitabı üzerine söyleşi
Sinan Kızılkaya arkadaşımızın Kürt Siyasetinde Örgüt Kültürü başlıklı kitabını daha önce okumuş ve perşembe söyleşilerimizden birinde tartışmıştık. O buluşma bizde nasıl güzel bir karşılık bulduysa o günden beri Sinan’la birlikte yürüyoruz. PKK tarihini özgün bir okumaya tabi tutması ile kıymetli olduğunu düşündüğümüz bu çalışma, dikkat çekmeye de devam ediyor. Agos Gazetesi’nde yapılan söyleşi, kitabın öneminin kısa vadelerle sınırlı olmayacağının bir göstergesi gibi. Dikkatinize sunuyoruz.
http://www.agos.com.tr/pkkyi-okurken-toplumun-basarisini-hep-atliyoruz-7229.html
‘PKK’Yİ OKURKEN TOPLUMUN BAŞARISINI HEP ATLIYORUZ’
Sinan Kızılkaya’nın kaleme aldığı, Mana Yayınları’ndan çıkan, ‘Kürt Siyasetinde Örgüt Kültürü: Bir Yorumlama Denemesi’, PKK’nin bir örgüt olarak iç kültürünü ve döngüsünü anlatıyor; alternatif bir PKK tarihi okuması yapıyor. Kızılkaya’yla PKK’nin dününe ve yarınına dair söyleştik.
16 Mayıs 2014 Cuma
ÖZGÜN ÇAĞLAR
Fotoğraf: Berge Arabian
Sinan Kızılkaya’nın kaleme aldığı, Mana Yayınları’ndan çıkan, ‘Kürt Siyasetinde Örgüt Kültürü: Bir Yorumlama Denemesi’, PKK’nin bir örgüt olarak iç kültürünü ve döngüsünü anlatıyor; alternatif bir PKK tarihi okuması yapıyor. “Yeryüzündeki bütün hikâyeleri, başka bir yerden de düşünebileceğimize yönelik bu kadar güçlü teorik araçlar ve imkânlar varken, bugün çok güçlü bir hikâye olarak sunulan PKK’nin kuruluş-gelişim-büyüme hikâyesini olduğu gibi kabul etmeli miyiz, yoksa başka şekilde düşünebilir miyiz—noktasına baktım. Bazı şeylerin tohumunu bugünden ekmek gerekir, bütün hikâyeler gibi PKK’nin hikâyesi de başka şekilde düşünülebilir” diyen Kızılkaya’yla PKK’nin dününe ve yarınına dair söyleştik.
Devlet ile PKK arasında devam eden ‘çözüm süreci’ne nasıl bakıyorsunuz?
Dışarıdan bakanlara göre, bir ilerleme varmış gibi görünmüyor. Ankara çatışmasızlığı, sürdürülebilmesi gereken bir kazanım olarak görüyor ve sonrasında ne yapacağına dair açık değil. Bu kapalılık, Kürt tarafında bir tedirginlik oluşturarak bir krize dönüşebilirdi fakat bunu engelleyen şey, lidere ve silahlı birliklere duyulan güvendir. Toplumun kendi liderlerine duyduğu bir güven var ve bu durumun aleyhinde bir şey söyleyemem. 30 yıllık bir savaş sonucunda başka türde siyaset yapmanın tecrübesi oluşmadı ama ileride belli bir rahatlama olduğunda, toplumda başka siyasi reflekslerin uç vereceğini de tahmin edebiliyoruz.
Peki, sürecin diğer ucundaki lider olan Başbakan Erdoğan’a da kendi kitlesinin güven duyduğunu söyleyebilir miyiz?
Tabii ki ve sanırım bu nedenledir ki, Milliyetçi Hareket Partisi çözüm sürecinde bir ‘kriz’ çıkana kadar yüksek sesli bir öfkeyi duyurmamaya karar vermiş durumda. MHP, kendi tabanının geleceği açısından böyle düşünüyor. Elbette ki Türk tarafının ‘barış’ anlayışıyla, Kürt tarafının ‘barış’ anlayışının bir olmadığını biliyoruz fakat Türk tarafı, Erdoğan’ın ‘bu işi bitirebileceğine’ dair bir güven içinde.
Kitabınızda 30 yıllık savaşın ‘bıraktığı tortulardan’ bahsedip, ‘Karşımızdaki savaş bizden sonrasına bırakacağı miras nedeniyle, gelecek nesillerin de haklarını gasp etmekte’ diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Karşımızda pratik sorunlar var. Hatırlarsınız, Türkiye’de savaşın tırmandırılmaya çalışıldığı yıllarda ‘Şehit Anneleri’ vardı; ortalama muhafazakâr Türk ailesinin normalde içine dahil olmak istemeyeceği ve özellikle medya tarafından popülize edilen bir şeydi bu. Mesela bu anneler, insanların arzularını, acılarını kışkırttı. Ankara merkezli siyaset, bu annelerin acısının soğrulması, yaslarının tamamlanması için bir sosyal hizmet icra etmedi. Aksine bu acıyı hep kışkırttı ve bu acıdan savaşa bir destek yaratmaya çalıştı. Kürt tarafında da işin başka bir boyutu var; 90’lı yıllarda doğmuş, bugün 20’li yaşlarında olan Kürt gençlerini düşünün. Hayatlarında çatışma dışında başka bir insanı ilişki zeminine şahit olmamış gençler bunlar.
PKK’nin 80’lerdeki ilk militan kadroları, başka bir hayat içindeyken, bir tercih yapıp bu yola girdiler ve kendilerini kısıtlayabilecek norm’ları vardı ama bu gençlerin böyle norm’ları yok. Savaş sürecinde olunduğu için toplum onlara norm’larını aktaramadı ve sonucunda çocuklar kendi norm’larını oluşturdu. Savaşın tortuları ve gelecek nesillere bırakacağımız mirasla, bunları kastettim. Yani şu an silahlı çatışma dönemlerinde normalleşmiş iş yapma tarzlarının, ileride insan ilişkilerinde nasıl bir etki sahibi olacağını öngöremiyoruz ve bu durum ileride PKK’nin ‘bedel ödemek’ dediği şeyin de ötesinde ‘bedeller’ ödememizi gerektirecek.
PKK’nin tarihine gelelim istiyorum… PKK, Kürt siyasetinin ana unsuru haline gelmeyi nasıl başardı?
Bu önemli bir soru. Çünkü ilk başlarda PKK, Kürt siyasetinin ana motifi değildi, küçük ve sekter bir örgüttü. Toplumun sahip oluğu kısıtlayıcı kodları tanımamasıyla nedeniyle de 1980’e kadar deyim yerindeyse ‘serseri’ bir örgüttü. Aynı zamanda kendisini 12 Eylül 80 darbesinden kurtaran, cuntanın üzerinde hakim olmasını engelleyen de bu serseri hali oldu.
‘Serserilik’ derken neyi kastediyorsunuz?
PKK, 1975 ile 1980 arasında kullandığı şiddetle, sol siyaset teorisi içerisinde, devrimci şiddetin kime karşı kullanacağına ilişkin kıstasları yerle bir etti. Daha önceki Kürt örgütlerinde görmediğimiz bir şiddetti bu. Çok pragmatist davrandı, şiddetin kuralsızca işletebileceğine dair örneği egemen kıldı. Bu şekilde diğer siyasi aktörlerin direncini kırdı, alana biraz da böyle girdi aslında. Serserilikten kastım bu.
PKK’nin başarısı konusuna dönersek…
İşte, PKK’nin başarısında 1980’e kadar kullandığı şiddetin ciddi bir etki sahibi olduğunu düşünüyorum. Ama öte yandan toplum, 80 darbesiyle birlikte daha başka bir vahşet gördü. Askeri darbe, bütün örgütlerin ve siyasal organizmaların gücünü bitirdi. İnsanlar hapislere girdiler, büyük işkenceler yaşadılar. Direndiler, sadece PKK’liler değil, birçok insan direndi. Bu vahşete tek cevap ise 1984’te PKK’den gelince, bu işkence süreçleri insanları PKK’ye götürdü.
Yani askeri darbe, kendi düşmanını belli bir direniş ekseninde merkezileştirdi. Bu Kürt toplumunun da, PKK’nin de akıl edebileceği bir şey değildi. PKK’nin ‘mucizeviliğini’ açıklayan şey de budur. PKK’nin 84’teki bu vurucu dalgasıyla beraber, cezaevlerindeki direnen mahkumlar, kendi hikâyelerini bu dalgayla yeniden yorumlayıp, beklenilen ‘mesihin’ onur duyurusu geldi diye yorumladılar. Ve tabii yine birçok köyde yapılan onur kırıcı toplamalar, vurma kırmalar da bu süreçlere dahildir, çünkü o dönemde insanları cezaevine almadan da işkence yapılabiliyordu.
12 Eylül darbesinden sonra PKK nasıl değişti?
PKK’nin kongre metinlerinde rahatlıkla izi sürülebileceği üzere, Türkiye’deki sol hareket içerisinde, Kürdistan’ın ‘sömürge’ olduğu teziyle çıkan PKK, ilerleyen yıllarda büyüdü ve ideolojik olarak değişiklikler yaşadı. 1980’den sonra Türkiye’de sol hareket çökünce, PKK’nin kendisini ispatlaması gereken bir sol örgüt de kalmadı. 1985’ten sonra kendi eğilimini çizebilecek bir güce erişti. Öcalan, bu değişimlerin tek aktörünün kendisi olduğunu söyler ama değişimler konjonktüre de çok bağlıdır. Ben bu noktada, değişimi, hep siyasal aktörün tercihi ve öngörüsü olarak düşünmekten ziyade, toplumun kendisini temsil eden örgüte dayatması olarak görmeyi öneriyorum. Bence PKK’yi okurken toplumun başarısını hep atlıyoruz.
Kitabınızda tam da PKK’nin tarih yazımının, 12 Eylül darbesinden sonra Diyarbakır hapishanesi direnişiyle başlatıldığını söylüyorsunuz. Darbe öncesinde de var olan PKK neden hareketini Diyarbakır hapishanesi direnişiyle özdeşleştirerek başlatıyor?
Çünkü 1980-84 dönemi, toplumun tamamına da PKK’ye de hikâyelerin yeni bir siyasal formda üretilmesini sağlayacak büyük bir hazine sundu. Çok büyük acılar yaşayan, iradesini korumayı başarmış insanların varlığına tanıklık ettik. Bütün modernleşmekte olan toplumların, modernleşme sancıları karşısında sığındığı belli kült’ler vardır. Kürt toplumunun hafızasındaki Şeyh Said, Bediüzzaman Said Nursi, Seyit Rıza yerine Mazlum Doğan, Haki Karer geldi… Toplum, hafızasındaki geçmişin o velileriyle-pirleriyle bu insanlar arasında doğrudan bağlantı kurdu.
Öte yandan, 75-80 arası hikâye, Kürt toplumu içerisinde herkesin birbirini suçlayabileceği bir hikâyedir. Bu hikâye, Kürt siyasetinin şu anki hegemonyasını kırar, bu nedenle birazcık unutturulur.
KCK Yürütme Konseyi Başkanı iken Murat Karayılan, son konuşmalarından birinde ‘Biz iktidarı hedeflemiyoruz. Şimdi bazıları diyor ki, Kuzey’de çözüm olursa PKK kadroları gelir, BDP’liler bir kenara çekilmek zorunda kalır. Öyle değil, bizimki dervişane bir tarzdır’ demişti… Peki ya sizce barıştan sonra PKK kadroları ne olur?
Karayılan’ın dahil olduğu militanların bu tarzda sözleri inanarak söylediğini düşünüyorum ama 70’de, 80’de toplumsal yaşamdan çekilip örgütü kendi toplumsallığı olarak düşünmeye başlayan bir yapıdan bahsediyoruz. Bu insanlar, özellikle de yaşlı olanları değişen toplumsal yapının ileride neresine dahil olabileceklerine dair bir kaygı yaşıyorlar. PKK’liler biraz kızar ama Osman Öcalan’ın hikâyesi buna iyi bir örnektir. Bakın dağdan indikten sonra hiçbir şey yapamadı! Tam bir Züğürt Ağa örneği oldu, bunu hiciv olsun diye söylemiyorum, aksine saygı duyduğum bir tiptir Züğürt Ağa’lık ama birçok militanı bekleyen şey de bu aslında.
Toplum elbette militanlara belli bir saygınlık kredisi verecek ama çok fazla hata yapacaklar. Çünkü toplumsal hayatı bilmiyorlar, yolda yürümesini bile bilmeyenler var, dağda yürümekle yolda yürümek farklıdır çünkü. Bunlar çok basit insani problemler ama bunları halledecek bir sivil yapı var: Barış ve Demokrasi Partisi. Çok büyük bir siyasal güç olarak, militanların her biriyle sosyal hizmet perspektifinden kuracağı geçiş süreci ilişkisiyle bu durum halledebilir. Fakat mesele başka bir yerde düğümlenecek, Karayılan’ın bahsettiği ‘dervişliği’ tercih etmeyip, siyasal statüsünün devam etmesini isteyenler olacak. Ama BDP’nin de bu mirasının birikmesi sanki engelleniyormuş gibi geliyor bana. BDP ya da HDP’ye en çok ihtiyacımız olacağı zamanlar yaklaşırken üstelik.
Neden?
Eskiden Kürt siyaseti sürekli devlet tarafından tasfiye edilirdi. Belli kadrolar üzerinden birazcık tecrübe biriktirirdi, o kadroları sonra devlet tasfiye ederdi. Ama şimdi PKK’nin kendisi bunu yapmaya başladı. Sürekli siyasi rolleri istikrarsızlaştırıyor.