Foti Benlisoy – Seçim Sonuçlarına Değil, Yanlışlarımıza Dair

Emek ve Adalet Platformu’nun siyasal macerası Türkiye’de toplumsal alanda var olan fosilleşmiş dikotomiyi aşmaya dair bir arayıştan ibaretti. Buna dair mütevazi ve pratik adımlarla, bol bol da hayalkırıklıklarıyla bugün durduğumuz yere kadar geldik. 1 Kasım’da AKP’nin toplumun neredeyse yarısını tekrardan konsolide edişini, aşağı yukarı bizim baktığımız yerlere yakın bir şekilde özetlemiş, toplumsal muhalefete dair samimi bir özeleştiri vermiş Foti Benlisoy. Bir ucundan tutalım, kültürel ikilikleri sınıfsal yarılmaya tercüme etmenin imkanlarını birlikte tartışalım istedik.

FOTİ BENLİSOY

1 Kasım seçimleriyle birlikte, Gezi direnişiyle başlayan ve AKP’nin görece gerilemesi ve hegemonik kapasitesinin daralmasıyla karakterize olan bir politik çevrim tamamlanmış oldu. Kendimizi kandırmayalım. Bu seçimi bir yenilgi haline getiren, HDP’nin (seçim bildirgesinin dahi yasaklandığı bir seçim “yarışında”) yaşadığı düşüş falan değildir. Esas neden, Gezi direnişiyle başlayıp tapelere ve uzatmalı seçim sürecine uzanan bu siyasal çevrimin kapanması, yani AKP’nin yavaş ve göreli de olsa gerileyişinin (elbette cebir ve hileyi de içeren yollarla) durdurulmuş olmasıdır. AKP’nin neoliberal otoriterizmi ciddi yaralar almış, ancak daha da sağa kırarak, ona has muhafazakâr popülizmin otoriter-baskıcı karakterini iyice pekiştirerek bu yaralarını sarmayı başarmıştır.

Dolayısıyla ortada “bizler” açısından bir mağlubiyet olduğu açıktır. Gezi sonrasında en olumsuz dönemeçte dahi “tarihin” bir biçimiyle bizim safımızda olduğu, yani AKP’nin yavaş yavaş da olsa çözülmekte olduğu varsayımıyla hareket ediyorduk. Bazılarımız post-Erdoğan zamanlara dair alelacele “restorasyon” tezleri dahi tedavüle sokmuştu. Bu varsayım bizi geçtiğimiz dönemde güçlü kılıyor, moral üstünlüğü yaşanan kısmi gerilemelere karşın elimizde tutmamıza yarıyordu. İşte seçim sonucu bu moral üstünlüğü elimizden alıyor. Dolayısıyla yenilgi yokmuş gibi davranmanın mezarlıkta ıslık çalmaktan pek bir farkı yok. Bu mezarlıktan gerçekten çıkmak istiyorsak bu yenilgiyle yüzleşmek, yani ona yol açan faktörler arasında kendi eksik ve hatalarımızı da saymak ve onların da bir (kolektif) muhasebesini yapmak şart.

Mesela AKP’nin aktüel taşıyıcısı olduğu neoliberal otoriterizme karşı mücadeleyi “AKP’nin (hatta “sarayın”) gitmesi” tartışmasına indirgemiş olmanın bedeli sandığımızdan büyük oldu. “Sade suya tirit” bir Erdoğan karşıtlığı, yani AKP’ye sosyal-sınıfsal içeriği son derece cılız bir muhalefet popülerleşmenin, geniş kitlelere hitap etmenin kolay bir yolu gibi görünse de aslında siyasal çekişmenin liberal demokratik temalar etrafında bir kültürel kamplaşma görünümü almasına neden oldu. AKP’ye Türkiye sağının önemli bir bölümünü konsolide edecek bir anlatı yaratma, üstelik bunu cazip kılma fırsatını sunan bir tutumdu bu.

Türkiye’nin yüzde şu kadarı şöyle, bu kadarı böyle şeklindeki “bloklar siyasetinin” düşmana yarayan bir tutum olduğunu bir türlü görmedik, hâlâ göremiyoruz. Seçim sonuçlarıyla güncellenen sağ ve sol arasındaki bloklaşma, sınıfsal bir polarizasyona tekabül etmiyor. Bu kutuplaşma ne yazık ki Bursa’da sendika-patron-devlet üçgenine bayrak açıp “metal fırtınayı” yaratan işçilerin önemli bir bölümünün dahi muhtemelen dönüp AKP’ye oy vermesine yol açan bir kültürel yarık. Bu işçilere, AKP’ye oy veren plebyen kesimlere “vicdansız” deyip işin içinden sıyrılmayaysa siyaset, hele hele “devrimci” sıfatlı siyaset denemez.

Gezi direnişinin açığa çıkardığı o muazzam toplumsal kabarışın, o yaygın siyasallaşmanın ancak AKP’nin tabanında yaratabildiği çatlaklar oranında gelişebilip kazanabileceğini, aksi takdirde bir “mahalleye” tecrit edileceğini ve zaman içinde sönümleneceğini hesaba katamadık. Katamadığımız için de Erdoğan’ın memleket sağının neredeyse tamamını bazen sopa bazense havuçla ama bol miktarda yalan ve mistifikasyonla konsolide etmesine ta en başından itibaren seyirci kaldık. En başında Kabataş yalanı vardı mesela. Onu bile tam anlayamadık. Kabataş yalanı, çoğumuzun hâlâ sandığı gibi AKP’lileri Gezi karşısında sokağa dökmeyi hedefleyen bir “iç savaş provokasyonu” falan değildi. O yalanın ve sonrakilerin hedefi,  AKP’lileri Gezi’ye saldırtmaktan çok AKP tabanından ya da genel “muhafazakâr-mütedeyyin” kitleden Gezi’ye doğru olası kopmaların önünü almaktı. Önce bu başarıldı ve biz büyük oranda seyrettik.

Yalanın, tezviratın, akla zarar komplo teorilerinin ardı arkası kesilmezken Erdoğan’ın siyasal-sosyal çatışma ve çelişkileri, milliyetçi-muhafazakâr düşünce dünyasına has “Batılılaşmış, gayrımilli elitler” ile “derin millet” arasındaki (elbette mezhepsel imalar da içeren) kültürel yarığa ve “çatışmaya” indirgeme, oraya hapsetme hamlesinin önünü almaya dönük çok da şey yapmadık, yapamadık. “Yandaş” kalemşörlerin “Taksim isyanının giremediği illere Soma eylemleri girdi” diye hayıflandığı bir ortamda dahi, Soma katliamının yarattığı karmaşa durulur durulmaz AKP’ye karşı muhalefeti bir kez daha (AKP’nin ekmeğine yağ sürecek şekilde) ilericilik-gericilik, cumhuriyetçilik-İslamcılık, Kemalizm-bilmem kaçıncı cumhuriyetçilik gibi ikili karşıtlıklara indirgeyiverdik.

Yalan da tezvirat da akla hayale sığmaz çarpıtma da devam etti elbette. Bizse “bu kadarı da artık olmaz” diye tapeyle, olmazsa bir sonraki ifşaatla, skandalla, “bilmemne Times” makalesiyle ahali aydınlanacak, uyanacak diye bekler olduk. Siyasetin, önyargı, yalan ve cehalete karşı (“bilimsel”) gerçeklerin ifşası ya da yaygınlaştırılmasından ibaret bir mesele olmadığını bir türlü göremedik. Yalanın, toplumsal yanılsamaların köklerinin gerçek-maddi çelişkilerde yattığını ve dolayısıyla da bu yalan ve çarpıtmaların ancak bu maddi çelişkileri dönüştürmeye dönük pratik etkinlikle ortadan kaldırılabileceğini unutuverdik.

Erdoğan tabanını sıkılaştırmak-pekiştirmek için bu kesimin korkularını şevkle kaşıyıp alarmizm dozu yüksek bir seferberlik söylemine başvururken Türk milliyetçiliğinin kırılgan özgüveni ve tekinsizliğine dair o tanıdık “bayrağın inmesi, ezanın susması”, “din-iman-vatan gitti gidiyor” temalarını tepe tepe kullanırken aldırmadık. “Alnı secde gören milletin Batıcı-devletçi elitle hesaplaşması” söylem ve pratikleriyle sembolik ya da maddi kazanımlar elde edenler ya da AKP’nin yoksulluğun yönetilmesi siyasasının yarattığı paylaşım mekanizmalarından istifa eden geniş kesimler nezdinde bu söylemin bir karşılığı olduğunu göremedik.

AKP’nin “yeni İstiklal Savaşı”, yani uluslararası güç odakları ve “lobilerce” de desteklenen komplo karşısındaki “milli ve yerli” hükümet argümanlarını yalan, gerçekliğin ters yüz edilmesi ve ideolojik çarpıtmadan ibaret sayıp bunlara sadece söylemsel düzeyde karşı çıkmayı, hatta daha da vahimi bunlarla dalga geçmeyi yeterli saydık. Oysa yalan ya da ideolojik mistifikasyon da en az “gerçek” kadar maddi sonuçlar doğurur ve bu anlamda yaşanan bir ilişkidir. Onun bertaraf edilmesi, ancak söz konusu gerçekliğin kendi içindeki bir maddi değişimle sağlanabilir. Bu maddi-pratik değişimi küçük küçük de olsa kışkırtacak bir mücadele programını düşünmedik bile. Türkiye toplumunun yoksulluğu sindirme ve kabul etme eşiği son yirmi-otuz yılda hayli yükseldiğini, yolsuzluğun hiç değilse Özalizmden beri toplumun bütün katmanlarına nüfuz etmiş (“benim memurum işini bilir”) bir toplumsal ilişki olduğunu unutuverdik. Sermayenin (hadi “piyasacılığın” diyelim) bu memleketteki ezici fikri hegemonyasını hiç takmadığımız için olacak, “istikrar” argümanının ne denli belirleyici olacağını anlayamadık. Anlayamadığımız için de Erdoğan’ın gülüp geçtiğimiz sayıklamalarının karşılığının bu kadar yüksek olabileceği aklımızdan bile geçmedi.

Bunca ölüme, bunca yalana rağmen toplumun (bilhassa alt sınıfların) bir bölümünün hâlâ AKP’yi destekleyebiliyor olmasını “biz toplum muyuz” minvalindeki (kusura bakılmasın) buz gibi liberal hayıflanmalarla kendi kendimize “açıklar” olduk. “Toplum olmayışımızın” nedeninin “vicdansızlık”, “Anadolu gericiliği” ya da “medeniyet kaybı” değil de bu memleketteki alt sınıfların sadece AKP devrinde değil, son otuz beş yılda aldığı ardışık yenilgilerin neticesinde kendi kaderini kolektif olarak tayin edebilme enerjisindeki muazzam düşüş olduğunu düşünmedik. Emekçilerin kolektif özgücünde, kendi çıkarları için kendi kendini örgütleme ve eyleme geçme kapasitesinde yaşanan o büyük erozyon telafi edilmeden “sağcılaşmaya” sürekli bir takoz konamayacağını göremedik. Bu erozyonun günü kurtarma hedefli bir “yoksulluk-yoksunluk siyasetine”, içinden çıkılması zor bir klientalist bağımlılığa dönüşeceğini yazıp çizdiysek de gerçekten önemsemedik. “Gericilik”, “vicdansızlık”, “hüloculuk” dedik geçtik.

Deyip geçince de böyle oldu. Erdoğan’ın önünü biraz da biz açtık; daha doğrusu onun hamlesine, “sağı” bir bütün olarak kanatları altına toplama çabasına mani olmadık, olmaya girişemedik. AKP tabanındaki yarıkları kışkırtmak, çoğaltmak yönünde elbette zor olan çabaları büyük ölçüde gereksiz gördük, bu tabanın bir bölümünü hiç değilse tarafsızlaştırmaya (kabul edelim) pek de çaba sarfetmedik. Oysa HDP’nin (elbette ulusal hareket kaynaklı bir siyasal parti olmanın avantajıyla başka bir bağlamda) bunu becerdiği, yani AKP tabanındaki Kürtlerin bir kısmını koparabildiği an siyasal dengelerin nasıl değişebildiğini hepimiz birlikte gördük. Gördük ama zora soyunmadık.

Gezi tüm zaaflarımızı kapatır sandık. Gezi direnişinin memleketin batısında yol açtığı o devasa siyasallaşmanın sınırları konusunda kendimizi kandırdık. Son üç yılın yaygın yeniden siyasallaşmasının on yılların depolitizasyon ve deradikalizasyonunun sonuçlarını öyle kısa zamanda berhava edemeyeceğini hesaba katmadık. Toplumsal hareketlerdeki canlanmanın, Gezi sonrasında özörgütlülük ve fiili direniş/doğrudan eylem yönündeki kısmi deneyimlerin, işçi sınıfı ve sosyalist solun siyasal ve sosyal alandaki örgütlü gücünde son otuz yılda yaşanan erozyonu öyle bir çırpıda telafi edebilecek boyutlarda olmadığını dikkate almadık. Almadığımız için de “yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği” türünden iddialı, haddimizi aşan sözlerle başlayan cümleler kurabildik. “Sokağın” kendi başına yeterli olup her derdimize deva olabileceğini sanarak adeta bir “sokak fetişi” yarattık.

Ağlayıp sızlayacak, geri basacak değiliz elbet. Şarkının dediği gibi, “hatasız kul olmaz”. Yanlışlarımızdan ders çıkarabildiğimiz, onlarla kolektif bir biçimde yüzleşebildiğimiz ölçüde bugünün mağlubiyetlerini geleceğin zaferlerinin yeşerebileceği toprak haline getirebiliriz. Neticede hayal kırıklığımız büyük ama (günün moda ifadesiyle) “enseyi karartmayalım”, demoralizasyona, depolitizasyona geçit vermeyelim, hatalarımızla yüzleşip devam edelim…

(Bu satırlarda “biz” denen birçok yerde rahatlıkla “ben” de konabilir elbette. Yani kolektif bir muhasebeye kendince bir katkı sunma peşindeki bu yazının bireysel bir muhasebe- özeleştiri boyutu da mevcuttur elbette.)

Kaynak: http://fotibenlisoy.tumblr.com/post/132423621989/se%C3%A7im-sonu%C3%A7lar%C4%B1na-de%C4%9Fil-yanl%C4%B1%C5%9Flar%C4%B1m%C4%B1za-dair-bir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir