S. Demirtaş’ın sosyalistlere çağrısı ve gündemdeki seçenek: “Birleşik, demokratik, çoğulcu emek siyaseti”
İşçinin Kendi Partisi’nden Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan’ın Siyasi Haber’de yayımlanan yazısını ilginize sunuyoruz.
Ak Parti-MHP hükümetinin sonu çoktan yaklaştı, Türkiye yeni bir dönemece doğru gidiyor. Ama bilinmezler çok çünkü ulusal ve uluslararası düzlemde kendisine bu kadar suçlamada bulunulmuş ve potansiyel yargılanma tehditleri altındaki hükümet yöneticileri ve güçlü ortaklarının “iktidarsız” kalmaya tahammül edip, normal bir muhalefet partisi olarak siyasi ve günlük yaşamlarını kaldıkları yerden devam ettirebilmeleri pek de olası görünmüyor. Bu nedenle en geç Haziran 2023’te yapılması gereken seçimlerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli değil. Bir sınır ötesi operasyon bahane edilerek seçimlerin ertelenebileceği söyleniyor. Bununla birlikte, hükümetin değişmesi kaçınılmaz gibi görülüyorsa bazı egemen güç odaklarının bu değişimi nasıl karşılayacakları da belirsizliğini koruyor. Değişimi halkın “helal demokratik oyları“ ile mi yoksa anti-demokratik yollarla mı tercih edeceklerini bilmiyoruz. Pekâlâ “Erdoğan iktidarı gidecekse onu da biz yaparız” diye düşünerek “halkı Erdoğan’dan kurtarma” şerefine nail olmak isteyebilirler. Özetle tercihler ve dengeler, olası 2023 seçiminin kaderini ve karakterini belirleyecek.
Birçok cevapsız soru ortadadır ve bizim daha ilerisini gözeterek hareket etmemiz gerekiyor.
Tahmin edildiği gibi seçimleri muhalefet kazanırsa “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” vaadinden başka ülkenin temel yakıcı sorunları için güçlü bir program ortaya koyamamış bu günkü muhalefetin olası koalisyon iktidarında ülkenin nasıl bir siyasal rotaya gireceği ve neye evirileceği büyük bir belirsizlik olarak duruyor. Ardı ardına gelebilecek ikinci ve muhtemel üçüncü seçimler yeni “demokratik” bir evreye girişimizin kapısı mı olacak yoksa açlık ve kıtlık tehditlerinin beklendiği Global kaotik ortam ve bölgesel gerilimler temelinde milliyetçilik dozu ve sertliği daha da artarak yenilenmiş otoriter bir rejime mi sürükleneceğiz?
Bütün bunlar bilinmiyor. Ama bilmemiz gereken bir şey var o da bu gidişin önemli belirleyici faktörünün toplumsal muhalefetin örgütlü gücü ile ilişkili olacağıdır. Bugün Türkiye “demokratik” siyasetinin başat sorunu nedir dersek her halde buna verilebilecek en iyi cevap toplumun çok büyük çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçilerin, gerçek bağımsız bir siyasal taraftan yoksun olması ve yine kadınların siyasal temsilindeki eksikliktir denilebilir.
Dini, mezhebi, etnik kimlik ve yaşam tarzı üzerinden konsolidasyon sağlayan dört ana siyaset bugün Türkiye siyasi iklimini belirleyicisi olmaktadır. Kürt halkının haklı taleplerini siyasete taşıyan HDP bu anlamda bir sahiciliğe sahiptir. Ancak her ne kadar radikal demokrat bir siyasal programa sahip olsa ve içinde bazı sosyalist grupları barındırsa da tarihsel nedenlerle esas olarak Kürt siyasal hareketinin temsili durumundadır ve seçmenler tarafından da genelde böyle algılanmaktadır.
İçinde yaşadığımız siyasal boşluk, açık şekilde emek/sınıf siyaseti alanındadır ve düzen partileri de bunu gayet iyi görmektedir. Gerek muhalefetin ekonomi temelli, yoksulluk ve pahalılık vurgulu söylemi gerekse de iktidarın seçime doğru emek kesimlerinin ağzına bir parmak bal çalmaya yarayacak türdeki bazı adımları (EYT, 3600 ek gösterge, asgari ücrette anlamlı artış, çiftçiye ek destek gibi) bu siyasetin eksikliğinin açık göstergesidir. Mesela muhalefetin yükselen aktörü Meral Akşener’in, geçtiğimiz hafta, direnişçi Indomie Adkoturk işçilerini temsilen bir kadın işçiyi grup toplantısına çıkarıp konuşturarak “işçilerin siyasal temsilcisi“ rolüne göz kırpması dikkat çekicidir. Bu nümayiş karşısında artık iktidarın sesi haline gelmiş olan TRT’nin direnişçi işçinin konuşması sırasında yayını kesmesi de ayrıca manidardır. Bu örnek bize hükümetin de muhalefetin de topluma değen siyaseti çok iyi bildiğini göstermektedir.
Selahattin Demirtaş, 04.10.21’de Diken’de yayınlanan ve geniş yankı bulan yazısında şöyle söylüyor: “Parti, hareket, kişi ayırımı yapmaksızın tüm sol ve sosyalist güçler, bir konferansta bir araya gelerek hem seçime kadar nasıl ortak bir mücadele yürüteceklerini hem seçimlerde nasıl ortak bir tutum alabileceklerini tartışabilir. Sol ve sosyalist güçler, hem seçimlerin ardından demokrasinin inşasında nasıl roller alabileceklerini ve hem de emek mücadelesini yeni dönemde nasıl başat hale getirebileceklerini tartışıp netleştirmek ve emekçilerin huzuruna ortak bir tutum belgesi, bir yol haritasıyla çıkmayı başarmak zorundadır.” Ardından şu ifadeleri kullanıyor: “İlle de herkesin bir tek partide buluşup birleşmesi de gerekmiyor. Uygun yöntemlerle, solu iktidar ortaklığına taşıma gayreti içinde olmak gerekir. Meclise, bürokrasiye ve iktidara olabildiğince nitelikli, birikimli sol, emekçi kadroyu taşıyabilmek, temel hedeflerden olmalıdır.”
Sosyalist güçlerin çoğunun sanki her şey yolunda imiş ve yeni arayışlara da çok gerek yokmuş gibi kendi hallerinden “çok memnun” olan görüntüleri ve tutumları ve ayrıca bazılarının da bir veya birkaç milletvekili kazanma hesapları ile sınırlı faaliyetleri devam ederken, Demirtaş’ın yaptığı böyle bir çağrı çok kıymetlidir. Demirtaş böylesi bir dönemde Türkiye siyasetindeki esas boşluk alanının emek/sınıf siyaseti olduğunu ve toplumsal muhalefetin ancak bu alandan büyüyebileceğini görmüştür. Bu çağrının ana ekseni sadece sosyalist parti ve grupların bir araya gelmesi değildir. Emeğin siyasetini gözeten bu teşekkülde “emekçilerin huzuruna ortak bir tutum belgesi” ile çıkmak ve sosyalist grupların ötesinde güçlü bir siyasal emek tarafı oluşturmak gerekmektedir.
Bugün Türkiye’nin “en solda” kabul edilen işçi sendikalarının üyeleri dahi, büyük oranda sağ siyasetlere oy vermektedir. Politik tercihlerin dini, mezhebi, etnik kimlikleri ve yaşam tarzını esas alarak şekillendiği ülkemizde bu durum herkesçe beklenen ve bilinen bir vakadır. Bununla birlikte yükselen “sınıfçı” eğilimi de görmeliyiz. Yıllardır süren kimlik temelli milliyetçi-muhafazakâr siyaset tümüyle iflas etmiş ve bu ekonomik kriz ortamında inandırıcılığını iyice yitirmiştir. İşçi, emekçi ve yoksul halk kesimlerinin desteklerinin muhalefete dönmekte olduğu açıktır. Şu durumda Türkiye’de “sağın alternatifi yine sağdır” yaklaşımından çıkılması ve yüzünü sınıfa ve emeğe dönen bir siyasetin oluşturulması gerekmektedir. Gerek ekonomik nedenler, gerek baskı ve yolsuzluklar nedeniyle iktidardan kopan emekçi kitlelere, politik birlik için kültürel kimlik ve felsefe dayatan yaklaşımlardan çıkılması ve kapsayıcı bir sınıf/emek siyasetinin inşa edilmesi zorunludur. Bu siyasal yaklaşım bugün olduğu gibi sadece Marksist-Leninist düşüncenin herhangi bir yorumuna dayanan politik bir birlik de olmamalıdır. Kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın emek, demokrasi, özgürlük amacıyla mücadele etmek isteyen bütün sınıf güçlerini ortak ve temel bir program etrafında kapsamayı hedefleyen ve bu eğilimlerin görünür olmasını da garanti altına alan birleşik, çoğulcu bir siyasal yapı gereklidir. Bu nedenle öncelikle birleşik bir emek siyasetinden yana olan bütün emek güçlerinin seçimlerle sınırlı olmayan ortak bir siyasal tutum oluşturma amacı ile bir konferansta bir araya gelmeleri anlamlı ve olumlu bir hedef olacaktır.
Birlik arayışının siyasal çerçevesi özet olarak, kapitalizmin yarattığı üretim ve mülkiyet ilişkilerine karşı güncel ekonomik-sosyal hak ve özgürlük taleplerinden kalkarak mücadele etmek, Kürt meselesinde eşitlik temelli barışçı bir çözümü ve ittifak yaklaşımını esas almak, toplumsal cinsiyetten kaynaklanan eşitsizliklere, ayrımcılığa ve doğanın yıkımına karşı durmak gibi çizilebilir.
Bu kadar farklılaşmış ve bölünmüş sosyalist siyasal kadro ve eğilimlerin “tek bir ideolojik hat” etrafında hemen birleşmeleri mümkün olmadığı gibi zaten bir sınıf/kitle siyasal hareketi için istenen bir şey de değildir. Dolayısıyla öne çıkması gereken birlik modelinin, birlik içindekilerin isterlerse kendi siyasi partilerini, eğilimlerini sürdürebilecekleri bir “emek çatı partisi” niteliğinde olması kaçınılmaz gibi görünmektedir.