Paris Komünü’nün Dersleri
Cihan Tuğal’ın Evrensel’de yayımlanan yazısını iktibas ederek ilginize sunuyoruz.
CİHAN TUĞAL
Yüz elli yıl önce bugün, Paris’in çalışan kesimleri şehri ele geçirmeye başladı. Kent, iki aydan uzun bir süre çalışanların denetiminde kaldı. Sosyalizme doğru ciddi adımlar atıldı. Modern tarihin o ana kadarki en demokratik deneyimini yaşadı Paris. Yöneticileri doğrudan çalışan kesimlere tabi kılan bu demokratik formun idari adı “komün”dü. Kadınlar ayaklanmanın merkezindeydi. Sonradan yönetici kadrolarda rolleri sınırlı kalsa bile, Paris Komünü kadınlara (ve buna ek olarak, göçmenlere) o ana kadar modern tarihte hiç görülmemiş haklar tanıdı. 18 Mart 1871 insanlık için bir milat.
Fakat Fransa’nın geri kalanı, Alman işgaliyle iş birliği yapan geçici hükümetin kontrolünde kaldı. Üstelik, Paris’in çalışanları, kırsal kesim ve diğer kentlere kendilerini anlatacak araçlardan yoksundular. Rıza faktörü, Komün’ün aleyhine, varolan sistemin lehine işliyordu. İtalyan Düşünür Gramsci’nin de belirttiği gibi, 1870 yılı bir dönüm noktası. Bu tarihten sonra, siyasi ve taban çalışmasına dayanmayan ayaklanmalar, Batı Avrupa’da kalıcı bir dönüşüm yaratma potansiyeline sahip olmayacaktı.
Bu sınırlara rağmen Paris Komünü, emekçilerin nasıl kendi kaderlerini belirleyebileceklerine dair derslerle dolu.
Komünist Manifesto’da devleti ele geçirmeyi salık veriyor gibi görünen Marx, Paris Komünü deneyiminden sonra, işçi sınıfının varolan devlet aygıtını doğrudan kendi çıkarları için kullanamayacağının altını çizdi. Bu tavır, devrimci Marksist literatürde “devletin parçalanması” fikri ile sabitlendi.
İyi de, parçalanma ne anlama geliyor? Eski devletin yok edilip, onun mekanizmalarını taklit eden ama çalışanlara hizmet eden yeni bir devlet kurulması mı? Hayır. Bu formülün, devletin toprak bütünlüğüyle de bir alakası yok. Marx, Komün’ü tahlil ederken hangi yeni mekanizmaların düzeni tamamen değiştirdiğini yeterince net vurgular. Sadece vekiller değil, her kilit görevli seçimle belirleniyordu. Hiçbir yönetici aynı görevde belirli bir süreden uzun kalamayacaktı. Başka bir deyişle, görevler dolaşıma tabiydi. En yüksek yönetici ücreti, ancak en nitelikli Paris işçisinin ücreti kadardı. Şiddet aygıtı ilga edildi. Bütün bu uygulamaların ortak amacı: “devlet”in halktan kopuk bir bürokratlar zümresi haline gelmesini engellemek.
Ne yazık ki, Komün’ün ancak 72 gün dayanabilmesi, ilkelerini paylaşanlar için bir kabus haline geldi. “72” Bolşevikler için bir semboldü. Daha uzun dayanabilmek için, hem daha koordineli davranmak, hem de hasımlarına daha sert tavır almak gerektiğini anlamışlardı. Buna rağmen Komün’ün idari ilkelerini sahiplendiler.
Lenin’in Devlet ve Devrim eserinin temel referanslarından biri Marx’ın Paris Komünü analiziydi. 1905 devrimiyle ortaya çıkan “şura” (Rusçasıyla sovyet) kurumu, fabrika ve tarlaları devletin her kademesiyle Komün’den bile daha doğrudan bir ilişkiye sokma imkanını doğurmuştu. Siyasi bir kurum olan komünün aksine, şura, insanların gündelik hayatının içindeydi. Sadece devlet değil, tüm hayat artık çalışanların denetimindeydi… Bu da devlet ve halk arasındaki sınırı iyice belirsizleştiriyordu. Ayrıca, şura, işçilerin ve kırsal kesimlerin talep ve çıkarlarını harmanlamanın da yollarını açıyordu. (Gramsci’nin “hegemonya” kavramına ilham veren, Lenin’in üzerinde uzun süre kafa yorduğu proleterya önderliği ve bunun -köylüler dahil- geniş halk kesimleriyle ilişkisi sorunuydu.) Bu açılardan şura formu, komün formunun birkaç adım ötesindeydi.
Paris Komünü’nün ilkelerini düstur edinen Devlet ve Devrim’in temelinde, “aşçı kadın”ın devlet yönetimine katılması fikri yatıyordu… Fakat pratik (kısmen de teori), derinlemesine erkek bir militarizasyonun zeminini de hazırladı. Şuraları devletin merkezine koyan yeni anayasaya rağmen, “aşçı kadın”ın katılımı daimi kılınamadı.
Komün ve şura… Bu iki büyük deneyim ve sınırları, yüz yıl boyunca farklı şekillerde tekerrür etti.
Komün’ün ilkelerine körü körüne bağlı kalan her ayaklanma, kısa sürede yenildi. Ancak yedi denizde bu tür tecrübelerin tekrar tekrar yaşanması, Paris Komünü’nün “modern insan”ın bazı yok edilemez arzularını ifade ettiğini gösteriyor. Bu ilkelere sırtını dönen deneyimler ise, proleterya diktatörlüğünün devletçiliğe dönüşmesine baştan eyvallah demek durumunda kaldı. Marx ve Lenin’in Paris Komünü üzerine yazdıkları, ikinci kategorideki akımların başucu kitapları arasındaydı hep ama… Komün’ün demokratik ilkelerini hayata geçirmek öncelikleri olmadı çoğu zaman.
Sonradan açmak amacıyla, şimdilik basitleştirerek söyleyelim…
Ya rıza kurma kapasitesinden uzak, hızlıca bastırılmaya mahkum, “haklı” ve doğru ayaklanmalar… Ya da akılcı, rızayı genelleyebilecek, fakat bürokratikleşmeye meyyal, örgütlü kitle hareketleri…
Bu iki seçenek arasında sıkışmış görünüyoruz. Kolay bir çıkış yok ama, bu ikilem üzerinden tartışmamız gereken çok şey var…