Mülkiyetçi Bireycilik ve Ölümlü Dünya
Alperen Gençosmanoğlu’nun Yurtseverce’de yayımlanan yazısını iktibas ederek ilginize sunuyoruz.
ALPEREN GENÇOSMANOĞLU
Covid-19 salgını bir yandan insan hayatının, gündelik yaşamımızın öte yandan devletlerin, altyapı sistemlerinin ve uluslararası düzenin kırılganlığını ve acziyetini dünya çapında bir kez daha görünür hale getirdi. Yeryüzünde birlikte var olduğumuz milyonlarca farklı türden biri olan gözle göremediğimiz bir virüs yüz milyonlarca insanın hayatında, devletlerin ve kapitalizmin kurulu düzeninde ciddi bir sarsıntıya yol açtı. Kimileri bu virüsün bir laboratuvar ürünü ya da insan yapımı olduğu iddiasını dile getirebilir, ancak unutulmamalı ki insan denen varlık dünya ekosisteminin bir parçası. David Harvey’in söylediği üzere dünyanın en yapılaşmış şehirlerinden olan “New York’ta doğal olmayan hiçbir şey yoktur”,[1] başka bir deyişle, insanın yapıp ettikleri de doğaya ve yaşama dahildir.
Yeryüzünün tarih boyunca yaşadığı jeolojik dönüşümlere baktığımızda sanayi devriminden bugüne devam eden süreç İnsanlık Çağı, Antroposen olarak adlandırılıyor. Son iki yüz yıl içinde insanların yapıp ettikleri yeryüzünün jeolojik yapısını değiştirecek boyutlara ulaşmış durumda; insanlık tarihte hiç olmadığı kadar yeryüzünün dengesini zorluyor, kapitalizm fethedilmemiş hiçbir ücra bırakmıyor, bununla da yetinmeyerek sömürgeci keşifleri hatırlatırcasına uzaya yerleşme peşinde. Bu göz alıcı hudutsuzluğa ve kudrete rağmen insan, ölümü ve hastalıkları aşamıyor. Kimilerine göre devletleri ve dünyayı perdeler arkasında parmağının ucunda döndüren İlliminati’nin gediklisi Rockefeller ailesinin reisi David Rockefeller 100 yaşında, kendine koyduğu 200 yıl yaşama hedefinin daha ilk yılında organ yetmezliğine yenik düştü. Dünyayı hükmetmeye adaydı ama kendi bedenine söz geçirmeye kifayet edemedi. Aslına bakılırsa pek çok insanın en temel mülkü olarak gördüğü bedenlerimizin bile mutlak sahibi değiliz. Yapılan çalışmalar bedenimizi milyonlarca bakteri ile paylaştığımızı göstermektedir. Yani bedenlerimiz pek çok canlıyı barındırmakta ya da daha doğrusu, bütün ve tek parça olarak gördüğümüz vücutlarımız pek çok canlının varlığı ile hayat bulmakta. Öte yandan hepimiz doğumumuzdan itibaren belli bir vakte kadar birilerinin bakımına muhtaç olarak bugünlere ulaşabildik. Aslında beşikten mezara yaşadığımız hayatın devamlılığı ve yeniden üretimi için birbirimize bağımlıyız; ancak Federici’nin belirttiği üzere küreselleşme ve kapitalizm ile birlikte küresel düzeyde birbirimize bağımlılığımız giderek artmasına rağmen buna dair olan körlüğümüz de gittikçe derinleşti.[2] Peki, birbirimize olan bağımlılığımıza ve fani, kırılgan varlığımıza dair bu körlüğün sebepleri nedir? Bunun üzerine kafa yormak ibadet kapsamındaki tefekkür bahsine dahil edilebilir kanaatindeyim.
Bu bağlamda liberal paradigmanın ve içinde yaşadığımız tekno-kapitalist maddi düzenin dünyaya ve kendimize bakışımız, kavramlarımız ve eyleyiş biçimlerimiz üzerindeki hakimiyetini göz önünde bulundurmak gerekir. Liberalizmin temel saiklerinden biri C. B. Macpherson’un adlandırılmasıyla “sahiplenici-mülkiyetçi bireycilik”tir.[3] Bu anlayışa göre mülkiyet hakkı kutsal ve en temel haktır ve herkesin en temel mülkü kendi bedenidir. Pek çok mücadeleye sirayet etmiş olan liberal haklar siyaseti de temelde mülkiyet hakkına dayanmaktadır. Bedenimizin sahibi olmamız dolayısıyla başkasının bedenine dokunmadıktan yani başka mülkiyet alanlarına müdahil olmadıktan sonra bedenimiz üzerindeki tasarruf hakkımız kısıtlanamaz, örneğin bir dile sahip olduğumuz için konuşma özgürlüğümüzün kısıtlanması mülke tecavüzdür. Bedeni, sınırları olan şahsi bir mülk olarak görmek neoliberalizmin ve kapitalizmin pompaladığı kimseye muhtaç olmayan, kendine yeten, bağımsız ve özgür birey yanılsamasını ve arzusunu yükseltiyor. Hiç kimseye minnet duymamak bir erdem haline geliyor.
Bu özgür birey heyulası ve birbirimize karşı bağımlılığımıza ilişkin körleşmenin “mülkiyetçi bireycilik” ile kapitalizmin kesişimindeki bir diğer boyutu ise emek gücünün metaya dönüştürülmesidir. Kapitalizm ile birlikte “özgür” bireylerin emekleri, para ile mübadele edilen bir meta haline geldi. İnsanların hayatta ihtiyaç duyacakları neredeyse her tür nesnenin ve hizmetin satın alınabilir bir metaya dönüştüğü bir dünyada yaşıyoruz. Farklı türden insan emekleriyle ortaya konulan ürünler, para ile ölçülen soyut bir insan emeğinin karşılığı haline gelmekte ve böylece ürünler onları üreten insanlardan bağımsızlaşarak kendinde bir değere sahipmişçesine bir varlık kazanarak fetişleşmektedir. “Emek ürünlerinin etrafında bir sis tabakası yaratan büyü ve esrar”[4] dolayısıyla birileri için sahip olunabilir metaların başkalarının sömürülmesi ya da hayatları pahasına ortaya konulduğu görünmez hale gelir. Küreselleşme nesnelerin dolaşımını, insanların iletişim ve ulaşımı hızlandırırken üretim ve tüketim döngülerinin arasını açarak bu krizi derinleştiriyor. Ülkemizde 2000li yılların başında uluslararası markaların kumlanmış kotlarını satın alan birçok insan, bu metaların İstanbul’un merdiven altı atölyelerinde üretim biçimi dolayısıyla silikosiz hastalığına yakalanan işçilerin canları pahasına üretildiğinden bihaberdi.
Benzer bir sorunla, yaşamın şer’i kaidelere göre tasarrufundan çıkıp bir tüketici trendine dönüşen “helal gıda” anlayışlarında da karşılaşıyoruz. Yediğimiz çikolatanın içinde domuz yağı olup olmadığına bakarken, bu metanın kakao çekirdeğinin yetiştirilmesinden çikolatanın imaline kadar nasıl üretim ilişkilerinden geçtiği, önümüze kimlerin haklarının yenerek geldiği bir fıkıh problemi edilmez. İşin aslı meta fetişizmi ve bunu üreten kapitalizm sistematik düzeyde “kul hakkı” yaratmaktadır. Tabi bunun görünmez hale gelmesi sadece bir bilgi sorunu değil. “Para dolayısıyla eşit bir mübadele varmış gibi hissederiz. Para sömürü ilişkisini örtbas eder.”[5] Bu durum satın alabilme gücüne sahip olanların diğer insanlara olan bağımlılığını görünmez hale getirmekte, yaşamını idame ettirebilmek için emek gücünü satmak zorunda kalanlar karşısında sermayedarlara müstağni, bağımsız bir pozisyon sağlamaktadır. Buna karşın hayatın devamlılığını mümkün kılan ve gündelik hayatın döngüsünü sağlayan emeklerin birçoğu sanki kendiliğinden gerçekleşiyormuşçasına önemsizleştirilmekte ve bu emeklere karşı toplumsal bir kayıtsızlık sergilenmekte. Ancak pandemi döneminde de şahit olduğumuz üzere bazı işler var ki bir an dursalar hayatın felce uğraması an meselesi; her gün şehirleri temizleyen çöpçüler, siparişlerimizi teslim etmek için koşturan kargocular, gıda üretimi yapan çiftçiler, en temel insan ihtiyaçları için üretim yapan işçiler, sağlık çalışanları, evlerin içinde yeniden üretim emeğini, bakım hizmetini ortaya koyan kadınlar.[6] Hayatın esenliği ve kendini tekrar üretmesindeki bu en temel işlerin çoğu zaman varlıklarını ve kıymetlerini düşünmekten aciz kalıyoruz, tersine insanlığın ve yeryüzünün esenliğine dönük üretim yapmaktan, katkı sağlamaktan uzak David Graeber’in ifadesiyle “boktan işler”in ya da “tırışkadan işler”in el üstünde tutulduğu bir dünyada yaşıyoruz. Graeber şöyle demişti: “eğer nüfusun %1’i kullanılır varlıkların çoğunu kontrol ediyorsa, piyasa dediğimiz şey sadece onların önemli veya işe yarar bulduğu şeyleri yansıtır, başkalarınınkini değil”.[7]
Bugünlerde de ellerindeki sermaye ile yeryüzünü işgal etmiş ultra zengin sermayedarların uzay yolculuklarını izliyoruz. Kapitalizmin ağa babaları uzaya çıkma yarışı içinde, kapitalizmin yeryüzünde durmadan yeni felaketler yaratması sürdürülemez bir boyuta doğru giderken sömürünün devam edebilmesi için yeni mekanlar ve kaynaklar keşfetmenin peşindeler, tabi tek motivasyon bundan ibaret değil. Geçtiğimiz günlerde uzaya çıkan patronlardan biri, giderken kovboy şapkasıyla poz veren Jeff Bezos. Sahibi olduğu Amazon şirketinde kendisine servet kazandıran emekçileri insani çalışma koşullarına uymayan uzun çalışma saatleri ve düşük ücretler ile çalıştıran, işler yavaşlamasın diye en temel insani ihtiyaçları yok sayan, pandemi sürecinde insan sağlığını hiçe sayarak işçilerine zulmeden bir patron. Peki, bu durumun ana sebebi sadece kişinin para yığma arzusu ya da cimrilik olabilir mi? Emekçilerin ürettiği değere alabildiğine el koyan bu kişi eşinden boşanmak için yaklaşık 38 milyar doları gözden çıkarmaktan geri kalmıyor. Burada işaret etmek istediğim şu ki; kapitalizm bir istifçilik sorunu değil, sömürü temelli bir iktidar ilişkisidir. Bu bağlamda insanlık tarihi boyunca meselenin devamlılık gösteren boyutu bir kısım insanın diğer insanların üretim ve yeniden üretim emeklerini gasp ederek, onları zayıf bırakarak sanki kendinden bir üstünlüğe sahipmişçesine yeryüzünde ilahlığa kalkışma girişimidir. Sermaye sahipleri yarattıkları ayrıcalıklı haklar ve konumlar ile başka insanların emeklerine olan bağımlılıklarını görünmez hale getirerek kendi erişilemez pozisyonlarını tahkim ederler. Mısır’daki Firavunlar insanları ölümü pahasına çalıştırarak piramit inşa ettiriyordu, bugün bu ihtişama denk düşen ayrıcalık da yeryüzündeki fanilerin dertleri ile muhatap olmaktansa uzaya çıkıp insanlığı üstten seyretmek olsa gerek.
Her ne kadar kapitalist şirketlerin yeryüzünün esenliğini gözetmek ve birbirimize bağımlılığımız çerçevesinde insanca bir yaşamı umursamak gibi bir derdi olmasa da kendilerini “bakımla aklamak”tan[8] geri durmazlar. Toplumu umursadıkları yönünde pr çalışmaları ve sosyal sorumluluk projeleri ile boy gösterirler. Türkiye’de bunun en çarpıcı örneği modern tefecilik olan ve insanların boğazlarına kadar borçlanmasını mümkün kılarak gelecekleri üzerinde ipotek kuran bankaların hayır kurumu rolü yaptıkları reklam filmleridir. Bankalar kendilerini toplumu savunan, toplumsal bağları kuvvetlendirmek ve yeşertmek için çalışan, insanları gözeten, onları karşılıksız destekleyen kurumlar olarak sunmaktadırlar. En azından Akbank’ın 2001 yılındaki “Gerçek dostluk ömür boyu sürer”[9] reklam filminden beri bankalar “iyi duyguların” kaynağı, mutluluk yayan ve insanların hayatını abat eden iyilik elçileri olarak sunulmakta ve böylece toplumun ve insanların umursanmak, yardımlaşmak, gözetilmek yönündeki arzularını hikayelendirerek, fantaziler yaratmaktadırlar. Bu noktada şirketleri bir kenara koyalım ve dünyanın her yerinde insanların vatandaşlık bağı ile bağlı olduğu, kağıt üstünde vatandaşlarının yaşamını korumayı ve yüceltmeyi hedefleyen devletlere bakalım ne görüyoruz?
Devlet mekanizmalarının ve bu mekanizmaları yöneten siyasi ve ekonomik elitlerin toplumun bütününün esenliğini gözetmedeki acziyetini ve umursamazlığını görmek için dünyanın gıpta ile bakılan en “gelişmiş” ve “ileri” devletlerinin “doğal afetler” karşısındaki durumuna bakalım. Daha geçtiğimiz günlerde Almanya’da yaşanan sel felaketinde 160’ın üstünde insan can verdi ve hala sel sırasında kaybolan pek çok kişinin aramaları devam ediyor. Kanada’da ise son bir ay içinde sıcak havalardan dolayı sekiz yüzden fazla insan vefat etti ve yüzbinlerce deniz canlısı öldü. Bu faciaları “doğal afet” olarak adlandırmak bu olayların ortaya çıkışlarındaki ve yarattığı etkilerdeki politik, ekonomik, çevresel ve toplumsal boyutları görünmez hale getiriyor. Açıkça görüldüğü üzere yaşam kalitesi anketlerinde dünya sıralamasının en üstlerinde yer alan, teknoloji konusunda dünyaya öncülük yapma iddiasındaki devletler yaşanan bu felaketler karşısında kendi vatandaşlarının hayatını korumaktan aciz ya da böyle bir dertleri yok. Daha doğrusu bu felaketlerin bu şekilde cereyan etmesinin müsebbibi hakim kapitalist sistem ve ona uyumlu şekilde sürekli büyüme hedefli yol alan devletlerin politikalarıdır. Kapitalist ve büyüme odaklı sistemler sürekli olarak kar odaklı çalışmakta, üretimi ve tüketimi alabildiğine arttırmak temelinde ilerlemektedir; metalaşmaya hizmet etmeyen, büyümeyi geciktirecek ya da engelleyecek durumlarda toplumu ve yeryüzünü gözetecek çabaları geri plana atarlar. Kanada’daki sıcaklık sorununu irdelediğimizde ısı kubbesi ya da ısı adası etkisi kavramıyla karşılaşıyoruz. Buradaki mesele bugün şehirlerimizi ve dünyamızı yapılandıran ana malzemeler olan beton, asfalt ve karbon salınımı gibi durumların toprak ve bitkilerin aksine güneşten gelen ısıyı tutarak sera etkisi yaratmasıdır. Adeta Rûm suresi 41. ayeti yaşıyoruz; “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu”.
Ancak bu anlatı “hepimiz aynı gemideyiz” yanılsamasına yol açmamalı. Ekolojik felaketlerin yol açtığı sonuçlar genellikle ekonomik ve politik eşitsizlikleri derinleştiren bir yönde ilerliyor. Ulus-devlet sınırları içinde yoksulların, işçi sınıfının, madunların yaşadıkları bölgeler bu felaketlerden daha çok etkileniyor, çünkü bu felaketleri tetikleyecek kirliliği yaratan faaliyetler, zenginlerin yaşadığı bölgelerin dışına sürülerek, buralarda konumlanmış ve altyapı yatırımları da o düzeyde es geçilmiştir. Aynı zamanda felaketler sonrasında, egemenler için demografik ve mekansal olarak yeni yapılaşma fırsatları oluşur ve eşitsizlikler daha da derinleşir. Neil Smith 2005 yılında Katrina Kasırgası ile Amerika’da bu sürecin nasıl cereyan ettiğini çok sarih bir biçimde anlatır.[10] Ölçeği büyüttüğümüzde aynı durumun bir benzerini uluslararası boyutta görmekteyiz. Ekonomik yetersizlikler içinde olan ülkeler yaşanan felaketler karşısında çok daha kırılgan olmakla birlikte, ucuz iş gücü ve vahşi kapitalizme açık koşullar dolayısıyla “gelişmiş” ülkeler kendi sterilliklerini bu ülkeleri kaynaklarını ve emek gücünü sömürerek ya da çöplük olarak kullanarak sağlarlar. Türkiye’nin dünyanın farklı yerlerinden plastik çöpü ithal etmesi bu minvalde düşünülebilir.
Ekonomik eşitsizlikler bağlamında ise dünyanın en büyük ekonomisine sahip ülkelerinde de toplumun alt kesimlerinin devletler tarafından umursanmadığı, gözetilmediği yakıcı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. 2021 yılı itibariyle Amerika’da ekonomik yetersizlikleri dolayısıyla sokağa düşmüş, evsiz kalmış insan sayısı 500 binin üzerinde ve asgari ücretle çalışan bir işçinin ülkenin çoğu yerinde tek yatak odalı bir ev kiralayabilmesi için en az maaşının yarısını ev kirasına vermesi gerekiyor.[11] İngiltere’de ise kira verecek durumu olmayan pek çok kadın, ev sahiplerinin fuhuş karşılığında konaklama sağlaması gibi rezil tekliflerle yüzleşmek zorunda kalıyor.[12] İngiltere’de devlet ve bürokrasinin emekçi sınıfı ve madunları nasıl daha da dibe çektiği ve bu hayatı bir işkencehaneye dönüştürdüğü, Ken Loach’un sigorta sisteminin müşteri hizmetleri ve çağrı merkezleri arasında aklını yitirme raddesine gelen bir işçinin hikayesini anlattığı “I, Daniel Blake” filminde çok gerçekçi ve tahammülfersa bir duyguyla tasvir edilmektedir.
Tablonun karanlığı bizleri çıkışsızlığa sevk etmesin. Bundan kurtuluşun yolu, bu düzenin ilişki ve üretim biçimlerinden sıyrılmaktan geçiyor. Yani büyüme odaklı devlet mekanizmalarının ve kapitalist piyasa ilişkilerinin karşısında antikapitalist müşterek toplumsal ilişkiler kurmalıyız. Karşılıklı olarak birbirimize bağımlı olduğumuzu, kırılganlığımızı ve acziyetimizi görünmez hale getiren, bakım emeğini değersizleştiren mülkiyetçi bireyciliğimiz ve tekno-kapitalizm ile hesaplaşarak, bakım odaklı, birbirimizi gözeten ve yeryüzü ile insan yaşamını hep birlikte gözettiğimiz, toplumsal ilişkileri kurmalıyız. Butler ve Athanasiou “mülkiyetçi bireycilik”e bir itiraz olarak “mülksüzleşmeyi” önermektedir; “egemen benliğin malikiyetinden feragat anlamında mülksüzleşme”, benlik dediğimiz şeyin toplumsal olarak üretildiği, karşılıklı bağımlılıklar içindeki varlıklar olduğumuzun idrakine varmak.[13]
Bir sonraki yazıda İngiltere merkezli Bakım Kolektifi’nin manifestosundan ilham alarak birbirimizi gözettiğimiz bir bakım toplumunun nasıl mümkün olabileceği, bunun nasıl bir alternatif yaratabileceği, içinde bulunduğumuz kapitalist ekonomide ve oligarşik devlet egemenlikleri altında bakım odaklı ilişkiler ve müşterekler inşa etmenin gerilimleri ve olası sorunlarına değinerek, müteşekkir varoluş bilinci[14] içinde diğerkâmlığı şiar edinmiş bir ulus tahayyül etmenin yollarını arayacağım.
* Yazıya katkıları dolayısıyla değerli dostlarım Yunus Babacan, Mustafa Emin Büyükcoşkun, İlker Cörüt ve Uğur Altun’a müteşekkirim.
[1] David Harvey, Justice, Nature, and the Geography of Difference, (Cambridge, MA: Blackwell, 1996).
[2] https://tr.boell.org/tr/2014/11/19/feminizm-ve-musterekler-politikasi.
[3] C. B. Macpherson, The Political Theory of Possessive Individualism: From Hobbes to Locke, (Oxford University Press, 1962).
[4] Karl Marx, Metanın Fetiş Karakteri ve Bunun Sırrı, Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi Cilt 1 içinde, (Yordam Kitap, 2011, çev. Mehmet Selik ve Nail Satılgan).
[5] Neoliberalizm ve Refah: Susanne Soederberg ile Söyleşi, 2021. https://textumdergi.net/neoliberalizm-ve-refah-susanne-soederberg-ile-soylesi/.
[6] Buradaki ifadem ile eviçi emeği kadınlığın “doğal” bir parçası ya da kadınlara ait bir görev olarak görmediğimi belirtmek isterim. Yeniden üretim emeğinin ve ev içi emeğin bugüne kadar çoğunlukla kadınlar tarafından yerine getirildiğine dair tarihsel bir tespite dayanıyorum, öte yandan yukarıda referans verdiğim Federici makalesindeki düşünceleri takip ederek siyasi aktivizm ile gündelik hayatın yeniden üretimi arasındaki sınırların ortadan kaldırılarak bakım emeğinin kolektifleştirilmesinde ve müştereklerin inşasında tarihsel konumları gereği kadınların potansiyel öncü rolüne işaret etmek isterim. Bir sonraki yazımda bu konuya farklı boyutlarıyla değinmeye çalışacağım.
[7] https://vesaire.org/boktan-isler-fenomeni-uzerine/. David Graeber, Tırışkadan İşler, (Everest Yayınları, 2021, çev. Burak Esen).
[8] Bu kavramı bir sonraki yazımda daha geniş şekilde yer vereceğim “Bakım Manifestosu: Karşılıklı Bağımlılık Politikası” (Dipnot Yayınları, 2021, çev. Gülnur Acar Savran) isimli kitaptan alarak kullanıyorum.
[9] https://www.izlesene.com/video/akbank-gercek-dostluk-omur-boyu-surer/8408799.
[10] N. Smith (2006). “There’s No Such Thing as a Natural Disaster”. https://items.ssrc.org/understanding-katrina/theres-no-such-thing-as-a-natural-disaster/.
[11]https://edition.cnn.com/2021/07/15/homes/rent-affordability-minimum-wage/index.html. https://www.npr.org/2021/03/18/978244891/hud-growth-of-homelessness-during-2020-was-devastating-even-before-the-pandemic.
[12] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-43242346.
[13] Judith Butler ve Athena Athanasiou, Mülksüzleşme: Siyasaldaki Performatif, (Metis Yayınları, 2017, çev. Başak Ertür).
[14] Bu kavramsallaştırmada temel referans noktam “müteşekkir varoluş bilinci”ni bir mücadele bilinci olarak konumlandıran Yurtseverce Sözümüz metnidir. https://yurtseverce.com/yurtseverce-sozumuz/.