Metin Karabaşoğlu
Mustafa Oral’ın kaleminden Metin Karabaşoğlu;
Metin Karabaşoğlu Köprü, Karakalem ve Zafer dergileri ile, İz Yayıncılıkta editörlükte bulunmuş. Uzun bir süre Yeni Asya gazetesinde köşe yazarlığı yapmış. 2001- 2002 akademik yılında Hartford Seminary’in davetlisi olarak “misafir ilim adamı” statüsüyle ABD’de bulunmuş. Halen kurucusu olduğu Karakalem yayınlarının editörlüğünü yapıyor. Yazar İbrahim M. Abu Rabi’nin editörlüğünde hazırlanan “İslam on the Crossroads: On the Life and Thought of Bediüzzaman Said Nursi” adlı İngilizce eserin de yazarları arasında. Karabaşoğlu, Blais Pascal’ın “Düşünceler”ini Türkçe’ye çevirmiş, mütercimleri arasında yer aldığı Marshall G.S. Hodgson’ın üç ciltlik The Venture Of İslam’ını Türkçe yayına hazırlamış. ayrıca M.Asım Köksal’ın sekiz ciltlik “Hz. Muhammed ve İslamiyet” adlı eseri dahil ikiyüz civarında kitabın yayınına editör olarak katkı sağlamış.
Karabaşoğlu bir kısmı Kur’an, Hadis ve Risale Okumaları şeklinde bir dizi olmak üzere on altı kitabı ile özelde Risale camiası içinde, genelde de Türkiye entelektüel hayatında dikkat çeken bir isim. Risale’ye getirdiği özgün bakış açısı Risale metnine ciddiyetle yönelen okur ve yazarlar için ufuk açıcı oldu.
Karabaşoğlu Risale’nin Kur’an, Rasülallah ve sahabe ile ilişkisini gerçekçi bir şekilde hatırlatıp, Said Nursi-Risale-Nur Talebeleri üçgenindeki gibi bir durumu, Kur’an-Rasülallah-Sahabe-Risale dörtgenine taşınmasına vesile oldu. Said Nursi-Risale-Nur Talebeleri üçgeninde Nur Talebeleri lehine değişen algı dengesini, eski haline yani Risale lehine dönüştürülmesine büyük katkı sağladı. Böylece Nur talebeleri ile Said Nursi arasındaki kan dolaşımının daha sağlıklı işlemesi imkanı doğdu. Risale-i Nur hareketinin ilk elden nakli, rivayeti ve vaazi (kelami) bir hal arz etmediğini, bilakis akli, dirayeti ve kalemi bir hal arz ettiğini ilk gösteren kalem ehlinden birisi oldu. Best-seller kitaplar yayınlayan Nur Talebeleri dışında, gerçekten de İslam tefekkür ve birikimini çok iyi kavramış ve bunu eserlerinde dillendirilmiş Nur talebelerinin de bulunduğunu gösterdi. Özelde Said Nursi, Risale ve Nur Talebeleri konusunda, genelde de hayatın geniş dairesinde takliden kabul görmüş ezberleri bozdu ve olaylara tahkiki bir gözle bakmaya vasıta oldu.
Karabaşoğlu daha önce yayımladığı üç kitaplık “Kur’an Okumaları” serisi ile okuyucusu için Kur’an’la Risale arasında bir köprü olurken, “Hadis Okumaları” kitabı ile de Rasulullah ile Risale arasında köprü oldu. Yine üç kitaplık “Risale Okumaları” serisi ile Risale’ye yeni bir okuma biçimi getirdi. “Tehlikeli Denemeler” ve “Saidleri Ararken” isimli kitaplarıyla Risale’nin köklerine ve temel unsurlarına yönelinmesine vesile oldu. Bütün bu kitaplarında hemen her seferinde ezberleri bozdu. Algıları değiştirdi. Okurunu teyakkuz ve tefekküre sevk etti.
Karabaşoğlu’nun bir süre önce yayımlanan kitabı “asl-ı saadet” de yukarıda belirtmeye çalıştığım hususlara benzer bir ezber bozma vazifesi görüyor. Kitabın başlığını gördüğünüzde, siz de bu başlığı ilk elden “asl-ı saadet” yerine “ asr-ı saadet” olarak okumuş olmalısınız. Düzeltelim: Asl-ı Saadet.
Yazar bu kitabıyla, okurunu hayalen Asr-ı Saadete, Ceziretü’l Araba götürüyor. Oradaki hadis ve hadiselerde Sahabelerin hissini ve hissesini nazarlara sunuyor. Asr-ı Saadetteki saadetin aslını ve asıllarını anlatıyor. Sahabelerin en güzel şekilde nasıl anlaşılabileceğini ve onlar gibi nasıl yaşanabileceğini misalleri ile açıklıyor. Peygamberimizin ve onun etrafında cennetmisal bir hayat yaşayan sahabelerin ibretli, hikmetli hayatlarından kesitler sunuyor.
Kitap vesilesiyle, bir asrı saadet Müslüman’ı olarak nitelenen Said Nursi’nin hangi sahabeden hangi dersleri alıp, hangisini, hangi halleri ile rehber alarak Risale-i Nur gibi bir eser, Nur Talebeleri gibi bir nesil ortaya koyduğu daha iyi anlaşılıyor.
“asl-ı saadet” okuruna, sahabelerin bu asırda manevi misali ve timsali olması gerektiğini hatırlatıyor. “Sahabelerim yıldızlar gibidirler. Hangisine uyarsanız, yolunuzu bulursunuz.” şeklindeki hadis-i şerifin altını çiziyor, okuruna “Sizin yıldızın kim?” diye soruyor.
Bu kitapla, gerçekten de Resulallah’ın her sahabesinin bir yıldız gibi olduğu daha iyi anlaşılıyor. Her çağda, herkese yol gösterecek ışığı ve feri üzerlerinde taşıdıkları görülüyor. Hz. Ebubekir’deki vahye dayanan bir peygambere duyulan sadakatin ifadesi olan sıdk ile teçhiz edilmenin önemi vurgulanarak, kişi merkezli bir sadakat anlayışına sahip olunduğu takdirde fanatikleşilebileceği uyarısı yapılıyor. Hz. Ömer’deki hakikat, adalet ve samimiyet duygusuyla pekişen Faruk sıfatıyla, Furkan olan Kur’an’a nasıl yönelindiğinde hidayete, dolayısıyla da Muhammed Mustafa’ya ulaşabileceği anlaşılıyor. Hz. Osman’daki hayanın ve hilmin birçok ilim ve amelden daha fazla terakkiye medar olduğunu görüp, aslolanın aktivizm değil de, yerinde ve zamanındaki haya ve hilmin olduğunun farkına varılıyor. Hz. Ali’deki ilmin nasıl bir sülaleyi velilerin sultanı ettiği anlaşılıyor.
Bir hal vardır ki, durumdan öte bir anlam taşımaz. Bir durum vardır ki olaydan öte bir mana taşımaz. Ama bir hal vardır ki, o halin içine hakiki bir kul girer de, o hal bir durumu ifade eder, o durum da bir olayı hatırlatır. O olay da olay olmaktan çıkar, bir olguya dönüşür. O olgu da binlerce hakikate pencere olur. Kulluğun kemalinde olan dört halife olayları olgulara dönüştürüp, çağları aşan bir mesajın makamı olurken, Resulallah’ın her biri birer yıldız olan diğer sahabeleri de benzer bir mesajın menzili olmuşlardır. Karabaşoğlu’nun kitabında olayları olgulara dönüştüren bu isimlere de rastlıyoruz. Asr-ı saadette onların her birinin bir yeri ve zamanı vardı. Onlardan biri Talk b. Ali’ydi. O Resulallah’ın duasıyla elinde sanata dönüşen çamur işçiliğiyle mimarların üstadı olmuştu. Bir diğeri Nuaym, sayıca Müslümanlardan kat kat fazla olan düşmanları birbirine düşürerek, Müslümanların savaşı kazanmalarına vesile olmuş ve aritmetiğin her şey olmadığını ispat etmişti. Efendisi Ümeyye’nin bütün baskılarına rağmen “Ehad! Ehad!” diye Rabbini anmakta sebat gösteren Bilal, bize bu çağda Ümeyyelere karşı nasıl mücadele edebileceğimizi gösteriyor. Zeyd b. Sabit de bize bir çok ikinciliğin birincilikten daha iyi olabileceği mesajını veriyor.
Karabaşoğlu bu kitabıyla bir boşluğu dolduruyor. Risale’den beslenen bir yazarın muhakeme, tefekkür ve teyakkuzunun ip uçlarını veriyor. Okuyucuya düşen de bu izleği takip etmek….
Metin Karabaşoğlu’nun Yayınlanmış Diğer Kitapları:
- Kur’an Okumaları – birinci kitap (Karakalem 1996, yedinci baskı 2005)
- Kur’an Okumaları – ikinci kitap (Karakalem 2000, dördüncü baskı 2005)
- Kur’an Okumaları – üçüncü kitap (Karakalem 2003, üçüncü baskı 2005)
- O’na Doğru:Esma-i Hüsna Yazıları (Karakalem 1992, altıncı baskı 2004)
- Kertenkele Çukuru-milliyetçilik, dünyevileşme, kemalizm (Karakalem 1992, üçüncü baskı 1998)
- Bilimin Öteki Yüzü (Y.B.Mermer ve S. Demirci ile birlikte) (İz 1991, dördüncü baskı Karakalem 2005)
- Küçük Şeyler (Karakalem 1997, beşinci baskı 2005)
- Camide Dans Var (Karakalem 1995, beşinci baskı 2005)
- Risale Okumaları – birinci kitap (Zafer 1998, yedinci baskı, Karakalem 2005)
- Risale Okumaları – ikinci kitap (Zafer 2002, üçüncü baskı, Karakalem 2006)
- Risale Okumaları – üçüncü kitap (Zafer 2003, üçüncü baskı, Karakalem 2006)
- Gece Yürüyüşü (Karakalem 1998, üçüncü baskı 2001)
- Peygamberin Kardeşleri (Karakalem 2002, üçüncü baskı 2005)
- Düşünceler (Karakalem 2003)
- Tehlikeli Denemeler (Karakalem 2004)
- Said’leri Ararken (Karakalem 2004, ikinci baskı 2004)
Karakalem.net sitesinde Metin Karabaşoğlu ile yapılan bir röportaj
Tasavvuf araştırmacısı Mustafa Kara Bey, bir mülakatında, zaman ve şartlar gereği Bediüzzaman’ın hareketine bir tarikat ismini vermediğini, eğer zaman ve şartlar müsait olsaydı Risale-i Nur hareketinin “Nursiyye tarikatı” gibi bir isimle bir tasavvuf ekolü olabileceğini söylemektedir.(Altınoluk Dergisi-Sayı:182) Bu görüşe katılıyor musunuz?
Bu görüşe katılmıyorum. Bediüzzaman hayatında gördüğümüz üzere, net bir insan. Fikirlerini açıklıkla ifade edebilmiş bir insan. Fikirlerinden dolayı bir bedel ödemesi gerekiyorsa, bu bedeli ödemeyi göze alabilmiş bir insan. Bunu gerek Eski Said döneminde, gerek Yeni Said döneminde görebiliyoruz.
Daha çocukluğundan itibaren, fikrini saklamadığını, net bir şekilde ifade edebildiğini, kesinlikle o noktada hesaba kitaba girmediğini, bir şeyin doğru olduğuna inanıyorsa bunu ifade etmekten çekinmediğini görüyoruz. Bundan dolayı, talebelik döneminde bulunduğu medreselerde hem diğer talebelerle, hem de o medresenin hocalarıyla—ki bunlar içinde bölgede çok büyük isme sahip âlimler de var—cedelleşmekten çekinmemiş ve bunun bedelini ödeyebilmiş.
İşte, Bitlis valisi ile olan muhaveresini biliyoruz. Sonrasında, Van’da, Tahir Paşa ile alakası olan ve ilk başta çok basit gibi görülen, yazın Başit dağında buz olur mu olmaz mı, Başit başı buz tutar mı tutmaz mı gibi meselelerde görüyoruz. Bediüzzaman’ın böyle bir meselede bile nasıl görüyor ve inanıyorsa onu takip ettiğini, kanaatini ve bilgisini saklamadığını görüyoruz.
Sonrasında, onu tımarhaneye düşürten, idam talebiyle yargılanmak üzere 31 Mart sonrası divan-ı harbe, yani sıkıyönetim mahkemesine düşüren sebepleri biliyoruz, gene aynı şey.
Yeni Said dönemindeki hayatı da ortada. 1922-23’te taltiflerle çağrıldığı Ankara’da Mustafa Kemal’le yaptığı konuşma, orada taşıdığı üslup ortada. Bütün bunlara bakarsak, “Aslında bir tarikat tasarlıyordu” veya “Çizgisi bir tarikat çizgisiydi. Fakat baktı ki zaman, zemin ve şartlar buna müsait değil, buna tarikat ismini vermemeyi uygun gördü” şeklinde yaklaşımı ben en başta Bediüzzaman’ın kişiliği ile bağdaştıramamam. Bunu en başta Bediüzzaman’ın kişiliğini doğru anlayamamaktan kaynaklanan bir yorum olarak değerlendiririm.
İşin daha kitabi ve daha entelektüel boyutuna girmeden, bir kere kişilik düzleminde Bediüzzaman’ı doğru okuyabilmişsek, Mustafa Kara beyin söylediği şeyi söyleyemeyiz diye düşünüyorum.
Kaldı ki, bundan öte noktaya gelirsek, Bediüzzaman’ın eserlerinin sırasını başta sona ciddi takip edersek, daha Münazarat ve Muhakemat’tan başlayarak Bediüzzaman’ın nasıl bir çaba içerisinde olduğunu; gerek zihinsel olarak, gerekse aksiyon ve eylem planında neyin peşinde olduğunu, neyi nasıl yapmak istediğini irdelediğimizde de, Bediüzzaman’a tasavvuf çizgisi içerisinde bir yol, bir iz bulmaya çalışan bir kişi tanımını vermek, onu bu şekilde tanımlamak mümkün gözükmüyor.
En başta, onun bu noktada çok net ifadeleri var. Bir dönem öyle bir arayışının olduğunu söylüyor. O da nedir? Eski Said döneminden Yeni Said’e evrilirken birkaç yıldan bile daha kısa bir süreçte böyle bir şey yaşamış, bunu kendisi ifade ediyor.
Eski Said’e baktığımızda, aklın çok daha belirleyici olarak öne çıktığı, modern bilimlerin ve Batı düşüncesinin biraz daha önemsendiği bir entelektüel dönem yaşamış Bediüzzaman. Sonrasında buna dair sorgulamalar yaşadığını düşünüyorum. Tabii bunun sebeplerini, arka planını anlamamız mümkün; orayı geçiyorum. O zamanın bütün İslam âlimleri de benzer bir süreci yaşamışlar.
Son derece anlaşılır bu süreci Bediüzzaman aşıyor. Bunu Mesnevi-yi Nuriye’nin başına yazdığı ifadelerden de görüyoruz. Mektubat’taki ifadelerinden de görüyoruz. Veya bana göre Risaleler içerisinde belki en otobiyografik nitelik taşıyan 26. Lem’a’daki ifadelerinde görüyoruz.
Yani, Bediüzzaman bu yolun isabetli bir yol olmadığı kanaatine ulaşıyor ve yeni bir yol arayışına giriyor.
Batı felsefesinin bazı yaklaşımları, çizgileri, metotları “modern bilim” şeklinde takdim ediliyordu. İslam dünyasının geri kalmışlığı ve bunda bilim noktasında geri kalmışlığın öncelikli bir yer tutması sebebiyle, Batı bilimi ve Batı felsefesi karşısında yeterli ayırım yapamamasından veya bu ikisi arasındaki ilişkiyi yeterince iyi fark edememesinden kaynaklanan, Eski Said döneminde bir Batı bilimi ile İslam’ı bağdaştırma çabası var.
Bu ilişkiyi fark ettikten sonra, gerek Batılı bilim felsefesi, gerekse akılcı eğilime karşı nasıl bir yol arayışı içerisine girdiğini anlatırken, aklın çok öne çıktığı, kalbin zayıf kaldığı, bunun ise en başta enfüsi bir beslenmenin önüne geçtiği ve insanın bir mü’min olarak Kur’an’la temasını olması gereken yerden geride tuttuğu kanaati kendisinde hâsıl oluyor ve “Geçmiş dönemlerdeki mutasavvıfların tuttuğu gibi bir yolda mı gitmeliyim?” sorusunu kendi kendine soruyor ve fakat yine kendi ifadelerine bakıyoruz, sonrasında şu sonuca ulaşıyor; “benim o yolda gitmem mümkün değil.”
Çünkü bir kere akıl işlettirilmiş durumda. Aklın önünde sorular var. Bu soruları atlayarak ve unutarak geçmek mümkün değil. Bu anlamda, sadece kendisi ile ilgili değil, kendi kişisel sürecini işin başında, merkezinde tutarak, aslında modern zamanların içerisinde yaşayan her mü’min için ulaştığı bir yargı var. Modern bilimin, modern düşüncenin sadece içinden çıktığı coğrafyada değil, bir bütün olarak yerkürede bu kadar belirleyici, bu kadar etkili olduğu bir zeminde ve onun getirdiği soruların, şüphelerin bu kadar ortada ve bu kadar güçlü bir şekilde kendisini ifade ediyor olduğu bir durumda, tasavvuf çizgisinin mü’minleri izole olmadan, marjinalize olmadan, her zaman ve zeminde imanı yaşayabilir ve ifade edebilir bir durumda tutması pek mümkün değil. Yani, o şekilde yaşanabilir; ama bunun çok ciddi bedelleri olacaktır.
Burada yeni bir yol bulunması gerekiyor. Bu süreci yaşadığını ifade ediyor. Bunu nasıl görebiliyoruz? Mesela, Münazarat’ta bunun izlerini görebiliyoruz. Mektep, medrese, tekke… Bunların beraberliği lazım diyor.
Mesnevi-yi Nuriye’nin başındaki ifadede de akıl ve kalp ittifakından bahsediyor. Bilimci yaklaşımı veya Batı düşüncesini merkeze alan yaklaşımı akılcılık olarak, tasavvuf çizgisini de—tabiri yerinde ise—kalpçilik olarak tanımlıyor ki, ikisinin de insanı zülcaneheyn kılmadığı, ikisinin de insanı bir kanadı eksik bıraktığı kanaatinde. Akıl-kalp imtizacı, akıl-kalp ittifakından bahsediyor… Bunu risalelerde, kendi hayat sürecine dair ifadelerde net bir şekilde görmemiz mümkün.
Özetle, Bediüzzaman’ın ifadelerini topladığımızda, Bediüzzaman Risale-i Nur çizgisini tasavvuf içerisinde yeni bir yol olarak tasarlamamış, kurmamıştır. Bunu net bir biçimde söyleyebiliriz.
Bediüzzaman, Telvihat-ı Tis’a’da gördüğümüz gibi, tasavvuf çizgisini elbette Allah’ın rızası yolunda, O’nun dinine hizmet eden, insanın yaratılış amacına uygun olarak yaşaması yolunda bir işlev gören, bir hizmeti olan bir yol olarak görmekle birlikte, bu yolun genel olarak bütün çağlar açısından, özellikle de şu zaman itibarıyla biraz eksik veya sonuç alma şansının biraz daha zayıf olduğu kanaatinde…
Burada da akla Mesnevi-yi Nuriye’deki bir ifadesi geliyor ki, yine iki tarafı da eleştirebilir bir ifade olarak ben çok önemsiyorum, kritik nota olarak özellikle o noktayı görüyorum. Yanılmıyorsam “Onuncu Risale”de olsa gerek, şöyle bir ifade kullanır Bediüzzaman: “Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’an’dan, hakikat-ı tarikatı—tarikatsız—feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum” der ve sonra bir sonuç cümlesi ile bağlar; “Seri-üs seyr olan bu zamanın evlâdına, böyle kısa ve selâmet bir tariki ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şanındandır.”
Buradan da görüyoruz ki, Bediüzzaman zülcaheyn olma çabası içerisinde. Burada akılcı bir çizgiyi de yetersiz görüyor, kalpçi bir çizgiyi de yetersiz görüyor. Salt düşünsel, entelektüel bir İslami faaliyeti—özellikle medrese geleneğini—bu anlamda eksik gördüğü gibi, sadece kalp ve nefs terbiyesi üzerine odaklanan, aklı istimal olunacak bir alet olmaktan öte, biraz “kaçınılacak” bir şey olarak gören, kâinatı da şeffaflaştırılıp tefekkür edilecek, Cenab-ı Hakk’ın izini, eserini gösteren, esma ve sıfatlarını gösteren bir ayna olmaktan ziyade sırt dönülecek bir şey olarak gören tasavvuf çizgisini de eksik ve yetersiz buluyor.
Burada ben, Bediüzzaman’ın büyük bir iddiaya sahip olduğunu düşünüyorum. Yani Risale-i Nur ile akıl ve kalp arasındaki bin yıllık bir bölünmeyi, medrese ile tekye arasındaki, kâinat ile Kur’an arasındaki bölünmeyi tamir ettiği ve esasen Resulullah’ın (SAV) bize vedia, miras, emanet bıraktığı yolda beraberce varolan bu iki kanadı Risale-i Nur ile yeniden birleştirdiği ve yeni bir yol sunduğu kanaatindeyim.
Risale-i Nur’a bakarak, baştan sona bir irdeleyerek, ne yapmak istiyor, neyi nasıl yapıyor, neyi ne şekilde ifade ediyor, bütün bunlara bakarak, Mustafa Kara’nın sonucuna ulaşmak mümkün değil…
Veya bazılarının anladığı gibi “tarik-i aczimendi” ifadesinden bir tarikat kurduğu anlaşılamayacağı gibi…
Evet..Bediüzzaman’da aslında şunu görürüz—ben üzerinde çalışılabilse diye de çok arzu ederim—Bediüzzaman’ın ilk başta kendini çok ifşa etmeyen, ama Bediüzzaman gibi zekalara da son derece yakışan, belli bahislere has ironik bir söylemi de vardır; bu aczimendi ifadesi gibi. Bu söylemden bir tarikat tanımı çıkarmak mümkün değil. Bilakis burada tatlı bir muhalefet var, tabiri yerindeyse…
İsmail Kara bey bir yazısında Bediüzzaman’dan bahisle şöyle diyor: “Bel bağlanılacak, tartışılacak, tenkit edilecek, yer yer reddedilecek fikirleri vardır ve böyle olması tabiidir” diyor.(Şeyh Efendi’nin Rüyasındaki Türkiye-İsmail Kara) Bu konuda siz neler söylersiniz?
Bu cümleye teknik olara itiraz etmemiz mümkün değil. Bu bütün İslam âlimleri ve tüm insanlar için geçerlidir. Peygamberler ve başta bizim Peygamberimiz (ASM) hariç; ki bu husus Kur’an’la sabittir.
Bediüzzaman bir beşerdir. Beşer olarak elbette onun hayat tecrübelerinden, onun sözlerinden bağlanılacak dersler çıkarılabilir, tenkit edilebilecek, tartışılabilecek şeyler görülebilir. Buna, bizim gibi Risale-i Nur okuyanların açık olması gerekiyor. Burada ben, ehl-i Risale’nin Bediüzzaman’a ziyade muhabbetten dolayı böyle cümlelere yeteri kadar müsamaha gösteremediği kanaatindeyim.
Bu noktada Bediüzzaman’ın kendi ifadeleri var: “Üstadınız lâyuhtî değil. Onu hatasız zannetmek hatadır.” Veya Eski Said gibi bir hayat yaşamıştır ki, Bediüzzaman unvanını Eski Said döneminde almıştır. Böyle bir hayatı bir kenara bırakıp, Yeni Said hayatı kurmuştur kendisi…
Burada Bediüzzaman’ın kendisini mutlak bağlayıcı bir insan yerine koymadığını ve hayatını apaçık ortaya koyduğunu görebiliyoruz.
Yine, Münazarat’taki ifadelerini hatırlayalım: “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.”
Bediüzzaman’ın eleştirel düşünceyi teşvik eden, yani tahkikli bir tutum almaya teşvik eden ifadeleridir bunlar. Dolayısıyla İsmail Kara’nın böyle bir cümle kullanmaya elbette hakkı vardır. Ve böyle bir cümle kullandığından dolayı da İsmail Kara’ya bizim “Niye böyle bir cümle kullanıyorsun? Ne demek tartışılsın? Ne demek eleştirilsin?” diyerek hesap sorucu bir tutumla yaklaşmaya hakkımız yoktur.
Ama şunu demeye hakkımız vardır: “Tamam, bu teknik olarak doğru bir cümle. Fakat açar mısın? Size göre bağlanılacak tarafı nedir? Tartışılacak tarafı nedir? Tenkit edilecek tarafı nedir? Reddedilecek tarafı nedir? Tartışılacak şeyler nedir, ortaya koyun, tartışalım. Tenkit ettiğiniz şeyler nedir, buyurun ifade edin, gönül rahatlılığı ile ifade edin. Biz de bakalım, tenkitte haklı mısınız, yoksa fiziki bir nüfuz problemi mi, bir bakış, bir yorum hatasından mı kaynaklanıyor, beraberce bakalım. Tenkidiniz doğruysa, göz baş üstüne. Değilse, siz de karşı tenkide açık olun, hazır olun. Reddedilecek şeyler nedir, buyurun ortaya koyun. Hakikaten reddedilecek şeyler ise, beraber reddedelim. Aslında ortada reddedilecek bir şey yok da, bir bakış, bir algı hatası veya bir bilgi eksikliği, bütün olarak kuşatamama, her ne ise varsa, burada da sizden bir açıklık ve anlayış bekleriz.”
Yani, böyle bir yaklaşıma sahip olmamız gerekir. Ki ben kendi kısmi tetebbuatım itibarıyla şunu biliyorum: İsmail Kara’nın İslamcılık Cereyanı adlı kitabında Bediüzzaman’a eleştiri olarak getirdiği belli şeyler var. Çok rahatlıkla, bunların Bediüzzaman’ı bir bütün olarak kavrayamamaktan; dahası, biraz ağır bir ifade olacak ama, bir bütün olarak kavramaya çok da arzulu, çok da niyetli olmamaktan kaynaklandığı kanaatindeyim.
Bir örneği hemen söyleyebilirim. Mesela İsmail Kara’nın genel değerlendirmelerinde, Bediüzzaman’ı tipik bir Osmanlı son dönem âlimi, İslamcı aydını olarak görme temayülü seziyorum. İşte; “Batının bilim ve teknolojisi karşısında biraz pasif ve teslimiyetçi bir tutum genelinde vardır. Bediüzzaman da bu durum görülmektedir” filan gibi… Bunu Eski Said için söylemek bir parça doğru olabilir; ki az önce bir soruyu ifade ederken de onun kendi ifadeleri ile buna temas etmiştim. “Eski Said ile mütefekkirin kısmı” diye başlayan (29. Mek. 7. kısım, 7. işaret) meşhur bahsi hatırlayalım. Orada, özeleştiriyi çok rahat yapan bir insandır Bediüzzaman.
Ama şimdi, İşarat-ül İ’caz’da mucizeler bahsinden bu yorumu (bilime karşı teslimiyetçi yorumunu) çıkarıyorsanız, sizin bu insanın daha sonraki Yeni Said dönemine gidip, 20. Söz’de yine mucizeler bahsinde meseleyi aynı şekilde sürdürüp sürdürmediğini görmeniz gerekir. Varsa bir nüans, o nüansı da görmeniz gerekir.
(1) O nüanstan, 20. Söz’deki yorumdan haberdar değilseniz…
- Haberdar olmuş olsanız dahi daha önceki ulaştığınız yargıyı bir veri olarak kabul edip, artık “bu da aynı şey” diye üstünkörü geçip gittiyseniz, Bediüzzaman’ı Batı teknolojisi karşısında teslim olmuş bir âlim olarak yaftalayıp geçebilirsiniz.
Ama daha dikkatli bir okumayla iki metni yan yana koyup oradaki nüanslara, vurgu farklarına baktığınızda, kitabınıza böyle bir ifadeyi yazmaktan imtina edersiniz. Veya yazmışsanız, bir kayıt koyma ihtiyacı hissedersiniz.
Özetle, Bediüzzaman’ın kendi eseriyle, kendi hayatıyla bir bütün olarak Bediüzzaman’ın resmini oraya koymaya çalışıyorsak, potpori tarzında çalışmalarla veya kafamızdaki algıya uygun seçiciliklerle bunu gerçekleştirmemiz mümkün değil.
Ben bu anlamda, İsmail Kara’nın gerçek Bediüzzaman resminden ziyade, onun kendi zihin aynasındaki Bediüzzaman resmini aradığı kanaatindeyim. Ve Bediüzzaman’ın gerek hayatı, gerekse eserleri içerisinde buna göre bir seçmecilik yaptığı ve buna uygun parçalar seçtiği düşüncesindeyim.
Benim Bediüzzaman’la ilgili puzzle’m İsmail Kara’nın puzzle’ndan daha geniş. Bu bağlamda bunu çok rahatlıkla söyleyebilirim. Ve baktığımda onun sahip olduğu fotoğraf bana biraz Photoshop hileleri taşıyan bir fotoğraf olarak gözüküyor. Bunu gönül rahatlılığı ile ifade etme durumundayım.
Bir diğer nokta olarak da, burada şunu söylemek isterim. Bediüzzaman gibi şu zamanda—ki modern zamanları bir bütün olarak kastediyorum—imanı savunmanın, Kur’an’ı savunmanın çok ağır bedeller ödemeyi gerektirdiği bir zamanda yaşamış ve bu bedelleri ödemeyi göze almış insanları eleştirirken insaf sınırını da zorlamamamız gerektiğini düşünüyorum.
Ve mesela İsmail Kara açısından burada hatalı gördüğüm bir tutumu rahatlıkla söyleyebilirim. Mesela bir Nureddin Topçu’yu ele alırsak, baktığımızda eleştirilecek pek çok yön görürüz. Sosyalizme yaklaşan tarafları vardır. Milliyetçi-devletçi yorumu belli bakışlar açısından faşizme kayabilecek kıvamdadır. İnsafsız bir nazarla ona baksanız, Nasyonal Sosyalizm ile damgalamanız zor değildir.
Veya bir Bergson ve saireyi önemsemesinden hareketle, çok rahatlıkla Batı felsefesinin bir kolunun şakirdi olmuş, onun cenderesinden çıkamamış bir insan olarak tanımlayıp geçebilirsiniz.
Doğru olur mu peki? Doğru olmaz. Baktığınızda, Nureddin Topçu zor bir zamanda bir felsefe geleneği içerisinde olup, o gelenek içerisinde mü’min olmanın, imanı ve İslam’ı savunmanın, Kur’an’ı savunmanın zor olduğu, hatta Allah’ın varlığından bahsetmenin zor olduğu ve insana bedeller ödettiği bir zamanda bu bedelleri ödeyebilmiş kahraman bir insandır, yürekli bir insandır. Dolayısıyla, bu açıdan da bakıldığında, insafla değerlendirilmesi gereken, belli ipuçlarından, belli noktalardan hareketle keskin tenkitlere maruz bırakılmamayı hak eden bir insandır.
Ben İsmail Kara’yı Nureddin Topçu’ya olan özel muhabbeti ile de bilirim ve bu son derece anlaşılır bir şeydir. Ve bence, İsmail Kara’nın, Bediüzzaman’ın en az bir Nureddin Topçu kadar insaflı değerlendirilmeyi hak ettiğini görebilmesi hep gerekirdi ve bugün de gerekir diye düşünüyorum.
Mustafa İslamoğlu, Bediüzzaman için “aksiyonu önde, mütefekkirden ziyade aksiyoncu” olarak tavsif etmekte. Bu görüşe neler diyeceksiniz?
Ben o kanaatte değilim, bir kere bunu ifade edeyim. Bediüzzaman’a böyle bir ifadeyle yaklaşabilmek, bu şekilde tarif edebilmek için bana göre, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur ile ortaya koyduğu ontolojik inşa, zihinsel inşa, kalbî inşanın biraz uzağında olmak gerekir. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur ile ne yaptığını iyi kavramış bir dimağ bence böyle bir fotoğraf çıkaramaz.
Yani Mustafa İslamoğlu’nun—bu cümleyle sınırlı kalarak söyleyeyim—bu cümlesi, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur ile ortaya koyduğu derin inşayı, o temelleri çok derinlerde, ama gökdelen misali çok yüksek ontolojik inşayı yeterince iyi okuyamadığını, kavrayamadığını, Risale ikliminde biraz üstünkörü dolaştığını gösteriyor.
Bunu söylerken, aksiyon sahibi olmanın negatif bir şey olduğunu söylemediğimi ifade edeyim. Aksiyonsuz bir düşüncenin çok makbul olduğunu da düşünmüyorum.
Ama 28-29 yıldır Risale-i Nur okuyan ve bu konuda birden fazla kitap yazan ama Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu inşayı sadece belli köşe taşları ile kavrayabildiğini, daha ciddi, daha yoğun çalışmalar, anlama gayretleri içinde olması gerektiğini anlayan bir insan olarak bana “Bediüzzaman kimdir?” diye sorulsa aklıma ilk gelen, tefekkür yönüdür, onun mütefekkir yönüdür.
Evet, Bediüzzaman bir aksiyon adamıdır. Bir sırça sarayda yaşamamıştır. Veya etliye sütlüye karışmadan, saf entelektüel uğraşlar göstermemiştir. Bediüzzaman’ı Risale-i Nur yazmaya, Risale-i Nur’daki o büyük ontolojik inşayı gerçekleştirme sevk eden şey, temelde yüreğinde taşıdığı bir cehddir, bir gayrettir, Allah yolunda bir çabadır, bir aksiyon ihtiyacıdır.
Bu anlamda Eski Said için belki “aksiyonu daha öne çıkan bir insan” demek bir derece doğru olabilir. Bunu derken de Eski Said’in Bediüzzaman unvanını kazanacak muazzam tefekkür yönünü de gözardı etmemek gerekir. Eski Said hayatına baktığımızda—Muhakemat gibi bir şaheser yazmış olmakla birlikte—aksiyonunun daha ön plana çıktığını görebiliyoruz. Zihnimizdeki portresine baktığımızda, Eski Said eserinden ziyade eylemleriyle öne çıkan bir kişidir.
Fakat özellikle de Yeni Said olarak, Bediüzzaman’ın aksiyonu önde, tefekkürü daha geride bir insan olarak tanımlanması doğru değildir, gerçekçi değildir.
Bir tek şartla, bir tek kayıtla doğru olabilir: Bediüzzaman en temelde, en başta şunu göstermiştir: Mü’minlerin şu zamanda, şu zeminde bir aksiyon, bir eylem sergilemeleri gerekiyorsa, sergilemeleri gereken bir numaralı eylem, ontolojik eylemdir. Yani en başta, şu dünyada varoluşlarının hikmetini dosdoğru, sapasağlam, adam gibi bir tanımlayabilmeleridir. Bu dünyanın mahiyetini, kendilerinin bu dünyada varoluş mahiyetlerini, kendilerine verilmiş bu kadar donanımın niye verildiğini, niye Kur’an’ın vazgeçilmez derecede öncelikli ve önemli olduğunu ve şu kâinatın içinde nasıl yaşanabileceğini ve kainata nasıl bakılabileceğini göstermektir.