Kırılmalar “doğru” siyasallıklar getirebilir mi?

Halil İbrahim Yenigün, bir süredir İslamcı siyaset düşüncesinin bakiyesiyle bir hesaplaşmanın, buradan yola çıkarak Müslüman bir siyaset ve ahlak felsefesinin, bir onto-politik dünya görüşünün, şimdinin ve buranın sorunları ve meseleleri ışığında nasıl yeniden inşa edilebileceğinin peşinde ilmek ilmek bir çalışma yürütüyor. Geçen 17 yılda yaşanan ağır tahribatın ardından, Türkiye İslamcılığından geriye kalan cüruf ve enkazın bir hesaplaşma süreciyle karşılaşmaksızın sonrasına devrolması mümkün değil. Tam da bunun için Halil İbrahim’in, sürgün koşullarında verdiği bu fikir emeğinin bizim için kıymeti büyük. Geçtiğimiz günlerde iktibas ettiğimiz, daha kişisel bir tarihsel hesaplaşmaya girdiği mülakatıyla beraber okunduğunda yeni sorulara, pozisyon alışlara çağıran bu önemli metni İDE Blog‘dan iktibas edip hep birlikte tartışmak istedik…

HALİL İBRAHİM YENİGÜN

Bizim meslekten bazılarında siyasî dönüşümleri kırılmalar üzerinden inceleme yaklaşımı vardır. Kritik dönüm noktalarını tespit eder, o anlardaki yarılmaları ve bunların tarafları olan aktörleri bulur, bu aktörlerin tarih içinde yörüngesini ve istikametini tahlil ederler. Ama dramımız şu ki son on yılda belki de elli yıllık siyaseti yaşamış bir toplum olarak artık kırılma anlarımızın tespitinde bile zihnimizin her bir menfezine sirayet etmiş kaostan azade kalamıyoruz.

Belki kimleri için zihnimizin daha sarih olduğu husus ise 2002 sonrası başa gelen kadroların iktidar tahkimini sağlamasıyla birlikte yönetici sınıfta el değiştirme şeklinde bir dönüşüm olduğu. Sanırım dostuyla düşmanıyla hemen herkes, derinlerdeki sabiteler aynı ve bu devir-teslim yalnız satıhta kalmışsa da, kimi makamların ve su başlarının, özellikle de rant kaynaklarının gündelik idaresinin çok uzun bir süredir yeni bir “siyasal elit” tarafından elde tutulduğunda hemfikir. Kadını erkeğiyle bu makam ve kamu kaynaklarının belli bir sosyal tabana açılmasının da inandırıcılığıyla alkışçıları bu olgunun reklamını “sessiz devrim” şeklinde yapageldi. Aslında belki de olan, devletin temel siyasi sabitelerine ve derinlerdeki kimi kadroların işlerinin olağan akışına dokunmamak kaydıyla mal ve makam bölüşümünde bu yeni kesimin aslan payını alması. Yapılması zor olan ise Ergenekon ve Balyoz, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz gibi kapışmalara rağmen, bütün bu kapışmaların sonucunda kimlerin gerçekte alaşağı edildiğinin ve kimlerin gerçekte yerini koruduğunun hesabının tutulması. Bütün bu süreçlerin zevahirde galibi görünen tek bir siyasi aktörün aslâ konumuz olmadığı sanırım izahtan varestedir.

Sahi kavramlarımız, kuramlarımız, analiz çerçevelerimiz bu hengâmede çoktan buharlaşıp gitmedi mi? Laik-antilaik ayrımının çoktan mezada düştüğünü ancak içeride kitle manipulasyonu meslek edinmiş maaşlıların, dışarıda da ondan nemalanma derdindeki yumuşak güç neferi kalem erbabının retorik mahareti gizleyebiliyor. Siyaset bilimcinin hâlâ merkez-çevre, Türkiye’de sol-sağın tersyüzlüğü gibi klişelerle konuşması, çok çok medrese mollasının Batlamyus kozmolojisinden türemiş nazariyeleri talebelerine bin yıldır döne döne gene okutmasına benziyor. Türkiye siyasetinin o meşhur devlet eliti-siyasal elit ayrımından, bürokratik vesayet kavramından geriye ne kaldığının hesabını tutabilen oldu mu? Bütün kavramlar, kuramlar ve analiz çerçeveleri manipulasyonbilim doktoralı retorik ustalarının, köşe yazarı görünümündeki reklam metni yazarlarının elinde çoktandır tamtakır. Zamanın hakkını vermeyi geçtik, adını koymaktan aciz kaldık.

Tablonun karamsarlığı ümitlerimizi kırmamalı; çünkü siyaset, “oluş” demek. Elli yıl şiddetinde geçen son on yılın özellikle son üç yıllık diliminde siyaset kurtları zaten işi bırakmadı, önlerindeki maçlara baktı ve belki de devranı şu sıralar döndürmekle meşguller. Siyasette ahlâka alan açmak için çırpınanlar için ise bu süreç ümitli olmak yanında her bir ânın imtihanının farklı olduğunun bilinciyle yeni temkinleri gerektiriyor. Değil mi ki ahlâkın olması için özgürlük olması şartsa, siyasal da daimi bir oluşu imler ve ondan hep kırılgandır, kaygandır, kaçaktır, doğurgandır; ama kaypaktır da. Gören gözler, zalimlerin taşları bastıra bastıra yerine oturttuğunu sandığı anda patlak ve kaçak verenlerden anlar dönüşümü, tenakuzu, diyalektiği. Hiç bitmeyen ümidimiz de bundandır; çünkü özgür ruhlar gedikleri yakalamayı, yeni siyasallıkları her zaman ve şartta üretmesini bilir. Ama asla koyverilmemesini gerektiren temkin hali de yine bundan olmalıdır. Çünkü yeni siyasallıkların arzıendam ettiği heyecanıyla koyverenler siyaset kurtlarının onlardan da önce havayı kokladığını ve yeni siyasallıklarla uyumlu kisvelere çoktan büründüğünü fark bile edemez.

Ama son yedi sekiz yılımıza Roboski’yi, Gezi’yi, 17-25 Aralık’ı, 7 Haziran’ı, Barış Süreci’nin çöküşü sonrası kan ve gözyaşını, 15 Temmuz’u ve son olarak iktidarın 23 Haziran hezimetini sığdırmayı başardıysak yeni siyasallıkları nerede aramalı? Her şeye rağmen, asıl tektonik sarsıntıyı Gezi’yle yaşadığımızı yıllardır düşünüp yazıyoruz. Ülkedeki sosyal yarıkların bütün sınıflar, ideolojiler, fikirler ve partileri karman çorman edip yalnızca bir şahsın yanında veya karşısında olmak üzerinden yeniden teşekkül ettiği öyle bir zamana şahit olduk. Yeni siyasallıkların da şahıs etrafındaki veya karşısındaki kimlikleşmelerden doğmasa da o vak’anın şiddetiyle patlayıveren bir zeminde kıvamlandığı hatırı sayılır bir kesimimizin kanaati oldu. Eskinin büyük ideolojik kavramlarıyla gerçeklikleri hazır şablonlara sokmak yerine bir noktadan sonra küçük kavramlarla, herkesin hayatına dokunan küçük gerçekliklerle küçük anlatılar kura kura düşüncemizi örmekten yana olduk birçoğumuz.

Peki Gezi o kadar heterojenliğine rağmen, hatta o heterojenliği sebebiyle gerçekten bir kırılma değil miydi? Gezi her şeyin ötesinde reelpolitiğin bir kültürel alt-grubun, -kesim veya ideolojik grup demiyorum-, hâkim davranış kodu olarak tescillendiği an olarak tezahür etti. Bu, reelpolitik ile etikopolitik yollarının ayrılış noktasında koca koca kitlelerin fevc fevc ve canla başla reelpolitikten yana kesin bir tercihte bulunmuş olduklarını cümle âleme ilân ettikleri an idi. Yakın zamana kadar, o yaptıkları keskin tercihin mercii bu süreçte kendini imha yolunda birbiri ardınca onca işe girişip güçten düşene kadar bu yola girmiş olanlar orada sebat ettiğine ve o ânı Gezi darbesi olarak andığına göre onları belirgin bir yola nihai olarak sokanın Gezi kırılması olduğunu öne sürebiliriz. Ama reelpolitiğin başlangıç noktası da bu kitle için o an oldu diyebilir miyiz?

Epeyce başa alacak olursak, bilenlerin malûmudur, Cemaleddin Afganî’nin Urvet’ul Vuska’sı, yani İslâmcı dergiciliğin icadından beri İslâmcı dergilerde usûlî-felsefî tartışmalar ile siyasal-stratejik analiz kısımları yan yana bulunmuştur. Müslümanların kaynaklarıyla ilişkisini gözden geçirerek bunları yeniden yorumlama arayışı ile çağdaş dünya siyasetini anlama ve ona tavır alma maksatlarını birbirinden ayrılmaz telâkki etmelerinden ileri gelir bu. Ayrıca bunun neşriyat çalışması üzerinden bir Müslüman dayanışması ve asabiyesi inşa etmeye matuf olduğu da bilinir. Tarih içinde de zaten çoğunlukla böyle bir vazife görmüştür.

Defansif ve mağlup konumda geliştirilen bu dayanışmacı siyasetteki içkin bölüntüleri ve ayrımları kavramaya yahut kavramlaştırmaya ihtiyaç görünmediği içindir ki aslında tamamen farklı, hatta zıt siyaset tasavvurlarına sahip olanlar iki asırdır bu misyonla yan yana görünebilmiş, iç içe kalabilmiştir. İşte yaşadığımız son gelişmeler, İslam isminde toplanan değerlerin tarihi süreç içerisinde Müslüman kimliği dayanışmasından, Müslüman asabiyesi ve üstüncülüğünden, mazlumların değil ama mağlupların emperyal projesinden ibaretleştirilmiş olmasını tersine çevirebilir mi? Gerçekçi bir bakışla çok daha öncesine götürürsek, bin şu kadar yıllık bu patolojiyi beş on yıllık siyasal altüst oluşlar tabii ki tedavi edemez ama çok gecikmiş de olsa bir idrak ve ifşa ânı yeni ufak adımların başlangıcı da olabilir mi?

Her şeye rağmen son dönemin en büyük hayrı bu büyük kamburdan kurtarması değil midir bizi? “Medeniyet kurma veya ihya” şeklinde süblime edilmiş emperyal projelerden kurtulmak, hafifletmez mi dünyamızı? Emrolduğumuz gibi dosdoğru olmak, kısaca ve basitçe “doğru olmak” gibi bütün bir hikmet-felsefe geleneğinin de çok daha basit ama nefislere o denli ağır gelen hedefi nihayet bu bulamacın ardından pırıl pırıl çıkamaz mı? Basit ve yalın haliyle “doğru olmak” gibi bir hedefle yetinmek varken, medeniyet ihyası gibi, devleti ele geçirmek gibi sahte hedeflere kilitlenmek daha kaç yüz yılımızı heba edecekti? Sahi nedir devlet ele geçirmekle bu kadar obsesif kılan bu kitleleri? Güç istençlerini, tahakküm libidolarını maharetle örten bu yüceleştirme ve süblimasyonlara hiç ders alınmadan haddinden fazla fırsat verilmemiş ve bu yüzden aynı facialar tekrar tekrar yaşanmamış mıdır?

Peki ne yapmalı? “Ne yapmalı?” sorusunu daha önce soranlardan öğrenmişizdir en çok ne yapılmaması gerektiğini. Politikten reelpolitiği anlayanlar sadece reele yer açtıklarını sandıkları dünyalarında sürreeli yaşayadursunlar, biz ideallerden konuşmaya başlayabilir miyiz? Bir yerlerde ümidin ışığı ve kırıntısını arıyorsak, ideallerin yoğurduğu siyasallık biçimlerine kafa yormamız ve bunları hayata geçirmemizin imkânlarını da düşünmeli değil miyiz? Ben ne olursa olsun bunları düşünmek istemeye ve kısaca bu tefekküre davete devam edeceğim.


*Öne çıkan görsel Banksy’nin İsrail ile Gazze arasında örülmüş olan duvara yaptığı çizimdir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir