Kentlilik Anlayışımız ve Bölünmüş Şehirler
Türkiye’de TOKİ vasıtasıyla kentsel dönüşümün en şaşalı döneminde başka ülkelerde “kentsel dönüşüm değil yerinde dönüşüm” tartışılıyordu. Tam o sıralarda Almanya’da gençler büyük yatırımların yöre/kent halkına danışılmadan yapılmaması için gösteriler yapıyordu. Şu anda Sakarya’da şehir stadının olduğu yer AVM vesaire yapılması için yıkılmak isteniyor. Aynı şey Diyarbakır’da yapılmak isteniyor. Sakarya’da daha cılız bir tepki varken Diyarbakır’da olayı BDP sahipleniyor. Şimdi bu iki yerden acaba hangisinde yıkım engellenebilecek? El cevap: Diyarbakır’da. O zaman kent özelinde bir korunma için biraz daha siyasal mücadele ayağını öne çıkarmak gerekiyor. Kamuoyuna daha fazla bu olayın hayat, emek, kültür ve mülk çalma işi olduğunu nasıl gösterebiliriz? Kentsel dönüşüm tarihsel ve doğal olarak zaten var. Kentler insanların ihtiyaçları dolayısıyla doğal dönüşümü belli tarihsel dönemlerde olmuş. Ama ne zaman devlet bu işe el atmış, sorunlar başlamış.
Basitçe “mahalleye geri dönmek” bir çözüm olarak görülebilir. Ancak problem daha derinlerde yaşama alışkanlıklarımızı değiştiren, Rabbimizle aramıza farkında olduğumuz ya da olmadığımız bariyerler kuran bu düzenin kendisinde yatıyor. Tüketim alışkanlıklarımız, komşuluk ilişkilerimiz, kamusal alanlardaki duruşumuz ve misyonumuz topyekûn bir özeleştiriden geçmeden adımlar atmak ne yazık ki kalıcı bir çözüm değil. Fakat şöyle bir hakikat de var, gerçek kent yaşamından kendimizi bütünüyle soyutlayıp sitelere hapsetmek birçok açıdan bizi eleştirdiğimiz bir hayat tarzına da mahkum kılıyor.
Murat Kurtuldu’nun bu meseleleri irdeleyen bu güzel yazısını dikkatinize sunuyoruz.
***
MURAT KURTULDU
Türkiye’nin hem siyasi hem de sosyal görünümünün son 10 yılda ciddi bir değişim geçirdiğini inkar edemeyiz. Değişimin olumlu bir istikamete mi ilerlediği yoksa “yozlaşmayı” hızlandırıyor mu olduğu ayrı bir tartışma olsada gerçekten bir değişim ve “algı inşası” söz konusu. Üstelik bu “inşa” süreci sadece siyasi kimliği ve bu kimliğin beslendiği jargonu etkilemekle kalmıyor. Çok boyutlu; bireyden topluma, politikadan kültüre taşan bir değişimi de hızlandırıyor. Dahada genelleştirirsek aslında bu değişim Türkiye’ye özgü bir durum da değil. Dünyada genel bir başkalaşım, liberalliğin gemisini yüzdüren küresel bir rüzgarın estiğini de gözardı etmemek gerekiyor.
Fakat bu yazının konusu girişteki ifadelerin öngördüğü biçimde “siyaset” ve “güncel politik konular” üzerine değil. Bu başlıkların uzun uzadıya konuşulmasından dolayı üzerine fazladan bir “söz” söylemek, malumun ilamından öte bir anlam taşımayacaktır. Benim üzerinde durmayı düşündüğüm konu yine aynı döneme denk gelen; daha doğrusu son 10 yılda agresif bir biçimde değişim geçiren “kentlilik kültürümüz” üzerine olacak. Müslümanların üzerinde fazlaca düşünmediği belki sadece nostaljik bir romantizmle zaman zaman dert yandığı bir konu bu. Ancak dertlenmesine ve kentliliğin “modern halinin” insan ilişkilerine geri döndürülmesi zor hasarlar verdiğini farketmesine rağmen ne doğru bir okumaya ne de nitelikli bir çözüm önerisine sahip. Bu da “inşaat ya resulullah!” diyen abdestli kapitalistlerin “kentsel dönüşüm” iştahlarını daha da artırıyor.
Kentsel dönüşüm cümlesi bize bu dönemin bir hediyesi. Şehirleri deprem gibi doğal felaketlere daha dayanıklı hale getirmek gibi haklı bir gerekçeden beslenen “kentsel dönüşüm” neticede kentlerin doğal görünümlerini değiştiren; yaşam alanlarını net çizgilerle bölümleyerek toplu konutlara dönüştüren bir süreci de ifade ediyor. Meselenin, “Ayazma örneğinde olduğu gibi” değeri yüksek mahallelerinin dar gelirli sakinlerini şehrin dışına sürerek bu alanları zenginlerin “yerleşimine açmak” gibi acıtıcı bir boyutu da var. Ancak bu kısmı daha sonra ele almak üzere şimdilik kapatıyorum.
Kentsel dönüşümün hissedilir etkilerini artan “konut reklamları” üzerinden de izlemek mümkün. Emlak ağalarının şehrin tüm boşluklarını siteler ve kulelerle doldurma kararlılığını hissettiren bu reklamlar aslında “kentsel dönüşüm”ün gerçekte neye karşılık geldiğini de açıkça ilan ediyor. Hemen her reklamın ortak mesajları “korunaklı yaşam alanları” “size özel sosyal imkanlar” gibi benzer kalıp cümlelerden oluşuyor. Sizi adeta dış dünyadan soyutlayan, ailenize ve komşularınıza özel güvenlikli bir “getto” oluşturmayı amaçlayan projeler tamda kentsel dönüşümün gelecek kurgusuyla örtüşür bir tablo oluşturuyor. Bir köy büyüklüğündeki sitelerde birbirinden habersiz komşuluklar ve misafirini bile kapıdaki güvenliğin denetiminden geçirmeyi normalleştiren bir mahalle algısı!. Eskiden “getto”lar düşünce ve inanç farklılıklarıyla beslenir, her mahallenin kendine ait bir kimliği bulunurken “kentsel dönüşümün” bu türdeş siteleri “mahalle ruhunu” bütünüyle öldürmek üzere. Ne düşündüğünüz, neye inandığınız, kiminle kendinizi güvende hissettiğinizin artık çok bir önemi yok.
Aslında bu dönüşüm modern bireyin kimliğine en uygun yaşam formunu da üretiyor. Modern bireyin yalnızlaşması, yalnızlaşırken ironik biçimde sosyalleşmeyi de sanal bir dünyaya taşıması toplum yaşamını da yeniden dizayn ediyor aslında. Yüksek gelir grubu için lüks ve güvenlikli siteler, dar gelirliler için TOKİ’ler, alışveriş için AVM, üretim için organize sanayi bölgeleri derken kent kültürü küçük sitelere, birbirinden bariyerlerle ayrılmış adacıklara dönüşerek kayboluyor. Bu yeni kent modelinde ise herşey birbirine benzer, daha hızlı, daha ergonomik ve daha az iletişimi / sosyalleşmeyi gerektiriyor. Yani bir bakıma modern bireyin sokağı, mahallesi, komşusu yok olurken yerini yeni bir sosyal çevre ile doldurmak yerine yalnızlığı ve güvensizliği artıyor.
Bu yeni kentlilik anlayışının toplum tarafından bütünüyle sindirilip içselleştirildiğini söylemek çok doğru olmaz. Mahalleyi, sokağı, komşuluğu tatmış; ömrünün bir bölümünü modern dünyanın soğuk sitelerinde değil yaşayan mekanlarında geçirmiş birçok kişi için bu şerhi düşmek gerek. Ancak hayatı sitelerde başlayan bir nesil bu kaygıları anlayamayacak kadar modern yaşama kapılmış durumda. Hayatındaki yapaylığı farketmeyen, yeşille ilişkisi apartmanının çevre düzenlemesiyle sınırlı bir nesil bu yaşantıyı normal ve kabul edilebilir buluyor.
Modern Kentlerde Müslüman Kimlik Ne Kadar Korunabilir?
Kapıda Güvenliği, AVM’si, kampüste okulu, ortak alanları, düzenlenmiş çevresi ile modern bireyin yaşam alanlarında müslüman kimliğin ne derece korunabildiğini gerçekten de tekrar tartışmaya açmak gerekiyor. Eski mahalle kültürünün doğal ortamı; ticaretin, sokağın, komşuluğun içiçe geçmiş yapısı aslında bireyi ortak bir iletişim alanına sokuyordu. Oysa “bölümlenmiş” bir hayat sunan site, sakinleri için iletişimi sınırlayan biçimde tasarlanıyor. AVM’de alışveriş yaparken, site içinde yürürken ya da sözüm ona ortak yaşam alanlarını kullanırken aslında kimseyle konuşmayan; yüzeysel bir iletişimin ötesine geçemeyen çarpık bir sosyalleşme algısı da inşa ediliyor. Modern dünyanın zaten “yalnızlaştırdığı” birey, bu kez evine hapsediliyor; sokakla ve çevresiyle de iletişimi sınırlanmış oluyor. Bu nedenle bazen birkaç mahalle büyüklüğüne ulaşan toplu konutlar, site alanları kalabalık yerleşimine karşın çoğu zaman bir canlılık belirtisi göstermiyor. Üstelik ortak yaşam alanları denilen alışveriş merkezi, spor salonu gibi bölümleri de çıkardığınızda geriye boş sokaklar, araç parkı olmak dışında pek bir işlevi olmayan geniş alanlar kalıyor.
Toplu konutların ve yaşamımızı bölümleyen “kentsel dönüşüm”ün bir diğer zaaf noktasıysa toplumun birbiriyle irtibatını kesmesi oluşturuyor. Zenginler kendileri gibi yüksek gelir grubu ile yaşarken fakirlerde kendileri gibi fakir insanlarla birlikte yaşamlarını sürdürüyorlar. Yani eskiye göre toplumun sınıfları arasındaki irtibat zayıflıyor hatta çoğu zaman tamamen kopuyor. Fakir komşusu olmayan, hep aynı hayat standardının tanığı olan birey ise sosyal sorumluluklarından kaçacak bir psikolojiye daha kolay bürünüyor; “yardımlaşma” ve “infak” gibi görevleri ise çoğu kez unutuyor.
Kültürel olarak zayıf, kopuk mekanları kullanan, doğa ile ilişkisi suni olan bir yaşamın elbette sürdürülebilir bir yanı yok. En azından müslüman kimlik için bu durumun ciddi bir sorun teşkil ettiğini ifade etmek gerek. Tebliğ ve davetle yükümlü; üstelik bunu en yakın çevresinden başlayarak yapmak zorunda olan müslüman tamamen yabancı bir ortamda bu görevini yerine getirmek yerine evinde kalmayı daha kolay bir seçenek olarak düşünüyor. Komşuluk ilişkileri, samimi diyalogların gelişebileceği doğal ortamlar artık varolmadığı için müslüman kimlikte toplum içindeki etkisini görece kaybediyor. Elbette bu cendereyi kıran, yaşadığı ortamda İbrahim olma sorumluluğunu hatırlayan “örnekler” yok değil. Ancak toplum psikolojisi üzerine genel bir değerlendirme yaptığımızda bu can acıtıcı sorunlarla da yüzleşiyoruz.
Dış dünyayla arasına güvenlik bariyerleri kurmuş bu yaşam alanları diğer taraftan Müslümanın elinden “örnek olma” / “şahit olma” misyonunu da alıyor. Büyük apartman bloklarından oluşan alanlar doğal ve yatay bir büyümeye sahip olmadığı için bir anda herkesi birbirine karşı kuşkucu, ürkek ve yabancı kılıyor. Hemen herkesin birbiriyle ilişkisini son derece sınırlı tuttuğu bir ortamda ise “örnek olmak” vahyin hayatımızdaki yansımaları yani hal diliyle hakkı tebliğ etme imkanımız da büyük ölçüde küçülüyor. Modern dünyanın “kayıtsızlığı”nı bize de bulaştıran bu alanların “anti-sosyal” kimliği, bu açıdan bakıldığında en çok Müslümanları “yalnızlaştırıyor”. Faal, komşuluk ilişkilerini önemseyen bir kimliğe de sahip olsanız artık bu ilişkileri yaşatabileceğiniz bir zemin kalmadığı için haliyle size verilmiş yaşam alanına geri dönmek durumunda kalıyorsunuz.
Diğer taraftan kent yaşamının gerçek ve “karma” görüntüsü de yine bu alanlarda “gizlendiğini” unutmamak gerekiyor. Yaşam alanından fakirleri süren, toplu konut varoşları oluşturan, sürekli kendi gelir grubundan ve benzer yaşam standartlarına sahip bireylerle ilişki kuran müslüman, doğal olarak komşuluk münasebetinin bu en doğal ve samimi biçimini yaşamaktanda mahrum kalıyor.
Peki çözüm ne?
Basitçe “mahalleye geri dönmek” bir çözüm olarak görülebilir. Ancak problem daha derinlerde yaşama alışkanlıklarımızı değiştiren, Rabbimizle aramıza farkında olduğumuz ya da olmadığımız bariyerler kuran bu düzenin kendisinde yatıyor. Tüketim alışkanlıklarımız, komşuluk ilişkilerimiz, kamusal alanlardaki duruşumuz ve misyonumuz topyekün bir özeleştiriden geçmeden adımlar atmak ne yazıkki kalıcı bir çözüm değil. Fakat şöyle bir hakikatte var, gerçek kent yaşamından kendimizi bütünüyle soyutlayıp sitelere hapsetmek birçok açıdan bizi eleştirdiğimiz bir hayat tarzına da mahkum kılıyor.
Kaynak: http://www.kuremedya.com/murat-kurtuldu-kentlilik-anlayisimiz-ve-bolunmus-sehirler-7133y.html#.Uw4jr_mSdvB