David Harvey: “Kapitalizm sonrası toplumu tasarlamalıyız”
David Harvey günümüzün en önemli ve üretken marksist düşünürlerinden bir tanesi. Marksizmi bütüncül olarak nasıl değerlendirdiğimiz ayrı ve uzun bir bahis. Ancak şundan eminiz ki bu siyaset ve düşünce okulu, bize eleştirel bir şekilde faydalanmamız gereken bir birikim sunuyor. Bu birikimden hangi noktalarda faydalanabileceğimizi iki çerçevede düşünebiliriz: Birincisi, yaşadığımız ahir zamanın, Said-i Nursi’nin “ecir devri” dediği devrin muhtemelen en belirleyici niteliği olan kapitalizmin ne olduğuna dair eleştirel bir analiz. İkincisi de bugün geldiğimiz noktada kapitalizmden farklı bir yaşam biçiminin nasıl bir şey olabileceğine dair pratik ve düşünsel bir birikim.
Marksizmin (ya da genel olarak solun) biraz da yenilgi psikolojisiyle uzun bir dönemdir pek haşır neşir olmadığı kapitalizme alternatif geliştirme gayretlerinin arttığını görmek mümkün. Albert, Holloway, Lebowitz, Wright gibi teorisyenlerin bu konuya eğildiklerini, Polanyi’nin yaklaşımının popülerleşmesinin bu tartışmaya dinamizm kattığını ve lokal alternatif ekonomi modellerini inceleyen saha araştırmalarının yapılmaya başlandığını görmek mümkün. Sovyetik marksizmin inandırıcılığını ve ağırlığını tamamen yitirmesinin, 2000’li yıllarda solun kimi Latin Amerika ülkelerinde iktidara gelmesinin (dolayısıyla somut projelere ihtiyaç duymasının) ve son olarak 2008 küresel krizinin bu tartışmanın tarihsel arkaplanını oluşturduğunu söylemek mümkün. Harvey de önce Umut Mekanları ile bu konuya bir girmişti ve anlaşılan o ki bu düşünce izleğini sürdürmekte.
Kapitalizm, gerek en azından iki yüzyılı bulan hakimiyeti sonucunda son derece yetkinleştirdiği kültürel hegemonyası, gerek müthiş esnekliği gibi kimi yapısal avantajları ile kendisine bir alternatifin tahayyül edilebilmesini oldukça zorlaştırıyor, hatta toplumun ekseriyetini düşünürsek neredeyse imkansızlaştırıyor. Bu tartışmada elbette en az ihtiyaç duyduğumuz şey, entellektüel kibriyle, “herşeyi bilen kanun koyucu” edasıyla hazırlanan tepedenci, tektipçi ve ayrıntıcı şablonlar. Fakat bir ufka, ilkelere, çerçeveye, somut tecrübelere dayanan sahici çoklu modellere, deneylere, geçmiş tecrübelerin yeniden analiz edilmesine ihtiyacımız var. Bunları kovalarken de gerçeklikten kopmamaya, “yepyeni bir insan tipi gelişecek, o zaman dediklerimizin hepsi mümkün olacak” gibi bir hayalciliğe sapmamaya… Aksi halde kapitalizm muhalifleri, işaret ettikleri yöne toplumun geniş kesimlerini ikna etmeyi asla başaramazlar. Bırakalım geniş kesimleri, kendileri açısından bile somut bir proje ayağı tamamen sallantıda olan bir hayale inanmanın kendisi her daim ciddi bir sürdürülemezlik riski ihtiva eder.
Bu konuya girmemizin sebebi Harvey’in yeni bir kitap çalışmasına ilişkin verdiği bir söyleşi. Orijinali daha uzun olan ve basılı bir yayında yayınlanacak olan söyleşinin bir bölümü, tadımlık olarak İngiliz menşeli bir internet sitesinde yayınlanmış <http://www.redpepper.org.uk/>
Çeviren: FERİDE TEKELİ (Birgün Gazetesi İçin)
* * *
Şu anda “Kapitalizmin On Yedi Çelişkisi” isimli yeni kitabınız üzerine çalışıyorsunuz. Neden bu çelişkileri inceleme gereği duydunuz?
Kapitalizm üzerine yapılan tahliller, sistemde bariz yapısal çelişkiler bulunduğunu ortaya koyuyor. Bu çelişkiler belirli aralıklarla kontrolden çıkarak krizleri meydana getiriyor. Krizlerden birini daha yeni atlatmışken, bu krize neden olan çelişkilerin neler olduğunu sorgulamanın elzem olduğunu düşünüyorum. Krizi çelişkilere dayanarak nasıl açıklayabiliriz? Marx’ın en önemli saptamalarından biri, krizlerin her zaman için yapısal çelişkilerin sonucu olduğunu söylemesidir. Bu nedenle sonuçtan ziyade sebeple ilgilenmeliyiz.
Odaklandığınız çelişkilerden bir tanesi metaların kullanım ve değişim değerleri arasındaki fark ile ilgili. Bu çelişki kapitalizm için neden bu kadar önemli ve bu konuyu açıklarken niçin barınma meselesini örnek gösteriyorsunuz?
Tüm metaların bir kullanım bir de değişim değeri olduğu bilinmeli. Mesela benim bir bifteğim olsa, bunun kullanım değeri benim onu yiyebilecek olmamdır. Değişim değeri ise ona ne kadar para verdiğimdir.
Barınma meselesi ilginç; çünkü onun kullanım değerinden kasıt içerisinde barınabilmektir. Orası kişisel alandır. Birbiriyle bağlantılı insanların dünyası… Evin kullanım alanlarına dair uzun bir liste yapılabilir. Bu noktada evin nasıl temin edileceği meselesi devreye giriyor. Belli bir zamana kadar insanlar evlerini kendileri yaptı, bu aşamada değişim değeri pek gündeme gelmedi. Fakat 18. yüzyıldan itibaren spekülatif ev inşaatları devreye girdi. Evler daha sonra satılmak üzere dip dibe (“Gürcü tarzı”) inşa edilmeye başlandı. Daha sonra, evler tüketicilerin yatırım yapmak üzere satın aldıkları, değişim değeri olan metalar haline geldi. Eğer ben bir ev alırsam, borcunu ödediğim anda o evin sahibi olabiliyorum. Yani bir mülk ediniyorum. Bunun sonucu olarak, bu mülkün durumu ile ilgili ciddi endişeler baş gösteriyor. “Mahallemde buna izin veremem”, “Benim gibi olmayan insanlarla komşu olmak istemiyorum” gibi söylemler bu şekilde ortaya çıkıyor. İnsanların yatırım yaptıkları mülklerini “korumak” istedikleri için emlak piyasasında ayrımcı uygulamalar görülmeye başlıyor.
Yaklaşık otuz sene önce, insanları gayrimenkulleri spekülatif kazanç sağlama araçları olarak kullanmaya başladı. Ev alarak “köşeyi dönebiliyordunuz”. Örneğin 200.000£ ödenerek alınan bir ev ertesi sene 250.000£ ediyordu. İşin ucunda 50.000£ para kazanmak var, neden böyle yapmayasınız ki? Değişim değeri yaygınlık kazandı. Bunun sonucu olarak spekülatif artışlar gözlendi. 2000 yılında dünya borsaları çöktüğünde, sermaye kazancını gayrimenkule yatırım yaparak değerlendirmeye başladı. Emlakta ilginç bir piyasa var. Ev aldığımda emlak fiyatları yükseliyor, emlak fiyatları yükselince de “evden pahalanıyor, bir an önce ev almalıyım” diyorum. Bu durum yaygınlaştıkça, insanlar döngüye dâhil oldukça emlak balonu büyüyor. Fakat insanlar bir süre sonra değişim değeri sisteminin artık işlemediğini, emlaktan daha fazla kazanç sağlayamayacaklarını fark ediyor.
Burada bir soru gündeme geliyor: değişim değeri tarafından esir edilen bunca insan varken barınmada kullanım değeri oluşmasına izin vermek iyi bir fikir mi? Mesele sadece emlak ile ilgili de değil; eğitim ve sağlıkta da aynı şey geçerli. Bu alanlarda değişim değerini, kendi kullanım değerini oluşturacağını düşünerek, büyük oranda piyasaya bıraktık. Ancak bu durum çoğunlukla kullanım değerinin altüst olması ile sonuçlandı. İnsanlar sağlık, eğitim ve barınma hizmetlerinden iyi şekilde yararlanamamaya başladı. Kullanım ve değişim değeri ayrımını bu kadar çok önemsememin sebebi budur.
Değindiğiniz bir diğer çelişki, arz yanlı üretim süreci ile talep yanlı tüketim sürecinin kapitalizmde zaman içerisinde dönüşümüne dair. Bu dönüşümün yirminci yüzyılda meydana gelmesi ile ilgili ne söyleyebilirsiniz ve bu konu neden bu kadar önemli?
En önemli meselelerden biri gerekli piyasa tüketimini sağlayabilmek; yani sermaye ne üretirse üretsin massetmen gerekiyor. Aksi takdirde sermayenin kâr elde etmesinin yolu açılıyor.
Kâr elde etmeye yönelik üretim süreci işçilerin boyunduruk altına alınması demek. Baskılarla birlikte ücretler de gittikçe düşer; öte yanda ise sermayenin kâr oranı artar. Yani onların açısından bakıldığında, işçileri mümkün olduğunca baskı altında tutmak istersin. Kârını arttırmanın yolu buradan geçer. Fakat sonra esas mesele gündeme gelir: üretilen meta kim tarafından satın alınacak? İşçiler boyunduruk altında. E, peki senin pazarın kim? Eğer işçileri çok fazla ezersen sonuç kriz olur; çünkü ürettiklerini satacağın pazar yani talep yetersiz hale gelir.
1930’daki krizin sebebinin talep yetersizliği olduğu sonrasında çokça söylendi. Bu nedenle devlet destekli yatırımlara ağırlık verildi. Yol inşaatları, WPA (Yeni Düzen’deki kamusal işler) bu şekilde yürütüldü. “Ekonomiyi ‘ödünç’ taleple yeniden canlandıracağız” diyorlardı. Böylece Keynes’çi model ortaya çıktı. Bunun sonucu olarak 1930’lu yıllar çok güçlü bir talebi beraberinde getiren, devletin ekonomiye yoğun biçimde müdahil olduğu bir yönetimle tamamlandı. Sonuç olarak çok yüksek büyüme oranları yakalandı. Bu büyüme oranını işçi sınıfının ücret artışları ve sendikalaşmalarla güçlenmesi takip etti.
Güçlenen sendikalar ve artan ücretler kâr oranlarını düşürdü. Sermaye, işçileri artık yeteri kadar baskı altında tutamadığı için krize sürüklendi. Böylece dönüşüm de başlamış oldu. 1970’lerde Milton Friedman ve Chicago Ekolüne dönüldü. Ekonomi büyük oranda buna yöneldi. İnsanlar gözlerini arza yani bir bakıma ücretlere dikti. Ücretlerdeki düşüşler 1970’lerde başladı. Ronald Reagan hava trafik kontrolörlerine, Margaret Thatcher madencilere saldırdı. Pinochet ise solcu insanları katletti. İşçilere yönelik bu kıyımın sonucu olara kâr oranları arttı. 1980’lere gelindiğinde kâr oranları üst seviyeye ulaştı. İşçiler artık boyunduruk altındaydı, sermaye için işler tıkırındaydı. Fakat yine o büyük sorun gündeme geldi: tüm bu mallar kime satılacaktı?
1990’ların ekonomisi borçlanmalarla doludur. İnsanlar tüketmeye teşvik edildikçe kredi kartı ekonomisi ve özellikle emlak alanında yüksek miktarda borçlanmalar devreye girdi. Bunun sebebi gerçek talebin mevcut olmamasıydı. Gidişat 2007-08’de çıkmaza girdi.
Sermayenin sorusu belli: “arz yanlı mısın talep yanlı mı?” Benim antikapitalist dünya görüşüme göre bu ikisinin birleştirilmesi gerekiyor. Kullanım değerine dönmemiz gerekiyor. İnsanlar gerçekten neye ihtiyaç duyuyorlar bunun belirlenip üretimin bu doğrultuda planlanması şart.
Sanırım arz ile ilgili bir kriz dönemindeyiz. Bu krize arz yanlısı bir çözüm bulunması için tasarruf tedbirleri uygulanıyor. Bu durumu nasıl yorumlamalıyız?
Bütünlüklü olarak kapitalizmin talepleri ile belirli bir kapitalist sınıfın veya bir kısmının taleplerinin farklılığının ayrımına varmak gerekiyor. Kapitalist sınıf krizi genel olarak gayet iyi atlattı. Bir kısmı süreçte yok oldu fakat çoğunluk oldukça iyi atlattı. OECD ülkelerinde yapılan son araştırmalara göre toplumsal eşitsizlik kriz başlangıcından bu yana bariz biçimde arttı. Bu durum üst sınıfların krizden kârlı çıktığını gösteriyor. Diğer bir deyişle, krize çare bulunmasını istemiyorlar; çünkü hallerinden memnunlar.
Toplumun tamamı eziyet çekiyor. Kapitalizm ise, tamamen olmasa da kapitalist sınıf-özellikle oligarşi-, süreçten oldukça kârlı çıktı. Pek çok durumda kendi sınıfına hizmet eden kapitalistler kapitalist sistemin bütününe zarar verecek işler yapar. Şimdi karşı karşıya kaldığımız durumu da bu şekilde yorumluyorum.
Soldan yana olanlar olarak yapmamız gereken şeylerden birinin kapitalizm sonrasına dair hayallerimizi geliştirmek olduğunu ve buna kapitalizm sonrası dünyanın nasıl bir yer olacağına dair sorular sorarak başlamamızın yerinde olacağını pek çok kere söylediniz. Bu konu neden bu kadar önemli? Ve kapitalizm sonrası dünya sizce nasıl bir yer olmalı?
Bu konu önemli; çünkü uzun zamandır başka alternatif olmadığı söylemiyle başımızda davul çalıyorlar. Alternatif yaratabilmemiz için öncelikle bunun üzerine düşünmemiz şart.
Sol, öylesine neoliberalizmin suç ortağı haline geldi ki artık soldaki siyasi partileri –ulusal veya toplumsal meseleler dışında– sağdakilerden ayırt etmek mümkün olmuyor. Politik-ekonomi alanında hemen hiç farkları kalmadı. Kapitalizme ve onun politikalarına karşı alternatif politik-ekonomimizi oluşturmak zorundayız ve bu noktada elimizde bir takım ilkeler mevcut. Çelişkilerin ilgi çekici olmasının sebebi de budur. Bu çelişkilerden herhangi birine baktığımızda, örneğin kullanım ve değişim değerine baktığımızda şunu diyebiliyoruz: “alternatif dünyamızda kullanım değerlerini esas alacağız”. Böylece kullanım değerlerine odaklanıp değişim değerlerinin etkisini azaltmaya çalışabiliriz.
Veya para sorununu ele alalım. Metaların dolaşımını sağlamak için paraya ihtiyacımız var, buna kuşku yok. Ancak paraya ilişkin sorun, onun özel kişiler tarafından temellük edilebilir olmasıdır. Böylece para, evvela bir kişisel güç biçimi sonrasındaysa fetiş nesnesi haline gelir. İnsanlar hayatlarını para kazanmaya adarlar, bunla ne yapacaklarını bilmeseler de. Yani parasal sistemde değişiklik yapmak durumundayız. İnsanların elde etmeye başladıkları ihtiyaç fazlası parayı vergi olarak kesebilir ya da paranın (hava milleri gibi) bekledikçe değersizleştiği dolayısıyla biriktirilemediği bir parasal sistem kurabiliriz.
Fakat bunun gerçekleştirilebilmesi için özel mülkiyet-devlet ikileminin aşılması ve bir kolektif mülkiyet rejiminin kurulması şart. Ve belirli bir noktadan sonra, “vatandaşlık geliri” uygulamasına geçmek gerekecek; çünkü birikimin olanaksız olduğu bir parasal düzene geçebilmeniz için insanların kendilerini güvence altında hissetmeleri gerekiyor. Onlara “kara günler için birikim yapmanıza gerek yok, ne olursa olsun vatandaşlık gelirini almayı sürdüreceksin” demek lazım. İnsanlara özel, kişisel birikimin yerine geçecek güvencenin sağlanması şart.
Bu bahsettiğimiz çelişkilerin her birini değiştirdikçe farklı bir topluma doğru yol almaya başlayacağız ve bu toplum şimdiki toplumumuzdan çok daha rasyonel olacak. Mevcut düzendeki durum şu: Önce bir şeyler üretiyoruz, sonra da tüketicileri ürettiğimiz şeyi almaya ikna etmeye çalışıyoruz. Burada o kişilerin ürettiğimiz şeyi gerçekten isteyip istememeleri veya ona ihtiyaçlarının olup olmaması fark etmiyor. Oysaki insanların ihtiyaçlarının ve isteklerinin ne olduğunu öğrenip üretim sistemini buna göre şekillendirmemiz gerekiyor. Değişim değerini bertaraf ederek bütün bir sistemi çok farklı bir şekilde yeniden örgütleyebiliriz. Bugün hüküm süren sermaye birikimine dayalı egemen sistemin yerini alacak olan sosyalist alternatifin nasıl olacağını hep birlikte tasarlayabiliriz. Sosyalist bir alternatifin, bugün her şeyi idare eden hakim sermaye birikimi biçiminden koparken yöneleceği doğrultuyu hep beraber tasarlayabiliriz.
Kaynak: http://birgun.net/haber/
1 Response
[…] sitemizde yayınlanan bir Harvey röportajı üzerine Lütfi Bergen bizimle sağ olsun aşağıdaki yazısını paylaştı. Harvey’in […]