Akif Emre – Kafa konforu mu, hayat tarzı mı?
Cihan Tuğal’un kitabının ismi “pasif devrim” kavramı dillere pelesenk oldu. Öyle ki metni keşfeden AKP’li danışmanlar, olur olmaz her konuşma metninde bu kavramı alıntılamayı, Tuğal referansıyla Gramsci’ye ikinci bir Küçükömer muamelesi yapmayı marifet gördüler. Tuğal’ın derdi, muradı, ufku bambaşka olsa da ne gam! Akif Abi son yazısında biraz daha başka bir şey yapıyor. Margaret Thatcher üzerinden neo-liberal düzenle bir hesaplaşma önerisi geliştiren Emre, kapitalist moderniteye karşı Marksist eleştirinin üretmekte başarısız kaldığı cevabın, İslam’ın hakikatinin yeniden dillendirilmesiyle mümkün olduğunu söylüyor. Akif Emre’nin Marksizme karşı yaklaşımı biraz toptancı olsa da, İslami paradigmayı neo-liberalizme karşı bir dil, imkan ve hayat iddiası olarak okuma ve anlatmaya dair çabası çok kıymetli. Gramsci’nin “zihnin kötümserliği, iradenin iyimserliği” şiarını ilke edinen bu çağrının, yaşadığımız coğrafyada karşılık bulmasını temenni ederek istifademize sunuyoruz.
AKİF EMRE
Yaşadığımız dünyayı tanımlarken hayati önemi haiz kimi kavramları yerli yerine oturtmadan ne sağlıklı düşünebilir ne de bir tavır geliştirebiliriz. Modern zamanlarda Müslümanca yaşayabilmek, soyut entelektüel çabaların ötesinde, hayata müdahil olmayı da gerektiriyor kuşkusuz. İman ve amelin düalist yaklaşıma imkan vermeyecek bir bütünlük arz etmesi, Batılı dünya görüşleri karşısında, Müslüman’ın hayatını farklılaştırır, anlamlandırır.
Modern zamanların bize yüklediği, dayattığı hayat tarzı, düşünme biçimleriyle hesaplaşmadan da Müslümanca hayatın inşası ne kadar mümkün olabilir? İslam’ın Müslümanlar için olduğu kadar inanmayanlar için de bir kurtuluş adası oluşunun şartları nasıl oluşturulabilir? Herhalde önce ‘lâ’ ile başlayan reddin ve İslami kılıf içinde ya da Müslüman aktörlerce meşrulaştırılan kurum ve kavramlarla hesaplaşmanın hem düşünsel olarak hem eylemlilik anlamında aciliyeti her zamankinden daha fazla. Çünkü artık emperyalizm, sömürgecilik gibi dışsal ve kolay algılanabilen saldırılar yerine bizzat Müslüman aktörlerin işbirliği ve uzlaşı yoluyla bize taşıdıklarının alternatif olma arayışını yok ettiği kurum ve kavramların istilası altındayız.
Çağdaş dünyanın sihirli kavramı ‘modernite’ gibi soyut ve gittikçe muğlaklaşan kavramların felsefi muhtevasıyla, sosyal ve siyasal karşılıklarıyla hesaplaşmak önemli. Ne var ki modernite üzerinden meşruiyet kazanan, çok daha muğlak, yıkıcı, kuşatıcı kurumsal etkiyi gözardı edilebiliyor. Söz gelimi modernite üzerine entelektüel çıkarsamalar yaparken kapitalizmin bizi çepeçevre kuşatan, küreselleşen etkisine bigane kalarak bu tartışmaları sürdürüyor olabiliyoruz. Dahası entelektüel olarak antimodernist ama hayat tarzında, hatta iş dünyasında kapitalist ilişki biçimlerini sorgulamadan sürdüren, son derece uyumlu ‘birey’ler olabiliyoruz. Ve bu durumun Müslümanlığımıza da halel getirmediğini düşünebiliyoruz. Estetikten ticarete, siyasetten din anlayışına, sanattan kadın-erkek ilişkilerine uzanan hayatın çok farklı alanlarında bizi parçalanmış zihin ve bedenler olmaya zorlayan, her anımızı kuşatan ilişki biçimlerini, buna bağlı değer yargılarını sorgulamadan iman-amel bütünlüğü nasıl korunabilir.
Bugün yaşadığımız açmazlardan biri temel, somut sorunlarla yüzleşmek yerine bu sorunlarla bağlantılı olan ama ne çözüm ne de somut teklif anlamında bize bir sorumluluk yüklemeyen gevşek kavramlara tutunuyor olmamızdır. Bu bağlamda küresel kapitalizmin sanılanın aksine üst-yapı, kurumlar ve belli sınıflar arasındaki ekonomik ilişki biçimiyle sınırlı olmaksızın tüm insanlığa bir hayat tarzını dayatan, buna uygun insan tipi üreten, karmaşık, somut bir sistem olarak bizi kuşattığı gerçeği ile yüzleşmek zorundayız. Müslümanların entelektüel anlamda moderniteye karşı ortaya koydukları çabalar, sonuçları ne olursa olsun, önemliydi; zira din anlayışından kainat tasavvuruna kadar geniş bir varoluşsal sorunun anlamlandırılmasına dair sorular cevaplar kadar mühimdi.. Ne var ki, çağdaş sistemlerle yüzleşme adına, soyut düzeyde kalan ve hayatla ilişkilendirilmeyen eleştirel tutum, inanç ve eylem bütünlüğü içindeki alternatifi erteliyor, hatta iptal ediyor.
Kapitalizmin doğası, etkileri, işleyiş biçimi, küresel ölçekte insanlara dayattığı hayat ve ilişki biçimleri, önerdiği toplum ve birey modeli anlaşılmadan modernite tartışmaları entelektüel iştihamızı tatmin etmekten öteye geçemeyecek demektir.
Aslında bunları geçen hafta ölen İngiltere’nin eski Başbakanı Margaret Thatcher vesilesiyle, ama özellikle Türkiye bağlamında tartışmanın tam zamanı. Demir Lady üzerinde yazılıp çizilenler, her nedense Türkiye ile hiç ilişkilendirilmeden Britanya adasındaki uygulamalarıyla sınırlı kaldı. Oysa özellikle 1980’lerde, onun hayata geçirdiği neoliberal politikaların benzeri Türkiye’de de uygulanmaya kondu. Benzer siyasal ve ekonomik programların on beş yıl gecikmeyle burada da uygulanmaya konulması bir tesadüf mü? Muhafazakar aydın ve hatta siyasetçilerin içinde üst düzeyde modernite tartışmaları yapanlar, kapitalizmin sosyo-ekonomik ve siyasal sonuçları, uygulamaları ve önerdiği zihin ve insan modeli konularında neden sessiz kalırlar. Pratik gerekçelerini sıralamaya gerek yok. Ama zihinsel olarak bu sorunun sorulmamasını imleyen önemli nedenlere parmak basmak zorundayız.
Faşist İtalya’da atıldığı demir parmaklıklar arkasında devlet, hegemonya, sivil toplum gibi kavramlarla özellikle sol ve Marksist gelenekte çığır açan Antonio Gramsci’nin simgesel değeri çok yüksek bir tanımlaması tam da burada açıklayıcı duruyor: ‘Zihin kötümserliği, iradenin iyimserliği.’ Demir Lady’nin ‘alternatifi yok’ dediği süreçte sol aydınların durumunu çok iyi anlatıyordu bu söz. Alternatif model üretememişlerdi ama hiç olmazsa kimileri bedenleriyle karşı durabilmişlerdi…
Türkiye benzer süreçten geçse de Müslüman aydınların açmazı, Avrupalı sosyalist aydınlarınkinden daha farklı. Benzer durumlardayız; muhafazakar iktidar eliyle küresel kapitalizmin tüm kurumları artık Türkiye’de iyice yerleşti, küresel sisteme entegre oldu ve ekonomik başarı denilen şey de bu entegrasyonun bize açtığı krediden ibaret. Unutmamamız gerekir ki; 19. Yüzyıl sanayi kapitalizmi dahil küresel kapitalizmi ayakta tutan, kurumsallaştırıp etkinleştirenler liberallerden çok muhafazakarlardır. Batı tipi muhafazakarlıkla Türkiye’deki muhafazakar sağ tamamen uyuşmasa bile, bu ülkede 1950’lerden beri büyük dönüşümlerin sağ iktidarlar eliyle gerçekleşmiş olması tesadüf değildir.
Benzeşmeyen yanımıza gelince; hak, paylaşım, emek, sermaye gibi önceliklerde kapitalistlere karşı çıkan Marksist düşünce, sonuçta modern paradigmanın farklı bir yorumundan hareket ediyor. Bu nedenle neoliberal politikalara karşı zihin kötümserliğine düşen sol, politikalara karşı iradesini koysa da sonucu değiştiremedi.
Bu ülkede muhafazakarların dinin önerdiği hayat tarzını bireysel hayat tarzına indirgeyen neoliberal politikalarla barışık halleri, Gramsci’nin sözlerinin tam tersine işaret ediyor sanki. Zihnen iyimser ama bedenen kötümserlik hali… İslam’ın kapitalist zihniyeti, modern paradigmayı temelden sorgulayan farklı bir kainat tasavvuru yeniden dile getirildiğinde, tam da Thatcher modeline inat, insanlığa alternatif olma imkanına sahip zihinsel iyimserlik imkanına sahipken statükoyu parçalayan bedensel kötümserliği/kötürümlüğü aşma iradesini göstermeye bağlı bedensel kötümserlik hali yaşanıyor… sorun bu çelişkiyi fark edip iman amel ilişkisini yeniden kurmada.