Ali Bulaç – İstanbul için halkoylaması
Sonumuzu görmek zor değil aslında. İnşaat sektörüne yapılan yatırımlarla ticaret ve sanayiinin merkezi İstanbul 10 yıl içinde kuzeyde Karadeniz’e dayanacak. 3. köprü kuzey ormanlarını, kanal istanbul batıyı ele geçirecek. Başbakanın pek de inandırıcı olmayan “4-5 katlı konutlar” talebi ve gökdelen isyanı ile uyumlu bir yazı gibi gözükse de, Ali Bulaç’ın tavsiyeleri hegemonya içinde bir çatlak gibi duruyor. Ali Bulaç toplumun Müslüman olduğunu unutmamış, kentin -ve umarız ki sermayenin- dikey gelişiminden, gökdelenlerin zigurratlar gibi yükselmesinden rahatsız olmuş. İnşaat sektörünün son dönemdeki önemine rağmen iktidara yakın bir yerden gelen bu sese kulak vermek gerek.
ALİ BULAÇ
Küresel ekonomiye bağımlı politikalar ilk acı sonuçlarını vermeye başladı. Şehirlerin tahrip edilip yerlerine bedevilerin inşa ettiği kentlerin yer aldığı bu politika kaçınılmaz bir biçimde üç önemli sonuca yol açıyor: Başta aile olmak üzere toplumsal hayat çözülüyor.
Doğasında yatan eşitsizlik yüzünden kent çatışma alanına dönüşüyor. Firavun’un Haman’dan yapmasını istediği gökdelenler semaya meydan okuyor. Tabiatın kaynakları son maddi değerine varıncaya kadar yağma ediliyor. Hammadde, enerji, gıda ve pazar ihtiyacı sürekli büyümekte olan ülkeleri bunlara sahip olanlara karşı saldırgan hale getiriyor.
Küresel sermaye Ortadoğu’yu, İstanbul’u üs seçmiş durumda. İkinci boğaz, üçüncü hava alanı ve üçüncü köprü ile diğer enerji yatırımlarında telaffuz edilen rakamlar dudak uçuklatıyor. Gerçekten “çılgınlık” bu. Kent içi çatışma, tabiatın yağmalanması ve komşularla savaş ihtimali yanında İstanbul’un kendisi büyük tehdit altında. Nüfusu 15 milyondan 40 milyona çıkartılması planlanan şehrin güvenliği son derece kırılgan hale geliyor. Milyonlarca insanı üst üste yığdığınızda düşman hava kuvvetlerine bağlı birkaç sorti veya insansız hava uçakları yüzbinlerin hayatını söndürmeye yeter. Su şebekesine atacağınız bir avuç zehir, elektriğini kesmeniz veya merkezi ulaşım ve seyrüsefer noktalarına düzenlenecek bir terör saldırısı kitlelerin hayatını tehdit altına sokmaya yeter. Dağılmış bir nüfusa sahip ülke her zaman dış saldırılara karşı mukavemetlidir. İki üç katlı bir bina üzerine düşecek bombanın tahribatı ile on binlerce kişinin yaşadığı gökdelenlerden oluşmuş bir sitede ölenlerin sayısı aynı olamaz.
Bize bir “uyarıcı-korkutucu (nezir)” lazım. Temel iktisat politikası olarak ne yapılması gerektiğini 20 Nisan tarihli yazımda belirtmiştim. Burada siyaset ve demokrasi teorisinin esasıyla ilgili bir noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Demokrasilerde uygulamada baş gösteren zaaflara çare aramak üzere çeşitli tedbirler düşünülmektedir. Söz gelimi “azınlık hakları”nı çoğunluğun insafına ve iyi niyetine bırakmamak için, demokratik oylama veya çoğunluğun özgür iradesiyle yapacağı anayasanın azınlıkların temel haklarına aykırı olamayacağı kriteri bugün genel kabul görmüş bulunuyor. Bununla ilgili sorunlar önemli (bkz. 18 Şubat tarihli yazı, Ahlaki marjinaller), ancak yine de teori açısından bir kazanç sayılır.
Fakat asıl demokrasiyi zaafa uğratan konu karar alma mekanizmaları ve süreçleri üzerinde seçmenin yeterince söz ve inisiyatif sahibi olamaması. Dört yıllığına seçtiğimiz parlamento üyeleri, bildik prosedürleri takip ederek yasa yapıyorlar. Milletvekilleri, oyladıkları yasa hakkında doğru dürüst bir fikre sahip olmadıklarını, Meclis’te oturdukları yerden ön sıradakilere bakıp el kaldırdıklarını itiraf ediyorlar. Türkiye gibi bir ülkede liderin mutlak otoritesi geçerlidir, Duverger’in deyimiyle “seçilmiş krallar”ın yönetimiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Kendilerine her şeyin denetimlerinde olduğu hissi verilen seçilmiş kralların hangi iç ve dış lobilerin, şirket, baskı ve çıkar gruplarının derin etkisinde parlamentoyu yönlendirdikleri sır değil.
İstanbul’un nüfusunu azdıracak bu çılgın projeler milyonlarca sene içinde şehrin jeolojik yapısını, doğal dokusunu, içinde yaşayanların güvenliğini tehdit altına sokmaktadır. Bu ilahi ve tabii olana, insan fıtratına meydan okumadır. Bu ölçekte köklü kararları almaya siyasetçi ve yöneticinin hakkı ve yetkisi yoktur. Eğer bu konularda karar verilecekse halka sorulması lazım. Hiç değilse “bu kavim kendi helakine razı” ise sorumluluğu kendisi üstlensin. Bu mülahazayla -lehte ve aleyhteki görüşlerin iyice ortaya konulmasından sonra- halkoylaması yapılması gerektiğini düşünüyorum. Milyonlarca insanın ve kadim bir şehrin kaderini bugün var yarın yok yöneticilere, pozitivist düşünen teknokrat ve bürokratlara, küresel yağmacılara bırakacak olursak hepimiz ağır sorumluluk altında kalırız.
Kaynak: http://www.zaman.com.tr/ali-bulac/istanbul-icin-halkoylamasi_2086336.html