Hamza Türkmen – İslami Hareketin İşçi Sınıfına Zorunlu İlgisi

Uzun bir dönemden beri toplumsal alanda yitirilen tevhidi bilinçle birlikte müslümanların zayıflayan tefekkür yetisinin, gelişen olayları ve olguları, Kur’an ışığında yorumlama gücünü gösteremediği tarihi bir gerçekliktir. Buna bağlı olarak son dönemlerde İslam toprakları giderek emperyalizmin siyasi, kültürel, ekonomik ve hatta askeri hegemonyası altına girmiştir. İslam ülkelerinde bağımlı veya kukla iktidarlar Batılı yaşam tarzının yaygınlaşması ve kapitalist ekonomi ağının kurumlaşması için radikal tavırlar sergilemişlerdir. Fakat bu olumsuzluklar yanında yitirilen tevhidi kimliğimizi düşünsel ve toplumsal alanda yeniden ihya edebilme çabalan sayesinde, 19. yüzyıldan itibaren müslümanlar arasında gittikçe artan katılımcı, gelişimci ve kararlı yeni bir sosyal dalgalanma da oluşabilmiştir. Bilinçli müslümanlar, her geçen gün ağırlığını daha çok hissettiren Batılı değer ve uygulamalara karşı, müslüman kitleler arasında gösterdikleri ıslahat çalışmaları ile iç dinamizmin artırıldığı bir karşı koyuş çabası göstermektedirler.

İslami uyanışın sözünü ettiğimiz bu dinçliği, kendisini kuşatan olguları doğru tanımlama ve analiz etme imkanını her zaman beraberinde getirmedi. Ancak bu imkansızlığın İslami uyanış çabalarının ve son dönem toplumsal mücadele pratiğinin yeniliği ile bağdaşık olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Toplumdaki yerli ve yabancı ekonomik, sosyal, siyasi, itikadi tüm şirk unsurlarına muhalefet etmesi gereken; düşünce ve toplumsal ilişkiler alanındaki bozulmayı, toplam olarak egemen-müstekbir kurumları Kur’ani ölçüler ışığında değiştirip-dönüştürebilmeyi amaçlayan ve mesajını gündeme sokup gücünü ve sürekliliğini devam ettirebilme çabasında olan bir İslami hareketin, toplumsal yapıdaki tüm nesnel ve insani olgulara ilgisi kaçınılmaz bir bağlılıktır. Bu noktadan bakacak olursak; bilinçli müslümanların, bugünkü toplumda ilişkili oldukları ve konumunu iyi tahlil etmeleri gereken en önemli sosyal olgulardan birisi de işçi sınıfıdır. Genelde Türkiye müslümanları, işçi sınıfıyla, parti aracılığıyla verdikleri demokratik mücadele platformunda -onun, kapitalist ekonomi sisteminin oluşturduğu temel sosyal bir grup olduğunu bile idrak etmeksizin- destekçi alt bir grup olmaları niyetiyle ilgilenmişlerdir. Varlıklarını kapitalist yaşam biçimiyle özdeşleştirmiş batılı bazı sosyologların, sınıf kavramım yadsıyan ve araştırmalarında kullanmayan sığ ve tutucu değerlendirmelerinin,1 sosyal disiplinlerin imkanlarından yararlanmak isteyen bazı müslümanları olumsuz olarak etkilemesi de bir başka sorun. Tevhidi bilinçlenme temeli üzerinde yükselen İslami hareket süreci ise, konunun önemini kestirmekle beraber henüz işçi sınıfının varlığı ve sorunları hakkında yeterli ve çözümleyici tesbitler ortaya koyamamış; dolayısıyla ortak politikalar üretememiştir.

İşçi sınıfının varlığını, kendi varlığı için doktrinel-ideolojik kalkış temeli yapan determinist-ütopik bir sistemin trajik çöküşünü ve kapitalist yayılmanın emperyalist ABD ile yeni bir dünya sömürü düzeni oluşturma coşkusunu izlediğimiz bir dönemde, işçi sınıfının varlığını, sorunlarını, geleceğini ve İslami hareketin bu konuyla ilgisini tartışabilmek çok rahat ve imkanlı bir alan olarak görünmüyor. Rahatsız eden nokta, işçi sınıfı ideologluğu yapan ütopik ve haksız bir rejimin, kapitalist ekonomi karşısında çöküşü ve sermaye sınıfının (kapitalistlerin) ekonomik güç yanında yeni ideolojik ve psikolojik avantajlar elde etmeleri ile ilgilidir. Müslümanlar açısından konunun tartışılma imkanlarını sınırlayan en belirgin sebep de, kolaya kaçan tepkiselliğimiz ve düşünce tembelliğimiz ile irtibatlandırılabilir. Kur’an ile olgular arasında sahih bir irtibat kuramamanın birikimsizliği bu konuda da karşımıza imkan eksikliği olarak çıkıyor.

Alternatif Sistemler Bakımından İşçi Sınıfının önemi

Bizler içinde yaşadığımız “batıcı-laik-liberal” sistemin bir diğer deyişle “sömürgeci kapitalist” sistemin temel sosyal öğelerini ve iç çelişkilerini tartışmaktan çok, bize dayattığı sonuçları üzerinde durmaktayız. Egemenliği altında yaşadığımız kapitalist sistemin bize dayattığı tüketim kültürüne ve teknolojinin olumsuz boyutuna karşı, yazarlarımızın ürettiği kitap ve makalelerin hacmi büyük bir yekûn tutmaktadır. Oysa kendini tüketim politikaları ile yeniden üreten bir sistemin yaşam tarzına karşı çıkış, o sistem içinde yaşayanlar için sistemin çelişki ve zaafiyet noktalan üzerinde odaklasan sosyal bir politika ve verilen aktif bir mücadele pratiği ile beslenmiyorsa, gösterilen karşı çaba, sadece kültürel ve moral bir etkinlik olarak kalmaya mahkumdur. Sistemin kendini yeniden ürettiği tüketim politikaları, ve bilginin gücünden üreyen teknoloji silahı, kapitalizmin varlığını devam ettirebildiği en önemli iç dinamikleridir. Kapitalist sistemin, dolayısıyla sermaye sınıfının sürekli çeliştiği ve çekindiği ise üretim sürecinin en aktif unsuru olan işçi sınıfıdır.

İşçi sınıfı, sanayi devriminden bilgi ve teknoloji devrimine uzanan kapitalist sürecin üretim ünitelerinde, üretilen mamule alın terini, göz nurunu veya fikir emeğini katan, mesaisini bağlayan, geçimini bu ünitelerin patronlarının belirlediği ücrete dayandıran, temel çıkarları ve sosyal konumları birbirine benzeşen büyük bir sosyal gruptur. Bu benzeşmede; olayı zorlayan, iş bölümünden kaynaklanan ve somut olarak da önlüklü işçilerle kravatlı işçiler arasında görülen bazı kategorik farklılaşmalar vardır. Ama özellikle kapitalistleşme sürecindeki ülkelerde sermaye-emek çatışması giderek bu kategorilerin gelir düzeylerini birbirlerine yaklaştırmaktadır.

İslam, kapitalist üretim ve yaşam tarzına karşıdır. İslami hareketin anti-kapitalist tavrı, tarihî materyalist şemalarda işçi sınıfı Üzerine üretilen marksist sınıf bilincinin determinist mücadelesini, nitel sıçramalara yöneltme hayalciliğine dayanmıyor. İslami hareket için anti-kapitalist tavır; alemlerin yaratıcısı olan Rabbimizin verili ve adil sisteminde bozgunculuk yapıp azgınlaşan, ululuk taslayan tüm zulüm, sömürü ve şirk düzenlerine karşı gösterilen tevhidi mücadele sorumluluğumuza dayanıyor. Bu sorumluluğumuzun gittikçe yaygınlaşması sonucudur ki, kapitalizm, sosyal bilimler alanında “fundamentalist İslam” araştırmalarına birinci dereceden önem vermeye başlamıştır. Bugün kapitalizm, sahip olduğu güç ve pragmatik kimliği ile Doğu Bloku dahil çoğu şirk güçlerinin çekim odağı haline gelmiş ve büyük ölçüde küfür mekanizmalarının entegrasyonunu sağlamıştır. Bu süreçte kapitalizm için ucuz iş gücü, ham madde zenginliği ve tüketim pazarı olarak görülen İslam dünyası; aynı zamanda potansiyel ve yegane köklü zıt alternatif odağıdır da. Dolayısıyla İslam dünyası, kapitalist sistem için çok önemli ilgi konusudur. Bütün bu olumsuzluklarıyla egemen şirk sisteminin çağdaş ifadesi olan kapitalizm; adil, haklı ve özgür bir yasam mücadelesi vermek isteyen bütün müslüman kitlelerin ve insanlığın en azılı düşmanı durumundadır.

Kapitalizmin egemenlik alanında yürütülen bugünkü İslami mücadele, bu sistemin sonucu olan tüketim köleliğine karşı çıkarak veya teknolojik imkanların olumsuzluklarını eleştirerek kendisine fazla nesnel bir zemin bulamaz. Kapitalist sistemin teorik kurgusuna karşı yöneltilen eleştiri, diğer eleştirilerle birlikte ancak sistemin potansiyel karşıtlan olan müstezaf (ezilen) kesimlerle kurulacak ilişkilerle nesnelleştirilebilir ve böylece İslam’ın zulme, sömürüye, haksızlığa ve her türlü şirke karşı oluşu sosyal bir bilinç haline dönüştürülebilir.

Özellikle kapitalizmin kurumlaştığı ve artık değerden daha fazla hak, emperyalist sömürüden de pay verilen işçi sınıfı ile anlaşmalı bir bütünlük kurulduğu ABD, Batı Avrupa ve biraz da Japonya dışında; hemen hemen bütün dünya ekonomilerinin kapitalist ekonomi sistemine yöneldiği 20. yüzyılın sonuna doğru, bu üretim sürecinin oluşturduğu/oluşturacağı işçi sınıfı, şimdi ve gelecekte egemen sistemin çeliştiği en yaygın sosyal sınıf statüsünü devam ettireceğini hissettirmektedir. İşçi sınıfı, endüstrileşme sürecini yaşayan bağımlı ülkelerdeki kapitalist sisteme karşı en önemli karşıt potansiyeli elinde tutarken; kapitalist/emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfı, politik gücünü yitirmiş olmakla beraber, yine de ekonomik çıkarlarını anlaşma zeminlerinde savunma ortak bilincini taşıyarak sistem içindeki karşıt potansiyelin pasif bir parçası olarak varlığım sürdürmektedir.

Kapitalist sistemde emek ve sermaye ikileminde gerçekleşen üretim sürecinin en sorunlu ve dinamik öğesi tabii ki işçi sınıfıdır.

İşçi sınıfı sorunlu bir sosyal gruptur. Çünkü ürettiğinin karşılığını, emeğinin hakkını belirleyen güç; kâr etmeyi tek mutlak değer ve varlık sebebi olarak gören, müstekbir (ezen) kapital sahipleri ve dolayısıyla onların çıkarları etrafında kurumlaşan kapitalist sistemdir. İşletme kârında görülen büyüme, genellikle üretimdeki emek payının kısılması, kısıldığı oranda sermayedar tarafından gasbedilmesi sorununu gündeme getirmektedir. İşçilerin sağlık, beslenme, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayacakları ve çocuklarına daha iyi bir eğitim, ailelerine daha iyi bir gelecek sağlamak hayali ile mesailerini bağladıkları, emek verdikleri işletmenin girdilerinden alacakları ücret üzerindeki oynamalar, sabit bütçeleri sarsmakta, yaşam tarzını etkilemekte ve sosyal sorunları hareketlendirmektedir. Milli gelirden alınan pay oranları düzleminde ele alınacak genel bir yaklaşım bile konuyu aydınlatmaya yetebilir. Bu konuda Türkiye’den örnek verecek olursak aşağıdaki tablo, işçi sınıfının sorunlu yapısını daha anlaşılır kılacaktır:

Türkiye’de Milli Gelir İçindeki Faktörlerin Payı2

Yıllar TARIM MAAŞ-ÜCRET SERMAYE
1977 29,12 36,18 34,70
1978 26,66 35,19 38,15
1987 17,60 17,00 65,40
1988 15,80 14,00 70,20

İsçi sınıfı, dinamik bir sosyal gruptur. Çünkü işçi sınıfı çalışmakta ve üretmektedir. Düzenli çalışmanın getirdiği disiplinlilik, üretimdeki iş bölümünün sağladığı dayanışma alışkanlığı ve hak mücadelesinde kazanılan deneylerin hayat bilgisi, üretim sürecinin işçi sınıfına sağladığı çok önemli bir dinamizmdir. İşçi, kapitalist müteşebbisin kendisini maliyet unsurlarının herhangi bir nesnesi olarak algıladığını ve ürettiği değerden hakkını adil olarak alamadığını, kapitalistin yaşam tarzındaki lüks, şatafat ve debdebeyi somut olarak gördüğünde daha iyi anlar. İşçi sınıfı, kapitalist toplumdaki müstezaf (ezilen) kesim içinde sömürünün nedenlerini kavramaya daha yakın ve yatkındır. Ve işçi sınıfı giderek şunu görür: Kendi hakkını alabilmesi, sömürünün geriletilmesi olayına bağlıdır. Ama sömürüye karşı nasıl bir mücadele verilecektir? İslami hareket açısından bu sorunu cevaplamadan önce, mustezaf ve muhalif kesim arasında işçilerin hangi kategoriye oturtulduğu, kapitalist sistem içindeki üretim-sermaye ilişkilerine nasıl bakıldığı sorununu çözmek çok daha hayatiyet taşımaktadır.

Müslümanların İşçi Sınıfına İlgi(sizlik)leri

Müslümanların işçi sorununa ilgisizliği değişik açılardan tartışılabilir. Bu konudaki en büyük zaaf, müslümanların dini anlama biçimlerindeki yanlışlıklarını, Kur’an ışığında ıslah edebilme gücüne henüz kavuşamamalarıdır. Dolayısıyla yeni olaylar karşısında Kur’an kalkışlı çözümlemeler yapacaklarına, geleneksel ulemanın fetvalarını modernize etmeye çalışarak olayı daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmektedirler.

Müslümanlar genellikle, İslam tarihinde Ebu Yusuf, Ebu Ubeyd, İbn Kemal gibi fıkıhçıların yerleşik sistem (darul-İslam) içinde iş akdi, zekat ve vergi tahsilatı, ortaklık ve şirket çeşitleri gibi ekonomik konularda, tüccarlara ve haksız-zalim iktidarlara yol göstermek için yazdıkları Kitabu’l-Emval, Kitabu’l-Haraç3 gibi fıkıh mecmualarındaki içtihadların oluştuğu ortamları henüz anlayabilmiş değillerdir. Söz konusu ortamların üretim faktörleri ve biçimlerinin çok önceleri değişime uğradıklarını kavrayamadıkları gibi, o ortamların hukuki boyutunun (daru’l-İslam) meşruluktan uzak, gasbedilmiş ve haksız bir statü oluşturduğunu da kavrayabilmiş değillerdir. Hiç değilse Hanefi mezhebine bağlı olduğu belirtilen Türkiye müslümanlarının büyük çoğunluğu, İmam Ebu Hanife’nin devrinin hukuki meşruiyetini (daru’l-İslam) reddettiği için işkenceler altında şehid edildiği4 bilgisinden kalkarak, kendilerine temel referans kaynağı olarak telkin edilen fıkıh kitaplarının güvenilirliğini sorgulayabilselerdi!..

İşin ilginci, taklit taassubundan sıyrılarak yeni sorunlara içtihadi yaklaşımlarda bulunmak azmini gösteren çağımız müslüman düşünürlerinin çoğu, müslümanların ekonomik sorunlarına ve özellikle işçi sorununa daha ziyade alternatif bir ekonomik model oluşturabilmek kaygısı içinde bakmışlardır.5 Müslüman kitleler üzerinde gittikçe daha fazla ağırlığını hissettiren kapitalist ekonominin ve Batı emperyalizminin egemenliğini nasıl aşacaklarına dair pratiğe indirgenebilecek ciddi tasanlar geliştirememişlerdir. Bu ataletin tek istisnası İran İslam Devrimi’dir. Fakat gelişmemiş bir endüstri ülkesi olması hasebiyle, Şahlık rejiminde işçi sınıfının devrimdeki fonksiyonu çok ağırlıklı olmamıştır. Ama mustezafların davasını savunma şiarıyla devrime hakim olan hava, bilinçli müslümanların işçi sınıfına ve işçi sınıfının sorunlarına daha sıcak bakmaları konusunda önemli bir katkı sağlamıştır.

Müslümanların isçi sınıfının varlığını görmezden gelmelerinin en önemli nedenlerinden biri de, anti komünizm hastalığı olmuştur. Hakkın, adaletin, emeğin en keskin savunucuları olmaları gereken müslümanlar, tevhidi bilince yeterince ulaşamamaları sonucudur ki, gelişen sosyal olayları gereği gibi kavrayamamışlar, yanlış kimliklerin ve tavırların ortağı olmuşlardır. Örnek olarak MTTB’nin 1969’da neşrettiği bir kitapçığı gösterebiliriz. 1960’lı yılların Türkiye’sinde en önemli talebe kuruluşu olan MTTB müslümanların eline geçer. Kuruluş, Burhaneddin Kayhan’ın önsözüyle, müslüman gençlere İslam’ın iktisadi görüşünü sunmak amacıyla bir kitapçık yayınlar. Güncel sorunlara değinmekten uzak ve muhtasar bir biçimde kaleme alınmış olan eserdeki İslam devletinin gelirlerinin hangi sahalara harcanacağı konusunda dile getirilen görüşe bağlı olarak ifade edilen tesbitler çok düşündürücüdür:

“Devlet gelirlerinden bir kısmının önce fakirlere verilmesi lazımdır. Fakir deyince burada muhtaç durumda olan kimseler kastedilmektedir. Modern anlamıyla düşünürsek, işsizlerin bu gruba girmesi gerekir. Şu halde, İslami açıdan devletin birinci görevi, fakir ve işsizlere yardımdır. Bugünkü refah devletinde uygulanan bütün sosyal siyaset prensiplerinin temeli bu anlayışa dayanmaktadır. Devletler, bugün aynı şeyi yapmaya çalışıyor.”6

Buradaki mantık kalıbı ve kapitalizmin en büyük aracı olan modern devlet vakıasının gereği gibi kavranmaması, olumsuzluk olarak o devirdeki tarikat büyüklerinin, M. Şevket Eygi yönetimindeki Bugün gazetesinin, İslami dergilerin, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin müslüman kitlelere yaptıkları telkinlerde de değişik nüanslarda varlığını sürdürmüştür. Oysa müslümanların ana kitabı Kur’an-ı Kerim, kapitalist üretim sürecinde sermaye sınıfının kimlik edindiği kötü amellere dikkat çekmiş, bu tavırları sergileyenleri tehdit etmiş ve kapitalizmi anlamamız için birçok ipuçları vermiştir: Yüce Allah Kitab’ında; zenginleştikçe müstağnileşen (92/8), hak edenlerin rızıklarını kısan (16/71), cimrilik ve nankörlük eden (4/36-37), insanların mallarını haksız yere gasbeden (9/34), sürekli sermaye biriktiren (70/18), malı zenginler olarak sadece aralarında dolaştıran (59/7), faiz alan (4/161) insanları uyarmış ve bu tür eğilimlere şiddetle karşı çıkmıştır.

Burada tartışma sahamızla ilgili diğer bazı ayetlerin muhtevasına işaret ederek numaralarını aktarmak istiyoruz: Yüce Rabbimiz herşeyin yaratıcısıdır (6/102). Mülkün mutlak sahibidir (35/13). Rızkın kaynağı Allah’tır (11/6). Rızıkta insanlar eşittir (16/71). Rızık el emeğinin ürünüdür (36/35). Geniş anlamıyla insanın değerini belirleyen onun emeğidir (53/39). Mallarda düşkün ve yoksulların hakkı vardır (51/19). Rabbimizin rızkından yararlanılmalı, bozgunculuk yapılmamalıdır (2/60).

Sadece bu ayetler ışığında bile kapitalist sistemin varlığının, Rabbimiz karşısında azan, haksızlık yapan ve ilahlık taslayan bir temele oturduğunu söyleyebiliriz. Yine sadece buradaki ayetlerden kalkarak kapitalistlerin gerçekleştirdikleri zulüm ve sömürüyü görebiliriz.

Artık müslüman düşünürler yaşadıkları vakıayı keşfetmelidirler; İslam toplumunda uygulamayı tasarladıkları, vakıadan kopuk İslami ekonomik modelleri oluşturma çabalarını askıya alıp, içinde yaşadıkları sistem içinde nasıl bir toplumsal muhalefet oluşturabilecekleri gerçeği ile yoğunlaşmalıdırlar. Ticaretin helalliği (2/275) üzerinde durularak İbn Mace’nin Hz. Muhammed’den naklettiği “işçinin Ücretinin ‘teri kurumadan’ verilmesi” mevzuundaki hükme dayanarak, bugünkü gerçekliğimiz ve sorunlarımız atlanıp geleceğe dönük vakıasız modeller oluşturmak ve insanları bu İslami modellere sahip çıkmaya çağırmak ne kadar inandırıcı olur acaba? Konjonktürel dalgalanmaların on senede beş senede bir değiştiği günümüzde, iktidar sonrası nasıl bir sosyal-siyasal-ekonomik vakıa ile karşılaşacağımızı bilmeden müphem projeler üretileceğine, bugünkü gerçekleri ve problemleri görüp bugünkü sorunlarımızın içinden nasıl çıkılacağı konusu üzerinde daha fazla durulmalıdır. Bugünkü sorunlar karşısında Kur’anî mesaja uygun çözüm üretecek metodlar geliştirilmeli ve problemler karşısında çözüm üretebilecek insanlar yetiştirilmelidir. Problem çözme becerisine sahip bilinçli müslümanların yapacağı ilk pratik ise, çevremizi kuşatan karanlık zihniyetlerden ve içinde yaşadığımız emperyalist sistemden nasıl kurtulacağımız noktasında odaki aşmalı dır. Böyle bir odakta yoğunlaşmayan tüm fikir ve ameller, egemen rejim için rahatsızlık uyandırmayan ve hatta çoğulcu sistem aldatmacasına renk katan gayretler olarak, İslam düşmanları tarafından takdir bile edilebileceklerdir.

Bugün tüm İslam dünyası, üçüncü dünya ve zayıf kitleler, kapitalizmin gerçek yüzü olan çirkin yüzü ile karşı karşıyadırlar. Kapitalist bilinç, meşruiyetini Roma asiller sınıfının imtiyazlarına dayandırmaktadır. Ezdiği, sömürdüğü, çalıştırdığı, insan kitlelerini ise Roma Eşya Hukuku’nda yer alan kölelerle aynılaştırmaktadır. Sermaye sınıfı etrafında çevrelenen ara zümreler de asillerin silahşorları! Kapitalist sistem içinde tutunmaya çalışan sisteme muhalif işletmecilerin konumu ise ayrıca değerlendirilebilecek bir konudur.

Günümüz İslam dünyasının sosyal, ekonomik, endüstriyel, siyasi geriliği ve iktidarlara hakim işbirlikçi laik-batıcı kadroların despotluğu müslüman kitlelerin ve mevcut tabanın ezilmişliğini daha çok derinleştiriyor. Ama toplumda azınlığı oluşturan hakim sınıf ve halkına yabancılaşmış türedi-besleme bir zümre, yaşam biçimine dönüştürdükleri bireycilik, tüketimcilik, fırsatçılık gibi eğilimlerin empozesiyle ezilen, sömürülen, mahrum kitleleri ve öncelikle nitelikli katmanlarını pragmatik bir dünyevileşme cehennemine doğru yönlendirmek istemelerine rağmen, ezilen kitleler en azından yakından hissettikleri şirkin toplumsal boyutunu kavramaya çok daha yatkın bir potansiyel taşımaktadırlar. Önemli olan bu potansiyeli görebilmek, gücünü kestirebilmek ve işlevsel kılabilmektir. Kendini gerçekleştirme sürecini yaşayan İslami hareket, fikri ve yapısal iç bütünlüğünü netleştirip, katılımcı karar mekanizmalarında tasarlayacağı kitlelere yönelik stratejilerini kitlesel mücadele ortamında denemeye başladığında bu potansiyeli daha yakından analiz edebilecek ve İslami doğruları onlarla birlikte daha fazla paylaşabilme imkanını yakalayacaktır.

(Bu noktada işçi sınıfının değerlendirilmesiyle ilgili Mehmet Alagaş’ın Yeryüzü dergisinde Yayınlarıan konuyla ilgili bir yazısına değinmek istiyoruz. Yazı ümmet bilincini sosyal grupların çıkarları uğruna parçalamama endişesiyle kaleme alınmış olmakla birlikte işçi sınıfının değerlendirilmesi acısından önemli zaaflar taşımaktadır. Alagaş, aç kalmamak, nevini devam ettirmek gibi en temel ihtiyaçlarını gidermek kaygısıyla emeğini kapitaliste kiralayan ve sermayedarın gasbettiği haklarını ekonomik mücadele ile geri alma mücadelesi veren işçi sınıfının, “ayaklarından öte beyninin emperyalizme zincirlendiğini ve mücadelelerinin de bencil bir çaba olduğunu” söylemektedir. (yeryüzü. Sayı 2. 1991). İşçi sınıfının hak arama mücadelesinde sistemin bütününü görememesinin ve sistem içi sınırlı tepkilerle yetinmesinin yanlışlığı, vahyin tebliğinin ulaştırılamadığı bu insanların bilinçsizliğinden önce; yetimi korumak, yoksulu doyurmak, hırsızın elini kesmek, her türlü zulme ve şirke karşı çıkmak yükümlülüğünü taşıyan bilinçli/muvahhid müslümanların onlara gereği gibi Tevhidi mesajı götürememeleri ve hakkın şahitliğini sergileme konusundaki zaafiyetleri bağlamında aranmalı değil mi? Aynı derginin 4. sayısında Ahmet Özcan’ın işçi sınıfının ezilmişliğine sahip çıkmak ve İslami mücadeleye kanalize edilmesini sağlamak için, işçi sınıfı yanında saf tutmanın İslami tahlilinin yapılması gereğine dikkat çekmesi ise, İslami hareketin yeniliğine, eksikliklerine ve sorumluluk alanlarına dikkatleri yönlendiren önemli bir vurgudur.)

Zulme ve Sömürüye Karşı Müstezafların Yanında Olmak

İslam bu dünyada yaşanmak için gelmiş bir dindir. Mutluluk, adalet ve özgürlük yolu, şirk güçlerine karşı verilecek tevhidi mücadelenin sıcaklığında yakalanacaktır. Kurtuluş, tevhidi bilinçlenişle ve mücadele alanında kazanılacaktır.

Rabbimizin yaratıp, düzene koyduğu evrende, iyiliğe ve kötülüğe meyletme yetisi vererek elçileri aracılığıyla doğru yolundan haberdar ettiği insan oğulları arasından, zamanla şeytani duygulara kulak kabartan tipler çıktı. İradesini bencilce kullanan, azan, sapan, inkar eden bu azınlık grup (müstekbir, mutref, mele, mutedi, zalim…) yeryüzünde bozgunculuk yaparak, Rabbani olanla şeytani olanın, vahyi olanla beşeri olanın olumsuz kutbunu gerçekleştirdi. Ve böylece tevhid-şirk mücadelesi toplumsal bir boyut kazandı. İnkarcı, azgın, mal yığan müstekbir (ezen) tipler zamanla elde ettikleri güçle birlikte toplumsal iktidarı da ele geçirdiler. Rabbimizin kendilerine verdiği nimetlere sahip olamayan toplumlar ise, vahyi değerlerini yaşatamayanlar veya tahrifata uğratanlardı (8/53).

İslam tarihi, ilk insandan bu yana yeryüzünde yaşanan bozgunculuk ve zulüm olgusuna karşı, rasullerin ve muvahhid insanların gerçekleştirdikleri tevhidi mücadele sürecinden oluşuyor. Tevhidi mücadele her dönemde kendisini, Kur’an’da belirtilen tarihi ve toplumsal yasalara göre oluşturmaktadır, İslam’ın toplumsal değişim/devrim konusundaki en önemli önermesi şudur: Bir toplum nefislerinde bulunanı değiştirmelidir (13/11). Bu önerme çerçevesinden baktığımız zaman, toplumsal mücadele için kitlesel boyutu oluşmamış İslami grupların mevcut aktiviteleri ve nitelikleri yeterli bir çözümlemeyi taşımamaktadır. Çözüm; taşınan doğruların şahitliğinin yapıldığı sosyal bir örneklikte, tevhidi doğruların kitlelere aktarılması ve kitlelerin geliştirilecek haklı talepleriyle bütünleşmeye gidebilmesindedir. İslam dünyasında ve Türkiye ölçeğinde çözüm; müstezaf kitlelerin sorunlarına sahip çıkılması, haklı taleplerine cevap verilmesi ve oluşturulan ünsiyet içinde cahili anlayış ve davranışların kaynağının ifşa edilip tevhidi anlayış ve mücadele saflarında bütünleşilmeye çalışılmasındadır.

Sosyal sınıflar ve sınıf çatışmaları İslam dışı rejimlerin bünyesel gerçekliğidir, İslam dışı rejimlerde egemen şirk güçleri gasıp, müstağni, sapkın, müstekbir tavırlarıyla daha işin başında azınlık bir sınıfı ve işbirlikçilerini oluştururlar. Ve kitlenin yönetilen büyük kesimi en genelde müstezaf bir kimliğe mahkum olur.

İslam’ın ümmetçi yapısında nimetlerin ve hükmün adil ve eşit bir biçimdeki dağılımı, sınıf farklılaşmalarını engelleyen, müminleri yoklukta ve varlıkta birbirlerine kardeş kılan bir uygulamadır, İslam toplumunda tüm kişi ve zümrelerin temel ihtiyaçlarının karşılanması konusunda toplam ekonomik hasılada payları vardır. Böyle bir toplumda sosyal sınıflardan değil, doğal yeteneklerin oluşturduğu toplumsal kategorilerden bahsedilebilir. Eğer bu adil ve eşitlikçi yapı işlemiyorsa, İslami uygulamalarda bozulmalar (ifsad) oluşmuş, yeni sosyal gruplar türemiş demektir. Tarih döngüsünü oluşturur ve ıslahatçı çabalar yeni İslam devrimlerinin temellerini kurmaya başlar. Değişen olguyu kavrayamayan gelenekçi-mukallid unsurlar ve yeni egemen güç tabii ki bu çabaların önüne dikilir ve mücadele başlar. Toplumda sınıflar kendini hissettirmeye başlar ve sınıflar arası mücadele potansiyeli oluşur. Zalimlerin müstezaf kesimler üzerindeki baskısı giderek yoğunlaşır.

Zorbalıkla halkını çeşitli gruplara bölen ve zayıf düşürdüğü kesime zulmeden Firavun karşısında, Allah’ın iradesinin müstezaf kitlelerin aydınlığa ve kurtuluşa ulaşması doğrultusunda tecelli ettiğini Kur’an-ı Kerim’den okumaktayız (28/4-5). Zulme boyun eğmiş konumda kalan müstezaf kitlelerin konumu tabii ki olumlanmaz (4/197). Ama zalimlere karşı güç yetiremeyen ve Allah’dan bir kurtuluş vesilesi dileyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğruna müminlerin mücadele vermesi istenir (4/75).

İşçi Sınıfının Etkinliği Karşısında Hayaller ve Gerçekler

Burada işçi sınıfının verdiği mücadelenin, kapitalist sistemin çıkarlarıyla çelişen bir hak alma mücadelesi olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu gerçeğe rağmen, Marksist bir izahla öncü devrimcilerin işçi sınıfına aşıladıkları veya diğer materyalist kendiliğindenci anlayışın işçi sınıfı doğasının dinamiklerinden fışkırmasını beklediği işçi sınıfı bilincinin, tarihsel devrim determinizminin tekerleğini döndüreceğini beklemek, tarihi materyalist kalıpların hayali sosyal kurgularıyla oyalanmak ve toplumsal gerçeklere karşı körelmek anlamına gelir.

Marksizm, işçi sınıfına biçilen rolü, beyin aracılığıyla doğanın yasalarından ve varlığın ilkelerinden çıkartıldığını iddia ettiği diyalektik yasalara bağlar. Ona göre işçi sınıfı, tarihe ait bir nesne olmaktan başka bir değer taşımaz. Kapitalist üretim aşaması karşısında tarihin aktif öznesi haline gelip bir devrim gerçekleştirmesi, öncü partinin ona sınıf bilincini aşılamasıyla mümkün olacaktır. İşçi sınıfının fıtri ihtiyaçlarını ve yapısal eğilimlerini diğer insanlardan ayıran diyalektik zorunluluk yasaları acaba, Engels’in dediği gibi doğadan bulunmuş ve oradan mı çıkartılmıştır; yoksa bu yasalar, kurgu aracılığıyla doğaya mı sokulmak istenmiştir.7

Kur’an tetkik edildiğinde doğa ve doğa yasalarının ve farklı olarak iradeli varlıklar olan insan ve toplum yasalarının, insan bilincinin oluşumundan önce Rabbimiz tarafından yaratıldığı görülecektir. Oysa materyalistlere göre toplumsal yasalar, varlığı kendiliğinden olan doğanın kendi yasalarının zorunlu ve nitel bir uzantısıdır. Vahiy kültüründe toplumsal yasalar vardır. Ama bu yasaların varlığı determinist bir çizgide değil, toplumların vahiy-şirk ikilemi içindeki iradeli tercihleriyle işlerlik kazanmaktadır. Doğanın ve insan biyolojisinin kendi yapıları ve yasaları vardır. Ama sosyal hayat iradi taşıyan bir alandır. Sosyal hayatın yasaları, tevhid-şirk ekseni içinde insan iradesinin yaptığı tercihler toplamına göre işler. Doğru tercih, yani ilahi bir olgu olarak karşımıza gelen Kur’an’ı ve ondaki önermeleri iyi kavrayıp onları hayata uyarlayabileceğimiz bir pratik, sonuçta sosyal yasaların doğadaki yasalarla uyumunu kurar. Ezilen sınıfların şirk dairesi içinde kalarak ezenlere karşı verdikleri mücadele ile bu uyum sağlanamaz. Her türlü azgınlığa, sömürüye, haksızlığa kaynaklık eden bataklığın şirk olduğu unutulmamalıdır.

Çözülmekte olan Sosyalist Blok’ta ve kapitalizmin vatanı Batı Avrupa ve ABD’de kendilerine verilen tarihi rolü bir türlü üstlenemeyen işçi sınıfının olumsuzlukları, bir çok sosyalist düşünürün hafızasındaki “işçi sınıfı bilincinin mutlak belirleyici” olduğu tezini yıpratmaya başlamıştır. Toplumsal Kurtuluş dergisi yazan Çelik Bilgin’in devrimi, bir sistem ile üretici güçlerin karşılaşmasına değil de, iki sistem arasındaki çatışmanın sonucuna bağlaması,8ortodoks marksistler için, toplumsal değişimin kalkış noktasını işçi sınıfının belirleyiciliğine hasretme şablonundan önemli bir uzaklaşma örneğidir. Ve ütopik zorunlu yasaların tarihi-sosyal kurgularından uzaklaşıp reel temellere dayanarak kapitalist sisteme karşı çıkma çabası olarak değerlendirilebilir. Aynı zamanda bu nokta, işçi sınıfı bilincinin bütüncül ve birleştirici bir sistem/ideoloji olmadığının; ama kapitalist sisteme karşı olan bir sistemin/ideolojinin işçi sınıfının kütlesini ve etkinliğini dikkate alması gerektiğinin9tesbitinde ilerleme sağlayan önemli bir yaklaşımdır.

Kapitalizmin, mülkiyet ve servet ölçüsüne göre kurduğu sosyal piramidin yapısına ve alttaki geniş yığınların üretici-yaratıcı vasıflarını kısıtlayıp bu potansiyeli niteliksizleştirmesi ne karşı verildiği iddia edilen sosyalizm mücadelesini, artık özellikle işçilerle birlikte diğer unsurları da gözeterek hayatın her alanına yaymak, bu zemin üzerinde bilgi ve olgunluk düzeyini yükselterek yalnız siyasi bir ağırlık değil, alternatif bir hayat tarzı oluşturmak şeklinde yorumlayan10 sosyalist aydınlar çoğalmıştır. Örneğin, Alman Komünist Partisi, anti-kapitalist bir parti olmanın, işçi sınıfı partisi kavramına yaslanmaktan daha kuşatıcı olacağı kararına varmıştır.11

Değişen şartlar karşısında sosyalistler yeni içerik ve biçim belirlenimlerine gitse de, sorunun ana düğümü şu soruda yatmaktadır: Acaba sosyalizm mücadelesini hangi “bilgi ve olgunluk düzeyi”12 düzlüğe çıkaracaktır?

Kapitalist sömürü karşısında Marks’ın devrim sürecinin “pasif öğesi” olarak nitelediği ve giderek sınıf çıkarları ismini alacak olan “pratik gereksinmeler” üzerinde durması önemli bir gerçekliktir. Ama işçi sınıfının varlığı üzerine bina ettiği ve devrimin “aktif öğesi” olarak tanımladığı teorisi/akidesi13 ise, yine kapitalist kuram gibi insan gücünün sınırları içinde ve şirk öğeleri üzerinde oluşmaktaydı. Oysa, doğada var olan düzeni sosyal hayatta da tesis etmenin ölçüsü; evreni bir ölçü ile yaratan Rabbimizin, sınav alanımızda tercihlerimize sunduğu hidayet kitabı olan Kur’an’dan alınmadığı müddetçe zulüm ve sömürü karşısında uyumlu, adil ve haklı bir alternatif hayat tarzı gerçekleştirilemeyecektir. İşçi sınıfı adına gerçekleştirilen devrimlerin çözülerek kapitalizmin çekim alanına doğru kaymasının ve Türkiye’de de işçi sınıfı adına verilen mücadelenin bir türlü ekonomik mücadele boyutunu aşamamasının nedenlerini, işaret ettiğimiz tevhid-şirk ekseni etrafında yapılan tercihler noktasında aramak lazımdır.

Türkiye İşçi Hareketinin Oluşumu

Türkiye, İslam ülkeleri arasında en fazla sanayileşmiş bir ülkedir. Nüfusunun yarısını işçi ve işçi aileleri oluşturur.14 Ayrıca aşağıda verdiğimiz 1980’li yılların Türkiye’sindeki gelir dağılımına bakılacak olursa müstezaf kesimin çok yaygın bir tabaka oluşturduğu görülebilir: Toplam nüfusun:

1- En yoksul ilk           %20’si,         Milli Gelir’in     %4’ünü;

2- En yoksul ikinci       %20’si,         Milli Gelir’in     %7’sini;

3- En yoksul diğer       %20’si          Milli Gelir’in     %13’ü;

4- Yoksul diğer            %20’si          Milli Gelir’in     %21’ini;

5- En varlıklı               %20’si          Milli Gelir’in     %55’ini.

ve nüfusun bu en zengin %20’sinin yansı (%10) ise, tek başına Milli Gelir’in %40,7’sini almaktadır.15

İşsizler, köylüler, memurlar, işçiler, kısmen serbest meslek erbabı ve küçük esnaf ve bu sosyal unsurlardan gelen öğrenciler Türkiye gibi ülkelerde gelir düzeyi açısından müstezaf kesimi oluşturan unsurlardır. Aslında hizmet sektöründe çalışanlar gibi memurlar da işverenin işletmesinde çalışma zorunlulukları, işe mesaisini bağlamaları ve kapitalist ücret politikaları açısından işçi sınıfı ile özdeşleşmektedir.

Türkiye halkı bağımlı-kapitalisti eşme sürecinin ekonomik, ahlakî, sosyal, kültürel, siyasi sorunlarını acımasızca yaşamaktadır. Ve İslam dünyasındaki işçi sınıfının en büyük kitleyi oluşturduğu bu ülkede, gerek İslamî kesim ve gerekse marksist kesim işçi hareketine sağlıklı bir yaklaşım getirememiş ve işçi hareketini kuşatamamıştır. Varlık nedenini sınıf çatışmasına bağlayan sosyalist hareketin Türkiye kolu, Tevhidi uyanış ve bilinçlenme yolunu 19601ı, 1970’li yıllarda yakalamaya başlayan İslamî kesime nisbetle, tabii ki işçi sınıfının sorunlarına yaklaşımda öncelikli mevziler kazanmıştır. Ama sol hareket adına kazanılan bu mevziler kapsam ve etkinlik bakımından son derece sınırlı kalmıştır.

Osmanlı Devleti’nin imzaladığı 1838 Ticaret Sözleşmesi ve 1839 Tanzimat Fermanı ile Osmanlı ekonomik yapısı kabuk değiştirmeye başlamıştır. Ancak Osmanlı Devleti’nde sanayileşme çabaları batılılaşma çabalarının bir alt başlığı olarak kalmış ve sanayileşme sağlanamamıştır. Dolayısıyla söz konusu edilecek bir işçi sınıfı ve işçi hareketleriyle ilgili önemli bir mevzuat düzenlemesi var olamamıştır. T.C.’nin düzenlediği İzmir iktisat Kongresi’nde ortaya konan kapitalist ekonomik modele ulaşma çabası kısmî olarak hedefine ulaşırken, ilk işçi sınıfı hareketleri de kendini hissettirmeye başlamıştır.16 Bu gelişim süreciyle beraber, işçi sınıfı dışındaki dar çerçevelerin sınırlan içinde varlık bulabilen Türkiye solu, 1900’ler hatta daha öncesinden bu yana işçileri ideolojik olarak etkileme uğraşı içinde olmuştur.17

II. Dünya Savaşı sonrası Batı bloğunda yer alma zorunluluğu T.C. rejimini demokratikleşme sürecine iterken, 1946’daki Cemiyetler Kanunu ile “sınıf esasına ve adına dayanan” dernek kurma serbestisi getirilmiş ve 1947 Sendikalar Kanunu’nun TBMM’de tartışılması sırasında “endüstrileşmenin tabi ve zaruri bir neticesi olarak bir işçi sınıfı doğmuş bulunduğu” hükmü önemli bir ağırlıkla vurgulanmıştır.18 1947’de çıkan Sendikalar Kanunu’nun siyasi faaliyetleri yasaklayan yapısına rağmen devrin iktidar partisi CHP, bu kanundan sonra yirmiden fazla sendika kurdurup bunları İstanbul İşçi Sendikalar Birliği (İ.İ.S.B.) adı altında toplamıştır. Muhalefette olmanın rahatlığı içinde davranan Demokrat Parti (DP) ise, grev vaadi ile işçileri Hür İşçi Sendikaları Federasyonu (H.İ.S.F.) etrafında toplamaya çalışmıştır. İşte bu “siyasi manevra tipi sendikacılık” anlayışına dayanan iki kuruluşun (İ.İ.S.B. ve H.İ.S.F.) 1952’deki birleşmesinden Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) sendikası doğmuştur.19

Emek ve sermayenin birbirinden ayrılışının keskinliği oranında güçlenen Türkiye sanayinin, genellikle köy kökenli göçmenlerden oluşturduğu işçi kütlesi giderek büyüyünce; devlet, işçi sınıfına toplu sözleşme-grev haklarını çıkarcı bir öngörüyle 1963’te çıkartılan 274 nolu Sendikalar ve 275 nolu Grev, Lokavt ve Toplu iş Sözleşmesi Kanunu ile vermiş oldu. Lakin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Genel Başkanı Halit Narin, 1982 Anayasa tartışmaları sırasında bu hak verme olayının “20 yıldır biz ağladık, onlar güldü”20diyerek lüzumsuzluğunu savunmuştur. İşçi sınıfı ise, verilen bu haklardan yeterince yararlanamamıştır.

Rejimin verdiği imkanlarla kurulan Türk-İş’in üst kadroları sürekli olarak işçi sorunlarını, yerli ve uluslararası sermayenin tahakkümü altındaki siyasi rejime karşı verilmesi gereken siyasi mücadeleden ayrıştırarak, sadece ekonomik mücadele ile savunulacağını iddia etmişlerdir. Türk-İş’in bu uzlaşmacı tavrına ilk ciddi tepki 1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi’nden gelmiştir. 12 sendika başkanının kurucusu olduğu TİP, işçi sınıfının hak ve menfaatlerini parlamentoda savunacak, hatta işçi sınıfının önderliğinde tüm emekçilerin iktidarı için mücadele edecekti. Ama parti kadrolarının işçiyi insan olmaktan öte bir devrim aracı/nesnesi olarak değerlendirmeleri ve olgudan kopuk ütopik tartışmalara boğulmaları bu hareketi marjinalleştirdi ve işçi hareketinden kopardı.21

Türkiye’de en önemli ilk işçi eylemi, 1966 yılında Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası’nda yapılan grevdi. Grev 79 gün sürmüş ve Bakanlar Kurulu kararı ile kırılmıştı. Grevi desteklemek amacıyla altı sendika “Paşabahçe Grevini Destekleme Komitesi” kurmuş ve daha sonra bu komite “Sendikalar Arası Dayanışma Anlaşması” (SADA)’na zemin oluşturmuştu.22 Bu iki deneyden sonra demokratik sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışı ile işçilerin iktisadi, sosyal ve kültürel çıkarlarının savunulması ve mevcut “tutucu, gerici, ekonomik, sosyal ve politik ilişkilerin Anayasa uyarınca değiştirilmesi” amacıyla 13 Şubat 1967’de 30 bin üye ile Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) kuruldu.23

Sendikalar kanunundaki sınırlandırmalar karşısında DİSK’in 15-16 Haziran 1970’de İstanbul-İzmit ile sınırlı alanda gerçekleştirdiği hak arama eylemi, Türkiye işçi hareketi için en önemli gösteriydi. Türk-İş’den bazı sendikaların ve bazı sosyalist grupların katılımı ile gerçekleştirilen bu gösterilerde onbinlerce insan yer alabilmiş ve mevcut iktidar sıkıyönetim ilan etmek durumunda kalmıştır. Devrin en dinamik muhafazakâr-İslamcı kanadı ise olayı hak isteme eyleminden çok komünist ihtilal provası olarak görmüş ve devleti tehdit eden bir tehlike olarak gördükleri bu işçi hareketi karşısında maalesef ki, rejimin yanında yer almış ve sermaye sınıfının ağzıyla yorumlar yapmıştır.24

15-16 Haziran olayları bir nevi kendiliğinden tırmanan fakat muğlak talepli bir hareketti. Olaylar sırasında ve sonrasında DİSK yöneticilerinin ve Türkiye solunun bu muhalefet potansiyelini kanalize edebilecek bir yeterliliğe sahip olmadığı görüldü. Ve giderek öncü hareket, öncü parti, öncü işçi kitlesi edebiyatına karşı ezilen kesimler soğuk davranmaya başladılar. DİSK’in daha sonra düzenlediği eylemlere, -özellikle 1977-1980 arasında, SSK’na bağlı işçilerin gerçek ücretlerindeki düşme oranının %43,23 noktasına indiği dönemlerdeki eylemlere bile- işçi katılımı hızla zayıflamıştır. DİSK’in grev yerlerindeki katılım coşkusu azalmıştır. Ve işin ilginci 12 Eylül darbesinden sonra cuntacıların sendika temsilcilerine yaptıkları “teslim ol” çağrısının hemen akabinde binlerce DİSK elemanı Selimiye kışlası önünde uzun kuyruklar oluşturmuşlardır.25 Ve sendikacıların patronlarla, işçilerin aleyhinde uzlaşması anlamına gelen “sarı sendikacılık” olayına en az bulaşan ve kadroları ekonomik mücadele yanında devrimci bir siyasi tavrın da gerekliliğine inanan, rejim karşısındaki eklektik yapısına rağmen anti-kapitalist tavra en yakın olan DİSK de 12 Eylül darbesinden nasibini alır; mal varlığına el konur, mensupları tutuklanır ve faaliyetine son verilir. Artık TİSK, TÜSİAD gibi sermaye sınıfının örgütleri TÜRK-İŞ kadrolarının da iyice hizaya getirilmesiyle rahat nefes alırlar. Artık “işçiler ağlayacak, patronlar gülecek”tir.

Sendikalar kanununun kabul edildiği 1963’den darbe yılı olan 1980’e kadar Türkiye’de gerçekleştirilen grevler Batılı kapitalist ülkelerle mukayese edildiğinde işçi sınıfı lehine yapılan çok sınırlı eylemler olarak kalır. Çalışma Bakanlığı ve DİE istatistiklerine göre Türkiye’deki söz konusu sayılar şunlardır:

1963-1971 1973-1980
Toplam Grev 569 1,201
Toplam Grevci 93,037 264,832
Toplam Grevde Geçen İşgünü 2,563,863 18,823,903

1988-1989 yıllarında, İtalya’da 16,000,000 işçi, İspanya’da 10,000,000 işçi, Yunanistan’da 1,000,000 işçi genel greve gitmiştir; Almanya’da sadece otobüs, demiryolu, PTT sektöründe çalışan 1,000,000 işçi dört günlük grev yapmıştır.26

Yukarıdaki sayıların mukayesesinden çıkarılacak fark, sadece Türkiye’nin yeterli bir sanayileşme seviyesine ulaşamamasına bağlanamaz. Bu fark; Türkiye’deki batıcı-laik rejimin siyasi baskısı yanında, ezilmekte olan işçi sınıfına yönelik değerlendirmelerin sığlığında ve mazlum kitleleri ikna ederek toplumsal muhalefeti örgütleyecek olan çalışmaların niteliğindeki zaafiyetlerde aranmalıdır.

Hak-İş ve Sendikal Mücadelenin İslamî Boyutu

Türkiye işçi hareketi içinde yer alan ve kuruluşunu 22 Ekim 1976’da gerçekleştiren Hak-İş’in, İslamî kesimle içiçeliği açısından konumuzla ilgili özel bir yeri vardır. Üyelerinin çoğu endüstri dışı işyerlerinin çalışanlarıdır. Ama buna rağmen 27 Kasım 1977’de ulaştığı üye işçi sayısı 350 bini bulmuştur.27

Hak-İş büyük ölçüde Milli Selamet Partisi’nin tezlerini işçilere taşıyabilme endişesiyle kurulmuştu. Aynı yıllarda Milliyetçi Hareket Partisi’nin milliyetçi tezlerini işçilere taşımak istemesi ve biraz da DİSK’in radikal tavrı karsısında devletçi ve anti-komünist işçi kesimlerini bazı işverenlerin teşvik etmesi sonucunda Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) kuruldu. İki kuruluş da politik bir amacın sonucuydu. Her ikisi de, kitlesi itibarıyla biri milliyetçi diğeri İslamî denilebilecek iki partinin alan genişletme faaliyetleri içinde işçi oylarına yönelen çalışmalardı. Tabii ki müslüman kitlelere ilgisi açısından konuya yaklaştığımızda, Hak-İş’in faaliyetleri birinci dereceden ilgi alanımız içinde yer almaktadır.

Hak-İş, 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’de yükselmeye başlayan tevhidi bilinçlenme sürecinde, sistem içi araçların müşruiyetinin tartışılmaya henüz yeni başlandığı bir dönemde kuruldu. Dolayısıyla Hak-İş kurucuları, sendikal mücadelenin İslami boyutunun ne olup ne olmadığının yeterli ve yaygın olarak tartışıldığı bir atmosferi teneffüs edemediler. En önemli eksikliklerden birisi de, 1950’li, 1960’lı yıllarda Türkiye müslümanlarına musallat olan anti-komünizm hastalığının ve yaşamakta olan geleneksel taklid ruhunun olumsuzlukları içinde muhatap kitlenin, yani işçi sınıfının varlığının, etkinliğinin, sistem içindeki rolünün ve en önemlisi egemen sistemin ne olup ne olmadığının sağlıklı bir şekilde değerlendirilememiş olunmasıdır.

Tabii ki bu noktada mevut sistem içi araçların İslami hareket metodu açısından ne derece meşruiyet taşıdığı meselesi önemlidir. Türkiye müslümanları bugün genellikle “sendika” konusunun meşruiyetini tartışırken, ya sorgulamasız ve faydacı toptan bir kabullenme ya da şirk bağlamında keskin reddiyeci bir tutum içindedirler. Tevhidi bilinçlenmenin sağlayacağı bir hareketin oluşumu gerçekleşmeden bu tarz tartışmaları erken bulan veya Kur’an’dan uzaklaşıp politize olmak (!) şeklinde algılayan bazı müslümanlar da bulunmaktadır.

Türkiye’deki İslami metod tartışmaları, son 20-25 yılın konusudur. Ve İslam dünyasındaki tartışmalardan da pek fazla kopuk değildir. Türkiye İslamî uyanış sürecine ilk ve önemli metodik tartışmaları “Hizbu’t-Tahrir” kültürü taşımıştır. Bu teze göre, müslümanlar “ıslahatçı” (yanlış bir kullanım olarak “uzlaşmacı” anlamında) ve “eklektik” metodları bırakmalı, İslam akaidinden fışkıran ve Rasulullah’ın örnekliğini yaptığı “inkılapçı” metodu takip etmelilerdi. Mekke dönemi, Medine dönemi ve dünya stratejisi bu metodun aşamalarıydı. Diğer bir deyişle sahih bir akaid ve ideoloji, onunla donanmış illegal hizbî kadrolar, sonra hizbî kitleselleşme ve devrim. Bu şema, fikri ilk ortaya atan ve onun etrafında örgütlenen ilk kişi veya ilk nüvenin etrafında dalga dalga yaygınlaşacaktı. Bu şemaya göre, aşamalara bağlılık gereği ve fikri önderliğin asilliği iddiasına rağmen hizbin veya hizip liderinin tekliği ve mutlaklığı kesindi.

1970’li yılların ikinci yansında Türkiye’deki Kur’an-tefsir çalışmaları ve özellikle Mevdudi’nin eserleri ve Kutub’un Yoldaki İşaretler adlı kitabı tevhid anlayışının önemini ve kapsamını ön plana çıkardı. Halkın anlayışında, toplumsal yaşamda, tarihi kültürde, mevcut rejimin yapısında ve uygulamalarında bir çok şirk öğesinin farkına varılmaya başlandı. Müslümanlar kül-türlerindeki ve kendilerine dayatılan sistemdeki tuğyana ve şirk öğelerine karşı çıkmanın heyecanını yaşamaya başladılar. Fakat bu arada tağutları keşfetme ve müşrikliklerine hükmetme cereyanı, Kur’anî mesajı anlama ve tevhidi ilkeleri hayata geçirme uğraşısının önüne geçen bir tepkisellik boyutuna ulaştı, tik uyanışın ve ilk tevhidi bilgilenme heyecanının giderek olgunlaşıp kendini vahyi doğrularla tashih etmesi beklenirken bu dönemlerde geleneksel fıkıh anlayışının eski ve tepkisel tesbît ve kavranılan, tevhidi bilinçlenme sürecinin içine karıştı. Tevhid-şirk ikilemi; ilk dönem İslam tarihinin sorgulanması gereken şartları içinde üretilen “Daru’l-Harb, Daru’l-İslam” kavramlarıyla iç içe girdi. Eski “Daru’l-Harp” fıkhının hükümleriyle etkinlik göstermeye çalışan bir çok müslüman olumsuz tecrübeler yaşadı. En büyük olumsuzluk ise; tevhidi bilinçlenme sürecine katkı sağlayan önceki tesbitlerin ve çalışmaların geliştirilip, gerekli olan yanlarının tashihi yoluna gidileceğine, fıkıh kitaplarının mukallidliğine sığınılmış olunmasıydı.

12 Eylül darbesinin zulmünden müslümanlar da nasibini aldı. Bir çok müslüman tutuklandı, işkence altına alındı, cezalandırıldı, sürüldü ve şehit edilenler oldu. 12 Eylül diktası İslamî hareketin nicel gelişimine ağır darbeler vurdu, önemli çözülmeler oldu. Ama bu arada bilinçli müslümanların durumlarını, gelişimlerini ve birikimlerini yeniden gözden geçirme imkanları doğdu; ve giderek İslamî çalışmalar yeniden yoğunluk kazanmaya başladı. Yeni toparlanmalar, yeni açılımlar bünyelerinde hala kısmî olarak eski fıkhî tartışmaların izlerini taşısalar da; gittikçe ön plana geçen, Kur’an’ın öncelenmesi ve problemlerimize Kur’an kalkışlı yaklaşımlarda bulunmak eğilimiydi. Ve inancımız odur ki, Türkiye müslümanlarının bilinçlenmesi, ana problemlerin farkına varmaları ve sorunlarına çözüm üretebilmeleri bu eğilimin güçlenmesiyle imkanlı olacaktı. Günümüzde, mevcut rejimin “sendika” gibi yasal araçlarının kullanıp kullanılamayacağı tartışmasındaki arka planın, yukarıda kısaca özetlediğimiz bu metod tartışmalarının geçmişiyle de önemli bir alakası vardır.

Sendikal mücadelenin İslamiliği konusundaki tartışmaların en yakın objesi durumundaki Hak-İş’in kuruluş beyannamesinde; Türk işçisinin maneviyatçılığı ve milli değerlere bağlılığı üzerinde durulmuş ve Türk milletinin bin yıllık tarihi geleneğine, örfüne, adetlerine bağlı olduğu vurgulanarak, diğer sendika yöneticilerinin bu özelliklere sahip olmamaları nedeniyle işçiyi temsil edemeyecekleri belirtilmiştir.28 Hak-İş Ana Tüzüğü’nün 3. maddesi ise, “Manevi değerlere bağlı, Hak ve Hukuk kaidelerine uymayı temin; işçi-işveren kardeşliğine dayalı ‘Yeniden Büyük Türkiye’yi kurmak; adil ücret sistemini getirip alın terini değerlendirmek, yaygın ve süratli sanayileşme çalışmalarıyla birlikte işyeri ortaklığına imkan vermek için her türlü gayreti sarfetmeyi” ana amaç olarak ortaya koymaktadır. 4. madde ise, “alın terine hürmetkar işveren” ve “ibadet aşkıyla çalışan işçi”den söz etmektedir.

Bu ifadeler, belirsizlik ve çelişkilerle doludur. Sanki İslam toplumunda işçi zümresinin mesleki dayanışması örgütlenmektedir. Ve adeta “işçi sınıfı” diye bir olgu kabul edilmemektedir. Hak-İş başkanı Necati Çelik, sınıf ayrımına dayalı toplumlara karşı olduğunu sık sık vurgularken, işçi sınıfının var olduğunu ancak sıkışmış kelimeler arasında ifade edebilmektedir.29 İşçi sınıfının varlığını kapitalist üretim biçiminin zorunlu olgusu olarak görmeden ve sermaye-emek çatışmasının egemen sistemin en önemli kırılma noktalarından birini oluşturduğunu fark etmeden, nasıl bir işçi mücadelesi, hak arama mücadelesi verilecektir?

Mevcut kapitalist sistem içinde güç ve iktidar, sistemin yapısı gereği her zaman müstekbir sınıfın inhisarında olacaktır. Sermaye sınıfı, bürokratik ve askerî hiyerarşiyi de yedeğine alarak siyasi mekanizmayı yönlendirir. Dolayısıyla bu sistem içinde hiç bir zaman adil ücret dağılımı gerçekleşmeyecek ve işçi sınıfının hak arama mücadelesi devam edecektir. Yapılması gereken, işçi-işveren uzlaşmasını ve işçilerin kapitalistlerin işletmelerinde “ibadet aşkı” ile çalışmalarını sağlamak değil; adil, haklı ve özgür bir düzene ulaşabilmemiz için zalimler ve sömürüden pay alan güç sahipleri karşısında ezilenlerin sesi olmamız ve yeni yeni mevziler kazanmamızdır. Ayrıca MSP’nin sloganlaştırdığı, fakat İslami bir yönetimin sorunları arasında yer alabilecek olan “ağır sanayi hamlesi”nin -ki ikinci teknoloji devrimi karşısında eski önemini de yitirmiştir- mevcut sistem içinde ancak bir çok mustazafın alınteri, gözyaşı ve kanı üzerinde yükselen kapitalistleşme sürecine katkı sağlayacağı görülebilmelidir. ilk dönemlerde “milli görüş” daha sonraları “adil düzen” ifadeleriyle anlatılmak istenen İslamî düzene; demokratik platformlarda yer tutmaya çalışılırken içten içe taşınan sistemi değiştirme temennileriyle değil, İster legal ister illegal alanda olunsun ama açık, net, ödünsüz, kararlı ve istikrarlı tavırlarımızla kazanacağımız kalıcı mevzilerin çoğalması sayesinde ulaşılabilinecektir. Ki bu, araçların bağımlılığını aşabilecek sistem üstü bir oluşumla gerçekleştirilebilir.

Sistem üstü bir mücadele öncelikle mevcut şirk-sömürü sisteminin meşruluğunu “açıkça” reddetmek, bağımsız bir hat oluşturmak şeklinde anlaşılmalıdır. Sistem üstü bir mücadele vermek yaşanılan ortamdan soyutlanmak anlamına gelmez. Reddetme; içinde yaşadığımız sistemin egemen olduğu tebasına, coğrafyasına ve bazı imkanlarına yönelik değil, bu konudaki meşruiyetine, hayat felsefesine yöneliktir. Ve anlaşılabileceği kadar “açık” bir tavırdır. Sistem içi mücadelede ise, mesajın gizliliği ve sistemin meşruiyeti konusunda takiyyeci veya uzlaşmacı bir tavır söz konusudur. En fazla rahatsız eden yanı da, Kur’an’ın apaçık hükümleri gizlenirken, mevcut rejimin dağıttığı rollere sorgulamasızca talip olunmasıdır.

Sistem içi veya sistem dışı mücadele öncelikle sistemin araçlarını kullanmakla alakalı değil, anlayışlarla alakalıdır. Zaten cahili sistemin egemen olduğu ortamda yaşarken o sistemin çoğu araçlarından yararlanıyoruz. Lakin bu bizim en tabii hakkımızdır. Allah’ın nimetlerini İslam dışı güçlerin gasp etmesiyle bizim o nimetlerdeki haklarımız son bulmuyor. Bu haklarımız ekonomik olduğu kadar; düşünmek, inanmak, söz söylemek, sosyal ilişkiler kurmak gibi en temel ve zorunlu insanî haklarımızdır da. Sistem dışı bir mücadele anlayışına sahip olmamız demek, bu haklarımızı kullanabileceğimiz araçları inkar etmemiz anlamına gelmemelidir. Zira dönüştürmek istediğimiz mevcut sistemin içinde yaşadığımıza ve hicret edebileceğimiz serbest bir bölgenin ve imkanların olmadığına göre bu haklarımızı ancak, egemen sistemin mevcut ve kullanılabilir araçlarıyla veya zorlayarak aldığımız araçlarla elde edebilir ve köklü değişim ve dönüşüme yönelik mevziler kazanabiliriz, önemli olan, bu araçları sistem dışı mücadele anlayışımızdan, yani vahyî ilkelerden ve Rasulullah(s)’ın örnekliğini gösterdiği inkılapçı yoldan/sünnetten ödün vermeden ve bu araçları amaç haline getirmeden kullanabilmemizdir. Varlık nedenimizi bu araçların varlığı ile bütünleştirmememizdir. Araçların tutsak edici tuzağına düşmememizdir. Kendi kimliğimizi ve mücadele hattımızı, sistemin araçlarında odaklaştırmamamızdır. İşte sendika da sözü geçen bu araçlardan bir tanesidir.

Sonuç Olarak

1. Kapitalist sistem ve iç çelişkileri iyi tanınmalıdır.

Türkiye’de uzun süre sorgulama, eğitim ve tebliğ şeklinde yürütülen tevhidi mücadele, bugün sosyal bir akım olmak eşiğindedir. Tezlerini kitleler arasında somutlaştırmak eşiğindeki bir hareket, sosyal alandaki bütün nesnel ve insanî olgularla isabetli değerlendirmelere dayanan çok sıkı ilişkiler kurmak zorundadır. En başta içinde yaşadığımız kapitalist sistemin fikri dayanakları, yaşam felsefesi, maddi dinamikleri, temel araçları, zaaf noktaları, iç çelişkileri iyi gözlemlenebilmelidir. Eğer bu tanıma ve tanımlama uğraşında, içinde bulunduğumuz sosyo-ekonomik mevkilerimiz, muhatap olguları tanımamızın önünde sınırlayıcı önyargılar oluşturuyorsa, tabii ki bir süre daha tevhidi bilinçlenme eğitimine devam etmemiz gerekecektir.

2. İşçi sınıfının hak arama mücadelesi desteklenmelidir.

Kapitalist sistemin oluşumu, üretim faaliyetlerinde çalışanları sosyal bir sınıf haline getirmiştir. Kapitalist üretim sürecinde yer alan işçiler, işletmeci için sadece üretim araçlarından birisidir. Ve işletmecinin karı, işçi sınıfının ürettiği değerden kısılabildiği oranda artacaktır. Emeğin hak ettiği ücret kısıldığı oranda da emekçinin yaşam tarzı düşecek ve sosyo-ekonomik dengesizlik büyüyecektir. Kapitalistin elinde artarak toplanan kara sermaye onu, sistem içinde daha da güçlü ve yönetim aygıtlarında daha çok sözü dinlenen bir zorba yapacaktır. Müslümanlar İslam dışı rejimlere karşı oldukları kadar, o rejimlerin bugünkü reel dayanaklarını oluşturan uluslararası kapitalist üretim biçimine karşı da aynı şiddetle tavrı almalıdırlar. İşçi sınıfının gasbedilen haklarını alabilmek için kapitalist sisteme karşı gerçekleştirdikleri direniş ve grevlerin yanında yer almalılar ve takipçisi olmalıdırlar.

İşçi sınıfının varlığı; kapitalist sistemle sürekli olan çelişkisi ve sorunları iyi kavranmadan, müstazaf kesimlerle diyalog kurmak ve hareketi kitlelere yaygınlaştırabilmek isteği, köklerini oluşturmamış bir temenni olarak kalır. Kur’an-ı Kerim, sorunları ile beraber yaşam mücadelesini devam ettiren canlı bir topluma nazil olmuştu. Müslümanlar ilk inen Mekki sureler-deki, güç ve mal sahiplerine, Mekke oligarşik yönetimine yöneltilen eleştirileri ve yetimlerin, güçsüzlerin, yoksulların hakkını savunan ifadeleri sıkça hatırlamalıdırlar.

3. İşçilerle sağlıklı diyaloglar kurulmalıdır.

İşçi sınıfının, içinde yaşadığımız toplumun zaaflarından ve sorunlarından arınabilmiş imtiyazlı bir yanı yoktur. Ama işçi sınıfı üretim sürecindeki çalışkanlığı, disiplini, üretkenliği ile sömürüyü somut olarak hissedebileceği konumu ve iş sorunları karşısında gösterdiği dayanışma alışkanlığı ile dinamik bir sosyal yapıya sahiptir. Toplumsal sorunları kavramaya daha yatkındır, işçi sınıfı; soyut izahlara kaçmadan açık, sade ve anlaşılır bir dille konuşulabilecek, sorunlarıyla ciddi olarak ilgilendiğimizi pratik faydacılığa yeltenmeyen tavırlarımızla göstererek olgun bir diyalog kurulabilecek, hayat tecrübesi güçlü olan insanlardan oluşmaktadır. İslami hareket mensupları işçilerin gittiği, uğradığı, oturduğu değişik mahallerde temaslar kurulmalıdır. Kitle içinde yapılan ve katılanları arasında işçilerin de bulunduğu çalışmalarda işçi sorunlarını gözeten temalar işleyip, bu konuyu gündemde tutarak olay takip edilmeli ve işçi sınıfı ile diyaloglar mutlaka yaygınlaştırmalıdırlar.

4. İşçi soranlarına sahip çıkarken sömürünün gerçek nedenleri anlatılabilmelidir.

Öncelikle işçinin gasbedilen hakkını geri alma mücadelesi, zulme ve zalimlere karşı ezilen insanların haklı bir talebi olarak görülmelidir. Kapitalist işletmecinin karşısında olunmalı, işçinin haklı eylemlerinin yanında yer alınmalıdır, işçi eylemleri imkanlar nisbetince desteklenmelidir. Ancak bu müştereklikten sonra; Kur’anî kültürle tanışmış bilinçli müslüman işçiler ve hareketin uygun unsurları, işçi kesimine yönelik tebliğlerinde başarılı olabilirler. Zira somut sorunları yaşayan insanlara soyut çözümlerle gidemeyiz.

Sorunlarına sahip çıktığımız işçi sınıfına, ekonomik hak arama mücadelesinin, sistemin temel mantığını ve işleyişini değiştirmeye yönelik siyasi bir mücadeleye dönüşmedikçe mevzi kalacağı ve sermaye-emek arasındaki haksız ilişki dairesinin dönmeye devam edeceği anlatılmalıdır. Rabbimizin nimetlerinin adil olarak bölüşülmesini istemesi karşısında bozgunculuk yapan, mal yığan, faiz yiyen, zorbalık yapan, gerçeği yalanlayan ve ilahlık taslayan müstekbirlerin ve onların oluşturduğu şirk sisteminin; haksızlığın, sömürünün, zulmün temel nedeni olduğu vurgulanmalıdır. Tevhidî doğrular hafızalarda kolayca kalacak şekilde ve pratiğin içinde formüle edilerek anlatılmalıdır.30

5. Müslüman işçiler sendikalarla ilişkilerini yoğunlaştırmalıdırlar.

İşçilerin hak arama mücadelesini örgütlemenin en belirgin aracı sendikalardır. Ancak sendikal mücadele, ekonomik boyutu aşamadığı müddetçe erimeye mahkum olur. Çünkü sermaye sınıfı ekonomik gücü elinde tuttuğu gibi, siyasi ve yasal düzenlemelerin de inisiyatifini elinde tutmaktadır, işçiler, ekonomik mücadelenin, ideolojik ve siyasi mücadele ile bütünleşmesi gerektiği bilincine ulaşmadıkça, nimetlerin bölüşümünde sürekli olarak kaybeden tarafı oluşturacaktır. Ancak hayatın tümünü kuşatan bütüncül bir mücadeleyi hedeflemek, sendikal mücadelenin kendi sahasındaki çalışma ciddiyetiyle de alakalıdır. Sendikal mücadele öncelikle işçinin günlük sorunlarını çözmek konusunda “sarı sendikacılık” yapmadan güven ve inanç aşılayacak bir şekilde işçiyi temsil edebilmeli, ekonomik mücadele yanında, iç dayanışmaya, kültür çalışmalarına özen gösterebilmelidir.

Sendikalar, işçi sınıfının haklarını savunma konusunda üç tehlike ile karşı karşıyadırlar. Birincisi, “sistemle bütünleşen sarı sendikacılık” ikincisi, “sendika bürokrasisi” Üçüncüsü, “yasal engeller”

Birinci tehlike sistemin başarısı ve sendikacının emanete ihanet etmesiyle ilgilidir. İkincisi ise, sendika yönetiminin mücadele riskinden kaçınması, katılımı engellemesi ve beceriksizliği yanında koltuk düşkünlüğü ile alakalıdır. Üçüncü tehlike ise sendikal hakları engellemeye ve isçinin sermaye sınıfı karşısında sesini kısmaya yönelik siyasi bir tavırdır. Ve kapitalist sistem bu konuda faşizan yüzünü gösterir.

Söz konusu engelleri aşmanın yolu; işçi kitlesinin mücadele azmini yükseltecek olan kendi iç dayanışmasının sağlanması ve yaygınlaştırılmasıdır. Gerek bu dayanışmanın aktif öğesi olmak ve gerekse İslamî hareketin tezlerinin taşıyıcılığını yüklenmek açısından, müslümanların, işyerlerinde ve işçi çevrelerinde göstermeleri gerekli önemli sorumlulukları vardır.

Bununla birlikte müslüman işçiler, sendika ünitelerinde yer almaya Çalışarak mekanizmayla ilgili tecrübelerini arttırmalı, mevzuatı iyi takip edebilmeli ve sahalarındaki haksızlıkları müslüman kesimlere ve kamuoyuna birinci elden yansıtabilmelidirler. Ayrıca müslümanların ilgi alanında olan mevcut işçi kuruluşlarının (Hak-İş gibi) taşıdıkları anlayış ve faaliyetleri sorgulanıp, mevcut imkanların işçi sınıfına Örneklik oluşturacak bir şekilde kullanılması zorlanmalıdır.

Düşüncemiz odur ki ezilen kesimler haklı, adil ve özgür bir yaşam tarzına ulaşmanın yolunu doğru bir ideoloji rehberliğinde verilecek topyekun bir mücadeleden geçeceğini kavramaya başladıklarında; sendikalar, toplumsal muhalefetin örgütlenmesinde en önemli araçlardan birini oluşturacaktır. Cezayir İslami Kurtuluş Cephesi’nin (FIS) 1988’den bu yana mevcut rejime karşı örgütlediği toplumsal muhalefetin ve rejim güçleriyle çatışma noktasına gelindiğinde başvurulan boykot ve direnişin öncülüğünü, büyük ölçüde müslüman işçilerin ve inisiyatiflerindeki sendikaların gerçekleştirmiş olması, düşüncemizi zenginleştiren bir örnektir.

Daha önceden de ifade ettiğimiz gibi, endüstrileşme sürecini yaşayan bağımlı-kapitalist ülke sistemlerinde, işçi sınıfının en önemli karşıt potansiyel gücü taşıdığına dikkat çekmemiz, insan ve toplum fıtratını gözeten vahyi yasaları atlayıp bir işçi sınıfı ideolojisi üretmemiz şeklinde anlaşılmamalıdır. Ama Kur’an’ın gösterdiği gibi zulme ve toplumsal sömürüye karşı çıkan bir anlayışın, o zulüm ve sömürü altında ezilen kesimlerle irtibat kurmadan ve onları felaha ulaştırma çabası göstermeden sosyal bir hareket oluşturması da düşünülmemelidir. İşçi sınıfı ise, kapitalist sistemin ezdiği mustezaf kitleler içindeki en canlı, örgütlü, dinamik ve üretken bir sınıf olarak konumu, sorunları, alışkanlıkları ve psikolojisi İslami hareket tarafından iyi bilinmesi gereken çok önemli muhatap bir olgudur.

İslami hareketin kitle içinde oluşturacağı faaliyet birimlerinin fonksiyonel kılınması büyük ölçüde yaşamın problemlerini yaşam içindeki dinamizmiyle karşılamaya çalışan bu canlı, çalışkan, üretken insanların İslam davasını kavramaları ve kendi yaşam alanlarına taşımalarıyla mümkün olabilir. İşçi sınıfının kendi yaşam alanı sistem içindeki kapitalist zulmün en fazla somutlaştığı alandır, işçinin sömürüldüğü alanda gerçekleşen zulme karşı çıkmak, egemen sınıfların yaygınlaştırdığı bireycilik ve kadercilik anlayışlarını, eşitlikçi toplum yutturmacalarını aşarak işçi sınıfının hak mücadelesini desteklemek demektir. Müstezatlara, egemen şirk rejimine karşı gerçek kurtuluş yolunu göstermek, en başta onlara uygulanan baskı ve sömürüye karşı çıkmakla mümkün olabilir. Bu konuda duyarlı olmayan bir anlayışın, tevhidi sorumluluğu kavradığı iddia edilemez. İslami hareket, işçi sınıfının, en azından ürettiğinden insanca yaşayabileceği kadarının karşılığını alabilmek amacıyla egemen güçlere karşı gerçekleştirdiği pasif direnişlerin, işi bırakma ve grev tarzında yürüttüğü mücadelenin yanında olmalıdır.

İşçi sınıfına ve sorunlarına müslümanların yaklaşımları konusunda önerdiğimiz düşüncelerin daha somut çözümlere yönelmesi, ancak bu önerilerin yaşanılır kılınması sayesinde imkanlı olacaktır.

Dipnotlar:

1- Maurice Duverger, Siyaset Sosyolojisi, s, 223, Varlık Yayınları, İstanbul-1975

2- Hak-İş 6. Olağan Genel Kurul Faaliyet Raporu, s.120, Ankara-1989; İstanbul Ticaret Odası Yayını, No 1987/1, s. 79, İstanbul-1987.

3- Ebu Ubeyd, Kitab-ul Emval, Düşünce Yayınları, İstanbul-1981; İmam Ebu Yusuf, Kitabu’l-Haraç, İstanbul Üniversitesi Yayınları-1519, İstanbul-1973.

4- Ebu’l Ala Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, s. 311-397, Hilal Yayınları, İstanbul-1972.

5- Türkçeye kazandırılmış veya telif edilmiş bazı kitapları örnek olarak verebiliriz: Malik bin Nebi, Ekonomi Dünyasında Müslüman, Hicret Yayınları, İstanbul-1976; Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, Yağmur Yayınları, İstanbul-19fi3; M. A. Marinan, İslam Ekonomisi Teori Pratik, Fikir Yayınları, 3. Baskı, İstanbul-1976; Yusuf Kardavi, Fakirlik Problemi Karşısında İslam, Nur Yayınları, 2. Baskı, Ankara-Tarihsiz; M. Bakır Sadr, İslam Ekonomi Doktrini, Hicret Yayınları, İstanbul-1980; Mahmud Talegani, İslam ve Mülkiyet, Yöneliş Yayınları, İstanbul-1989; Hüseyin Atay, İslam’da İşçi-İşveren İlişkileri, Kısmet Matbaası, Ankara-1979; Hayreddin Karaman, İslam’da İşçi-İşveren Münasebetleri, Marifet Yayınları, İstanbul-1981; İlmi Araştırmalar Dizisi, İslam’da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri, Ensar Neşriyat, İstanbul-1986; Sezai Karakoç, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, İstanbul-1967; vd.

6- Prof. Dr. Sabahaddin Zaim, Modern İktisat ve İslam, s. 16, MTTB Kitap Kulübü, İstanbul-1969.

7- Friedrich Engels, Anti Duhring, s. 54, Sol Yayınları, 2. Baskı, İstanbul-1977.

8- Çelik Bilgin, “Saptamalar”, Toplumsal Kurtuluş, Sayı 29-30,1990.

9- Eric Hobsbawn, “Klasik İşçi Hareketine Elveda”, Birikim, Sayı 5, 1989,

10- Ömer Laçiner, “İşçi Sınıfının Kendinde Devrim Bilinci”, Birikim, Sayı 5, 1989; “Şiddetin Beş Alanı” (Arka Kapak Yazısı), Toplumsal Kurtuluş, Sayı 33, 1990.

11- George Fülberth, “Geleneksel ‘İsçi Sınıfı Partisi’ne Veda”, Dünya Solu, Sayı 2, 1989.

12- O. Laçiner, a. g. m.

13- Haluk Yurtsever, “İşçi Sınıfı Bilinci”, Toplumsal Kurtuluş, Savı 14, 1988.

14- DİE’nin 1985’de yapmış olduğu hane halkı işgücü anketlerine göre çalışan ücretlilerin sayısı 6 milyon 398 bin, işsiz işçilerin sayısı 2 milyon 260 bin, ücretlilerin (işsizler dahil) Taa! işgücüne oranlan ise %47’dir.

15- Hak-İş 6. O.G.K.F.R., s. 504.

16- Prof. Dr. Turhan Esenere, İş Hukuku, s. 5, 3. Basla, A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayını, Ankara-1978.

17- Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizmin Sorunları, s. 62, İstanbul-1970.

18- Abdullah Baştürk, Yargı Önünde Savunma, s. 407, Çağdaş Yayınları, İstanbul-1986.

19- Sabrı Adıyaman, “Türk-Iş ve Siyaset”, Düşünce Dergisi, Say, 16, 1977

20- Cumhuriyet, 23 Şubat 1982.

21- Ergun Aydınoğlu, “Bir Dönemin Otopsisi Türkiye İşçi Sınıfı: 1960-1980”, Sınıf Bilinci, Sayı 9-10, 1991,

22- Sabri Adıyaman, “Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu”, Düşünce Dergisi, Sayı 8, 1977,

23- A. Baştürk, a. g. e., a.70.

24- “Hak isteme mi ihtilal Denemesi mi”, Yeniden Milli Mücadele, Sayı 21, 1970.

25- E. Aydınoğlu, a. g. m.

26- Hak-İş 6. O.G.K.F.R., s. 21-22.

27- Sabri Adıyaman, “Türkiye Hak-İş Sendikaları Konfederasyonu”, Düşünce Dergisi, Sayı: 12, 1978.

28- Hak-İş Kuruluş Beyannamesi, s. 2, Ankara-1976.

29- Necati Çelik, “Bu Bir Rejim Sorunudur”, Panel Dergisi, Sayı 11, 1989.

30- Bu konuda Kristal-İş kolunda işverenin toplu işten atma girişimine karşılık Temmuz-Ağustos 1991 aylarında Paşabahçe Şişe Cam işçilerinin gerçekleştirdiği direniş ve bu direnişte rol alan müslüman işçilerin tavırları ve diğer müslümanların gösterdikleri faaliyetler pratik açısından önemli denemelerdir. Bu konuyla ilgili olarak bkz: “İşçi Kıyımı Zulümdür”, Hak Söz Özel Sayı, 31 Temmuz 1991; “Paşabahçe Öğretiyor: Zalimlere Baş Eğmeyelim”, Yeryüzü, Sayı 9, 1991.

(Kaynak: Dünya ve İslam Dergisi, Sayı: 8, Güz 1991)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir